Ekonominin Çıkarları Doğrultusunda Programlanan Kitle Kültürü ve Eleştirisi – Erhan Atiker

Eleştirel Okul’un kurucularından Adorno ve Horkheimer’e göre kültür tekelleri banka ve imalat sektörünün -çok uluslu-holdinglerinin bağımlılığı altına alınarak endüstrileştirilmişti. Burada amaç, kültürü metalaştırmak, bireyleri kitle kültürünün (eğlence) ürünleri aracılığıyla ait oldukları statü (gelir) gruplarına uygun tüketim biçimlerine güdülemek ve varolan  ekonomik yapıyı haklılaştırmaktı. Ayrıca teknik, ekonomik ve örgütsel gereklilikler de kültür üretimini belirlemekteydi. Dolayısıyla san’at ikincil amaç haline getirilerek araçsallaştırılmıştı. Modern toplumda kültür sistem kuramının deyimiyle “sistem çevresi” konumuna indirgenmişti.
Kültür endüstrisi, tüketicilerin gereksemelerine uygun ürünler ürettiğini savunur ama asıl amacı, üretimin tüketilmesi için tüketicide “yanlış” gereksemeler uyandırmaktır. Böylece ekonomi, tüketicide tüketime yönelik yaşam biçimleri ve dolayısıyla yanlış gereksemeler yaratmak amacıyla kültürü araçsallaştırır.
Tüm kitle kültürü üretimi, ekonominin çıkarları doğrultusunda programlandığından, kültür endüstrisi ürünleri, birbirlerine benzeyip, özgünlükten yoksundurlar (bkz. Horkheimer – Adorno: 128 vd.).
Kültür endüstrisi, tüketiciyi düşünceye yöneltmez, tersine ona dünyanın hazır yorumlarını sunar. Bu ise olgusal gerçeğe uygun düşmese bile kültür tüketicisi tarafından kabullenilir, çünkü artık kendisi de kitle kültürünün aracı olmuş ve yorum yapma yeteneğini yitirmiştir. Diğer yandan kitle kültürü ürünleri, bazen geneli özele indirger bazen de özeli genelle özdeşleştirerek özelle genel arasındaki farklılıktan kaynaklanan gerilimi ve bu yüzden de olması gerekenin gerçeğini yakalayamaz (Horkheimer – Adorno: 134-138).
Kitle kültürü ürünlerinde bütünle parçalar öylesine birbirine eşit düzeyde sunulur ki, parçaların (detayların) birarada bütünlük oluşturması engellenir ve sanki bir dosya içindeki çeşitli farklı başlıklar gibi ayrışık olarak varlıklarını sürdürürler. Parçaların birarada bütünlük oluşturmamasına karşın yine de bütünü onaylamak için her birinden ayrı olarak yararlanılır. Bu nedenle bütün, kendisiyle ilintisiz biçimde detaylarla ilintilendirilir. Örneğin başarılı bir kişinin kariyeri (bütün) için tüm detaylar kanıt ve açıklama maksadıyla kullanılır (Horkheimer – Adorno: 135). Burada bütünü kanıtlamak (kariyeri haklılaştırmak) amaç, parçaların (detayın) bu amaçla betimlenmesi ise araç haline: gelmiştir. Oysa bu tür neden-sonuç ilişkisi yerine parça ile bütün arasında diyalektik bir ilişki kurulması gerekliydi. Yani bütün ile parçalar arasındaki farklılık ve gerilim dile getirildiğinde varolan gerçekliğin sorunları irdelenebilecekti. Oysa diyalektik düşüncenin yerini araç-amaç ilişkisi aldığında ortada ne sorun ne de eleştiri olanağı kalmaktadır, örneğin yukarıdaki örnekte sorunların tümü başarılı kariyer (bütün) olgusu tarafından örtbas edilmiştir.
San’at, biçeni (stil) aracılığıyla varolan gerçeğin genelliğini, olması gerekenin nesnelliği ile bütünleştirerek sorunsallaştırır. Başka deyişle, varolan gerçeği eleştirmek için araçsal usu nesnel (tözsel) usun denetimi altına» alır. Biçem de araçsal us ile nesnel us arasındaki ilişki sonucunda oluşur, varolan ile olması gereken arasındaki çelişki ile beslenir. San’at, kendi gerçeğini böylece kurduktan sonra toplumun yüzüne vurur.
Kültür endüstrisi ise yalnızca varolan gerçeğin yeniden üretilmesinden öteye geçemez ve bu şekilde yalnızca toplumdaki eşitsizlikleri onaylar, çünkü diyalektiği yani olması gerekenin nesnelliğini reddetmektedir. Bu yüzden kültür endüstrisi ürünleri, işgören-tüketiciye özel yaşamında da iş yaşamındaki eşitsizlik ilişkilerini yeniden yaşatır. Dolayısıyla kitle kültürü, kişileri yanlızca tüketime güdülendirmeyip düzeni haklılaştırıcı işlevler görmektedir (Horkheimer – Adorno: 138 vd.).
19. Yüzyılın burjuva liberalizminde kültür üretimi, özellikle Almanya’da devlet koruması altında olup özerkti ve yüksek kültür ile eğlence (pop) kültür arasında kesin bir ayırım vardı. Birincisi, burjuva sınıfına ikincisi ise alt tabakalara sesleniyordu. Kitle toplumunda ise yüksek kültür, eğlence kültürüne ya da pop, yüksek kültüre karıştırılarak tüm kültür, kitlesel ve tecimsel hale getirilmiştir. Kültürel anlamda yeni olan ise dışlanır çünkü üretimi risklidir. Bu nedenle eski, sürekli olarak yenilenir. Postmodern kültür de bu yüksek kültür-pop farklılığının giderilmesiyle oluşan kitle kültürüdür. Burada daha çok birbirine zıt kültürel öğelerin yanyana getirilmesi söz konusuysa da, çelişki ve farklılıkları gösteren öğeler yok edildiğinden gerilim ve yenilik yaratmazlar. Bu nedenle kültür endüstrisi durmadan eskiyi yeniden üretir (bkz. Horkheimer – Adorno: 144). Kitle toplumunun üyeleri, eskinin yeni biçimde üretilmesine direniş göstermeden boyun eğerler, çünkü onlar için artık öncelikli olan, kültürde yaratıcılık değil, eğlencedir. Eğlencenin içkin ilkesi ise kendisinden (eskiden) daha iyi olanla (yenilikle) bağdaşmaz. Birey, kendine yabancılaşmış olup, özel yaşamında yalnızca tüketici rolünü oynamakta, her bir kitle kültürü ürününü, duygu ve düşünceden yoksun biçimde hızla tüketmektedir (bkz. Horkheimer – Adorno: 144).
Kültür endüstrisi, eğlenceyi güldürü ve erotik aracılığı ile üretir. Ancak içgüdüyü san’at aracılığıyla yücelteceği yerde bastırılmamış cinselliği dolaysız biçimde sergiler, ama yine de mutluluk beklentisini hiçbir zaman karşılayamaz. Güldürünün bile gerçek mutlulukla bağlantısı koparılmıştır. Bu tür eğlence, iş yaşamının ve toplumsal düzenin acı gerçeklerini yalnızca geçici olarak unutturur ve kişiyi yeniden sistemle özdeşleşip verimli olması için dinlendirir. Aslında kültür endüstrisi, iş yaşamını, tüketiciye özel yaşamında (eğlence türünde) yeniden sunar. Tüketim baskısı, bireysel gereksemelerinin yalnızca endüstri tarafından karşılanabileceği türündeki söylem aracılığıyla değil, endüstrinin karşılamadığı gereksemelerin karşılanmasının olanaksız olduğu mesajıyla da gerçekleşir. Bütün bunların sonucunda kişilerin bireyselleşmesi engellenip onlara salt tüketici rolü yakıştırılarak, bu rolün dışına çıkmalarına olanak verilmemiş, tüketim ideolojisi onlara kabul ettirilmiştir (bkz. Horkheimer – Adorno: 150).
Kültür endüstrisinin tüketiciye seslenen dilinde biçim ve içeriğin (gösteren ve gösterilen) birbirlerinden ayrıştırılması, izleyiciyi deneyimlerinden koparmak anlamına gelir. Başka deyişle kelimeye (gösteren), toplumsal veya kişisel deneyimlerden bağımsız, belli (tecimsel/propaganda) amaçlı içerikler verilmekte ve böylece dil, güncel yaşam (deneyim) alanından yalıtılarak kültür endüstrisinin çıkarları doğrultusunda boyunduruk altına alınmaktaydı. Bu ise güç ilişkilerinin haksız ve yersiz biçimde gündelik kültüre işlemesi anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında totaliter toplumlardaki siyasi propaganda ile reklam arasında benzerlikler bulunur, çünkü kelimeler, ne ölçüde reklâm/propaganda’nın amacına koşulursa, o ölçüde anlamlarına nüfuz edilemez ve sihirli hale gelirler. Bu nedenle onlar, artık deneyim değil, emir yüklüdür ve onları duyanlar tarafından uyulmaları gerekmektedir. Bu kelimeler, herhangi bir olguyu gösterirler ama onu anlamlandırmazlar. Örneğin faşist propaganda kelimeler aracılığıyla gücünü hem başkalarına duyurmuş, hem de kelimelerin anlamlarını yutmuştu. Reklâmın da gösterdiği, aslında öncelikle büyük holdinglerin tekelci ekonomik gücüydü. Dolayısıyla biçim ve içeriğin ayrıştırılması, dili gücün söylemi haline getirir. Kültür endüstrisi bu tür bir (araçsal) söylem üretmektedir. Kelimelere ve işaretlere (simgelere) verilen yapay içeriklerle kişi, belli yaşam biçimlerine yönlendirilerek, gerekseme ve tüketimi denetlenebilmekteydi. Bu amaçla kelimeler ve diğer simgeler, sinyal haline getirilmiş, amaca uygun düşmeyen içeriklerinden ise ayrıştırılmıştı (bkz. Horkheimer – Adorno: 173-174).
Kişilerin tüm içe ve dışa dönük davranışları, kitle kültürü tarafından denetim altına alındığı ve şeyleştirildiğinde, bireysellikten ancak en soyut düzeyde söz edilebilir (bkz. Horkheimer – Adorno: 176). Kültür endüstrisi yalnızca görünüşte bireysellik yaratır. Adorno ve Horkheimer, bunu kapı kilitlerinin mm lik ölçüde birbirinden farklılık göstermesine benzetirler: Bireysellik, sistem gereksemelerinin öncelikle karşılanması için engellenip kişiler kitle insanına dönüştürülmüş ve yalnızca sistemin işlev görmesine engel olmayan dar bir alanda onların başkalarından farklılaşmalarına izin verilmiştir. Sonuçta kişi, hem sistemin- gücü ile özdeşleşme hem de onun tarafından şeyleştirilme (araçsallaştırılma) baskısına boyun eğer. Bu durumda ise bireyselliğin sağlıklı biçimde oluşması olanaksızdır. Kültürel deneyimden kaynaklanan rol beklentilerinin, her bir kişi tarafından yorumlanarak bireysel öteki Ben’e dönüşmesi yerine reklâm dili, iletişimi tahakküm altına alarak, kültür endüstrisinin çıkarına uygun rol beklentilerinin öncelikli ve zorunlu olarak -yoruma izin vermeden- kitlesel biçimde içselleştirilmesine neden olmaktadır. Bunun sonucunda ise rol beklentileri ile öteki Ben arasında yeterli mesafe oluşması (bireysellik) engellenir. Bu tür uyguculuğun siyaset alanında yaygınlaşması ise totaliter toplumların belirgin bir özelliğiydi.
Kitle kültüründe san’at, ne san’at ne de toplum için olup yalnızca ekonomik çıkarların aracı haline gelmişken, reklâm da san’ata dönüşmüştür. San’at, içkin (kullanım) değerini yitirmiş, değiş tokuş değeriyle tüketime sunulmuştur. Oysa değiş-tokuş değeriyle kullanım değerinin diyalektik bir ilişki içinde bulunması gerekirdi. San’at, satılık olma özelliğinden yoksunlaştırılıp parasız olarak ama ekonomik çıkarlar doğrultusunda tüketiciye sunulduğunda da kullanım değerini kaybeder, çünkü artık sistem amaçları doğrultusunda değiş tokuş edilmektedir. Oysa klâsik kenter san’atı, yararsızlığa yönelikti ve yararlılıklar dünyasından kişiyi özgürleştiriyordu. Kitle kültürü ise tüketicinin eğlence-dinlenme gereksemelerine karşılık verdiğinden, yarara yönelik olup, gerçek san’atın amacından sapmıştır. Bu tür kültür için yalnızca değiş tokuş edilebilen şeyler değerliydi ve san’at eserleri, reklâm amacıyla kullanıldığında, tüketiciye parasız olarak sunulsalar dahi ve tam da bu yüzden değiş-tokuş değeri kazanmaktaydılar (Horkheimer – Adorno: 167).
Martin Jay’e göre Eleştirel Okul’un kültür eleştirisi ile Aydınlanma eleştirisi arasında bağlantılar bulunmaktadır. Horkheimer, insan ile doğa arasındaki diyalektiğin bu felsefe tarafından gözardı edilmesini eleştirmişti. Şöyle ki, Aydınlanma, insanı doğanın parçası olarak görmüş ve nesneleştir-mişti. Dolayısıyla doğa nasıl ki kendisini yineliyor ama yalnızca sözde değişiyorsa, insanın da “doğa ile etkileşimi ve kendini değiştirme” gizilgücü yadsınmıştı. Aydınlanma, burada bir çelişki içindedir; bir yandan doğa ile insanı nesneleştirir ve ikisini de birer makineye benzetir, diğer yandan ise insanı doğadan üstün tutar. Ancak doğa-insan ayırımı kapitalizmde egemen sınıfların işine gelmekteydi, çünkü insanın doğadan üstün tutulmasıyla hem doğa sömürülebilecek hem de teknik bilgi araç haline getirilerek özel çıkarlar doğrultusunda kullanılabilecekti (bkz. Jay 1989/a: 371-373).
Eleştirel Okul, marksist gelenekten uzaklaşarak sınıf çelişkisi yerine insan ile doğa arasındaki diyalektik açısından toplumu eleştirmiş ve tarihin motorunu bu çelişkide görmüştür. Bunun sonucunda ise ekonomik sömürü, ekonomik olmayan nitelikte bir tahakküme dönüşmekteydi (Jay 1989/a: 370). Başka deyişle insanın doğa üzerindeki egemenliği, insan üzerindeki tahakkümünü de pekiştirir. Okul aydınlanma düşüncesini eleştirmiştir, çünkü o da özne-nesne (insan-doğa) ayırımı yapmış ve insana doğaya karşı üstünlük ve öncelik tanımıştı Oysa doğa nesne, insan ise öznedir ama ikisi ne birbiriyle özdeş ne de birbirinden bağımsızdırlar. Bu bakımdan bir anlamda doğanın da özne niteliği bulunmaktadır. Buna karşın Aydınlanma’nın insan ile doğa arasında kurduğu diyalektik olmayan özne-nesne ilişkisi, toplumsal ilişkilerin biçimine de aktarılarak yöneten yönetilen ilişkisini en azından haklılaştırmıştır. Okul daha da ileri giderek Aydınlanma’nın totalitarizme beşik olduğunu savunur, çünkü bu felsefe, insanların doğadaki atomların birbirlerinin yerine geçirilebilirliği gibi değiştirilebilir nesneler olarak görülmesine olanak vermiştir. Aslında Aydınlanma’nın yöneten yönetilen ayırımına neden olduğu söylenemezse de, topluma ahlâk’tan (değer yargılarından) bağımsız biçimde nesnel olarak bakma olanağı verdiğinden, insanın araçsallaştırılmasını da aşırı ölçüde artırmıştır.
Aydınlanma düşüncesi doğa ile insan arasındaki diyalektiği yadsıdığı ve insanın doğaya karşı egemenliğine öncelik verdiği için insanın doğaya yabancılaşması sorununu çözememiş ve belki de buna neden olmuştur, çünkü yabancılaşmanın kaynağı araçsal usun tek yanlı olarak kullanımı ve dolayısıyla insanın, doğadan öteye kendi kendisini de araçsallaştırması ve kendine (özne olarak) yabancılaşmasıdır. Aydınlanma düşüncesini eleştirmek açısından Eleştirel Okul, Hegel ile birleşmekteydi. Buna göre insan ancak kavram (diyalektik) aracılığıyla kendi bilincine varabilirdi ve bu dilsel yetenek onu hayvanlardan ayıran en önemli özellikti. Aydınlanma ise kavramın yerine mantıkçı biçimciliği geçirip dolayımlama olanaklarını kırmıştı (Jay 1989/a: 377).
Ondokuzuncu yüzyılın kenter toplumunda insan belli bir bireysellik ve özgürlüğe -az da olsa- sahipti. Bu devirde -dış ve iç tahakkümün bertaraf edilmesi anlamında- olumsuz özgürlük ara etmen olarak gerekliydi. Oysa burjuva toplumunun aksine, kitlesel nitelikte olan “tek boyutlu” toplumda, olumsuz özgürlük de,-yitirilmiştir, çünkü insan nesneye indirgenmiş, toplumsal totalite ile özdeşleşmeye itilmiştir. Bu eksikliği örtbas etmek için ise, -doğaya ve insana karşı belirleyici olma anlamında- olumlu özgürlük daha da artırılır ve bu da Aydınlanmanın, “insanın köleleşmesine” hizmet etmesine neden olur. Sorunun çözümü için Eleştirel Okula göre tek çıkar yol, olumsuz özgürlüklerin en küçük parçasının bile yitirilişine tepki göstermekti.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz