Bir Delinin Öyküsü – Woody Allen | Doğada kusursuz bir şey var mı?

Delilik göreceli bir kavramdır. Hangimizin gerçekten deli olduğunu kim kesin olarak bilebilir? Central Park’ta üzerimde güve yenikli giysiler, yüzümde bir ameliyat maskesi, devrimci sloganlar atıp, isterik isterik gülerek dolaşırken, bu yaptıklarımın o kadar da mantık dışı olduğundan bugün bile emin değilim. Çünkü, sevgili okurum, ben her zaman, herkesin “New York sokak çılgını” dediği, o çöp tenekelerini eşeleyip alışveriş çantasını ip parçaları ve şişe kapaklarıyla dolduran tiplerden biri değildim. Hayır, ben bir zamanlar, yukarı Doğu Yakası’nda oturan, kahverengi bir Mercedes’le şehirde caka satan, üzerimde çeşit çeşit gözalıcı Ralph Laureen tüvitlerimle çok başarılı bir doktordum. Benim, yani üstün zekası ve amansız ters el vuruşlarıyla böbürlenen ve bir zamanlar tiyatro açılışlarında, Sardi’nin Yeri’nde, Lincoln Merkezi’nde, Hamptonlar’da sık sık rastlanan bir yüz olan Dr. Ossip Parkis’in, şimdi bazen sırt çantam ve fırıldak şapkamla, yüzümde bir karış sakal Broadway’den aşağı tekerlekli patenle kaydığıma inanmak ne kadar zor.

Bu onurlu yerden düşmeme neden olan ölümcül çelişki şuydu. Çok önem verdiğim bir kadınla birlikte yaşıyordum; alımlı, hoş bir kişiliği ve zekası olan, bilgili, şakadan anlayan, beraber vakit geçirmenin tam bir zevk olduğu bir kadın. Ama (bunun için Kader’e lanet ediyorum) beni cinsel açıdan heyecanlandırmıyordu. Bu yüzden, her gece Tiffany Schmeederer adlı bir fotomodelle buluşmak için kente sıvışıyordum; insanın kanını donduran dünya görüşü, her gözeneğinden yayılan erotik ışıltıyla ters orantılı bir kadın. Kuşkusuz, sevgili okurum, “bitmek tükenmek bilmeyen bir beden” deyişini duymuşsunuzdur. İşte, Tiffany’nin bedeni yalnız bitip tükenmemekle kalmıyor, beş dakikalık bir kahve molası bile vermiyordu. Saten gibi bir ten, aslan yelesi gibi kestane saçlar, uzun, sütun gibi bacaklar ve ellerinizi herhangi bir yanında gezdirmenin Cyclone’a binmeye benzediği öylesine kıvrak bir beden. Bu, tabii ki, aynı evi paylaştığım, zeka parıltıları saçan, hatta derinlikli Olive Chomsky’nin fizyonomik açıdan hantal biri olduğu anlamına gelmiyor. Hiç değil. Aslında, büyüleyici ve akıllı entelektüellerin, kabaca söylemek gerekirse, kadın kılığında mekaniklerin sahip olduğu özelliklerin hepsini kendinde toplayan güzel bir kadındı Olive. Belki de bu durum, belli bir açıdan üzerine ışık düştüğünde, sözle anlatılmaz biçimde Rifka Teyzemi andırmasından ileri geliyordu. Olive gerçekte annemin kızkardeşine benzediğinden değil. (Bu arada, Rifka’nın görünüşü, Eskenazi folklorundaki Golem adlı karakterinki gibidir.) Sadece göz çevresinde belli belirsiz bir benzerlikti bu, o da gölgeler gerektiği gibi düşerse. Belki bu bir ensest tabusu, belki de Tiffany Schmeederer’inki gibi bir yüz ve beden ancak birkaç milyon yılda bir geldiği ve genellikle bir buz çağı veya dünyanın yanarak yok olmasının habercisi olduğu içindi. Burda önemli olan, iki kadının da en iyi yönlerine gereksinmemin oluşuydu.

İlk önce Olive’le karşılaştım. Ama bu sonsuz bir ilişki zincirinden sonra oldu, eşlerimin hep geride özleyeceğim bir şeyler bıraktıkları ilişkiler. İlk karım akıllıydı ama şakacılıktan nasibini almamıştı. Marx Kardeşler’den Zeppo’nun daha komik olduğuna inanırdı. İkinci karım güzeldi, ama gerçek tutkudan yoksundu. Bir keresinde, hatırlıyorum, sevişirken, tuhaf bir göz yanılsaması olmuş ve bir an için sanki hareket ediyormuş gibi görünmüştü. Üç ay birlikte yaşadığım Sharon Pflug çok düşmancaydı. Whitney Weisglass fazla hoşgörülüydü. Şen bir dul olan Pipa Mondale ise Laurel ve Hardy biçimindeki mumları savunmak gibi ölümcül bir yanılgıya düştü.

İyi niyetli arkadaşlar önceden tanışmadığım kadınlarla ardı arkası kesilmeyen randevular ayarladılar, hepsi de mutlaka ve mutlaka H.P. Lovecraft’ın saflarından. Umutsuzluk içinde karşılık verdiğim New York Kitap Eleştirileri’ndeki ilanlar da boşa gitti: çünkü, “otuzundaki kadın yazar” altmışında çıktı, “Bach ve Beowulf tan hoşlanan liseli kız” Grendel’e benziyordu, “Bay Area eşcinseli” de iki taraflı istekleriyle pek uyuşmadığımı söyledi. Bu, ara sıra karşıma bir fıstık çıkmadı demek değil tabii: yani, şehvetli, akıllı, etkileyici yanları ve alımlı tavırları olan güzel bir kadın. Ama, Tevrat’tan veya Mısırlıların Ölülerin Kitabı’ndan kalma dedem yaşında kurallara uyarak bu kez de onlar beni reddetti. Böylece dünyanın en mutsuz erkeği haline geldim. Dıştan bakıldığında iyi bir yaşam için gerekli her nimete sahiptim. Ama, içten içe, umutsuzca, beni her yönüyle doyuracak bir sevgi arıyordum.

Yalnızlık içinde geçen geceler beni kusursuzluğun estetik değerlerini incelemeye itti: Hyman Amcamın aptallığı dışında, doğada gerçekten “kusursuz” bir şey var mıydı? Ben kimdim de kusursuzluk arıyordum? Ben, bin bir kusurumla. Kusurlarımın bir listesini yaptım, ama 1) Bazen şapkasını unutur’dan ileri gidemedim.

“Anlamlı bir ilişkisi” olan bir tanıdığım var mıydı? Annem ve babam kırk yıldan fazla beraber oturmuşlardı, ama sadece inat yüzünden. Hastane’den Doktor Greenglass, “nazik olduğu için” Feta peynirine benzeyen bir kadınla evlendi. İris Merman, üçlü eyalet alanında oy vermek için kaybolan herkesle kırıştırdı. Hiç kimsenin ilişkisi aslında mutlu değildi. Çok geçmeden karabasanlar görmeye başladım.

Düşümde bir bekarlar barına girdim ve bir gezici sekreter çetesinin saldırısına uğradım. Bana bıçak savurup, Queens ilçesi üzerine güzel şeyler söylemeye zorladılar. Ruh doktorum uzlaşmamı önerdi. Hahamım, “Dur, otur artık,” dedi, “Bayan Blitzstein gibi bir kadına ne dersin? Çok güzel olmayabilir ama kenar mahalleye kaçak yiyecek sokup çıkarmakta ve ateşli silah kullanmakta üstüne yoktur.” Asıl istediği bir kahvede garsonluk yapmak olan bir aktrisle tanıştım, ilk başta umut verdiyse de, kısa bir yemek boyunca söylediğim her şeye, “İşte, bu harika,” karşılığını verince iş değişti. Sonra bir akşam, hastanede geçen yorucu bir günün sonunda biraz gevşemek için yalnız başıma bir Stravinsky konserine gittim. Arada Chomsky’yle tanıştım ve yaşantım değişiverdi.

Eğitim görmüş, Eliot’dan ezbere şiir okuyan, tenis oynayan ve piyanoda Bach’ın “İki Kısım Buluşlar”ını çalabilen inatçı Olive Chomsky. Ayrıca, “Aman tanrım,” gibi şeyler söylemeyen, Pucci ya da Gucci marka hiçbir şey giymeyen, country müzik ve radyo saatlerini dinlemeyen Olive Chomsky. Ve her nasılsa ağza alınmayacak şeyleri anında yapmaya, hatta başlatmaya her zaman istekli olan Olive Chomsky. Onunla ne neşeli aylar geçirdik, ta ki cinsel dürtüm (Guirıness Rekorlar Kitabı’ na geçmiştir sanırım) sönene dek. Konserler, filmler, yemekler, hafta sonları, Pogo’dan RigVeda’ya kadar her şey üzerine bitmek tükenmek bilmeyen harika tartışmalar. Bir tek gaf bile yapmadı. Sadece sezgi. Bir de zeka. Ve tabii hak eden her hedefe gösterilen yeter derecede düşmanlık: politikalara, televizyona, estetik yüz ameliyatlarına, konut tasarımlarının mimarisine, erkeklerin tatil günü giysilerine, film kurslarına ve konuşmaya “esasında” sözüyle başlayan insanlara. Ah, serseri bir güneş ışınının bu anlatılmaz yüz çizgilerini ortaya çıkarıp Rifka Teyze’nin duygusuz görüntüsünü aklıma getirdiği güne lanet olsun! Ayrıca, Soho’da bir çatı katı partisinde, türünün ilk örneği olan erotik Tiffany Schmeederer’in, ekose yünden soket çorabını çekerken bana, çizgi filmlerdeki farelerinkine benzeyen bir sesle, “Ne burcusun?” diye sorduğu güne de lanet olsun! Masallarda kurt haline gelen insanlar gibi yüzümde hissedilir biçimde kıl ve dişler çıkarken, kendimi, bir aydın olarak ilgi duyduğum alanlarla, alfa dalgaları ve İrlanda mitolojisindeki cinlerin altın bulma yetenekleri gibi önemli sorunlarla yarıştıran astroloji konusunda kısa bir tartışmayla onu hoşnut etmek zorunda hissettim.

Saatler sonra, bikini iç çamaşırlarının son parçası da ayak bileklerinden sessizce yere kayarken, mumsu bir eriyiş aşamasına gelip anlatılmaz bir biçimde Hollanda Ulusal Marşı’na daldım. Uçan Walleda’lar gibi sevişmeye koyulduk. Ve böylece başladı.

Olive tanıklar. Tiffany’yle gizli buluşmalar. Şehvetimi başka yerde giderirken sevdiğim kadına bahane bulmalar. Dokunuşu, kıpırdayışı, kafatasımın bir frizbi gibi yerinden fırlayıp boşlukta bir uçan daire gibi dolanmasına neden olan boş, küçük bir yoyoyla giderdiğim şehvetim. Düşlerimin kadınına olan sorumluluğumdan, Emil Jarınings’in Mavi Melek’te yaşadığına benzer bedensel bir saplantı uğruna vazgeçiyordum. Bir keresinde hastaymışım gibi yapıp, Olive’i bir Brahms senfonisine annesiyle gönderdim; bütün bunlar da, televizyonda “İşte Hayatınız”ı seyretmek için çünkü “Johrıny Cash çıkacakmış uğramamda direten şehvetli tanrıçamın geri zekalı kaprislerini doyurmak için. Ama yine de, program boyunca oturarak görevimi yaptıktan sonra, reostaları kısıp libidomu Neptün gezegenine göndererek beni ödüllendirdi. Başka bir zaman, Olive’e sakin sakin gazete almaya gittiğimi söyledim, sonra Tiffany’nin evine kadar yedi blok koştum, asansöre bindim, ama şans bu ya, lanet olası asansör bozuldu kaldı. Kafese kapatılmış bir puma gibi katlar arasında indim çıktım, alevlenen isteklerimi dindiremeden, daha kötüsü, eve uygun bir saatte dönemeden. Sonunda bir itfaiyeci tarafından kurtarıldım ve isteri krizleri arasında Olive için, başrolde ben, iki soyguncu ve Loch Ness canavarı olan bir masal uydurdum.

Allah’tan, şans bu kez benden yanaydı, çünkü eve döndüğümde uyuyordu. Olive, doğuştan içinde olan iyiliği yüzünden, onu başka bir kadınla aldatabileceğimi düşünmüyordu bile; bedensel ilişkilerimiz giderek azaldığı için de, dayanıklılığımı en azından kısmen onu tatmin edecek biçimde idareli kullanıyordum. İçimde atamadığım bir suçluluk duygusu, çok çalışmaktan yorulduğuma dair inanılması güç tanıklar buluyordum, o da bunları bir meleğin saf dilliliğiyle kabul ediyordu. Aslında, bütün bu işkence, aylar geçtikçe beni biraz daha çökertiyordu. Giderek, Edvard Munch’ın “Çığlık”ındaki tipe daha çok benzemeye başladım.

İçinde bulunduğum bu çıkmaza acıyın, sevgili okurlarım! Bu, belki de çağdaşlarımın çoğunu üzen çıldırtıcı belaya acıyın. Karşı cinsin tek bir üyesinde gereksenen şeylerin tümünü hiç bulamamak. Bir yanda, uzlaşmanın ağzı açık bekleyen ateşli uçurumu. Öte yanda, insanın moralini bozan, insanı sinirlendiren aşk oyunları. Fransızlar haklı mıydı? İnsanın hem karısı hem de metresi olması, böylece, iki tarafa karşıladıkları gereksinme oranında sorumluluk duyulması? Böyle bir düzenlemeyi Olive’e önersem, sağolsun anlayışlı olduğu için, İngiliz şemsiyesinin üzerinde kazığa sokulup işimin bitmesi olasılığının çok yüksek olduğunu biliyordum. Giderek bitkinleştim, umutsuzluğa kapıldım, hatta intiharı bile düşündüm. Kafama bir tabanca dayadım, ama son anda sinirlerim boşaldı ve havaya ateş ettim. Mermi tavanı delip geçerek üst kattaki Bayan Fitelson’ın doğruca kitaplığına fırlayıp, tatil günleri bitene dek orada tünemesine neden oldu.

Sonra bir gece her şey aydınlandı. Birden beynimde, ancak LSD’nin yaratabileceği bir aydınlıkla, izleyeceğim yol belli oldu. Olive’i Elgin’de bir Bela Lugosi filmine götürmüştüm. En önemli sahnede, deli bir bilim adamı olan Lugosi, ikisi de bir elektrik fırtınası süresince ameliyat masalarına bağlanmış halde, şanssız bir kurbanının beynini bir gorilinkiyle değiştirir. Eğer böyle bir şey, kurgu dünyasında bir senarist tarafından tasarlanabiliyorsa, benim gibi yetenekli bir cerrah, gerçek yaşamda, aynı şeyi pekala başarabilirdi.

Eee, sevgili okurum, sizi halk zihniyetinin kolay kolay anlayamayacağı oldukça teknik ayrıntılarla sıkmayacağım. Sadece şu kadarını söyleyeyim ki, karanlık ve fırtınalı bir gecede, bir siluet (birinin bedeni erkeklerin arabalarını kaldırıma çıkartacak denli biçimli olan) iki bayıltılmış kadını Beşinci Çilek Caddesi’ndeki kullanılmayan bir ameliyat odasına tıkıştırırken görüldü. Orada, gökte sivri uçlu şimşekler çatırdarken, o zamana dek yalnızca selüloid hayal dünyasında o da, günün birinde boru bükme aletini sanat başyapıtına çevirecek olan bir Macar aktörü tarafından gerçekleştirilmiş bir ameliyat yaptı.

Sonuç? Tiffany Schmeederer, aklı şimdi Olive Chomsky’nin daha az gösterişli bedeninde, kendini cinsel bir nesne olma lanetinden kurtulmuş buldu. Darwin’in öğrettiği gibi, çok geçmeden keskin bir zeka geliştirdi ve Harınah Arendt’inki kadar olmasa da, bu zeka, onun astrolojinin saçmalığının farkına varıp mutlu bir evlilik yapmasına neden oldu. Olive Chomsky ise, ben çevremdekilerin gıptayla baktıkları biri haline gelirken, birdenbire, öteki üstün niteliklerinin yanı sıra kozmik bir topografinin sahibi ve sonra da karım oldu. Tek terslik şuydu ki, Olive’le geçen ve Binbirgece Masalları’ndakinin tıpatıp aynısı olan birkaç olağanüstü aydan sonra, anlatılmaz biçimde, bu düşsel kadından sıkılmaya başladım ve onun yerine, Billie Jean Zapruder adlı, tahta gibi çocuksu bedeni ve Alabama aksanı yüreğimi yerinden fırlatan bir hostese karşı büyük bir tutkuyu kapıldım. İşte, iş bu aşamaya gelmişken hastanedeki görevimden istifa ettim, fırıldak şapkamı ve sırt çantamı takıp Broadway’den aşağı tekerlekli patenle kaymaya başladım.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz