Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor: “İnsanoğlu, her kişinin yaptığından sorumlu olmalıydı”

Yaşar Kemal“Köyler kasabalar bastık, evler yurtlar talan ettik. Talan ettiğimiz köylüler bizi atlara binip izliyorlardı. Yakalayınca da öldürüyorlardı. Bir kasabaya saldırdık. Bir sabahtı. Bir ucundan girdik kasabanın öbür ucundan çıktık. Kasabalılar ardımıza düştüler. Çok arkadaşımızı öldürdüler. Bir adam beni de yakaladı, tabancası elinde, sıkacakken vazgeçti, atından indi yanıma geldi, sevindim beni öldürmeyecek, diye. Yüzüme bir süre baktı, yazık, dedi, seni öldüremeyeceğim. Ne güzel bir çocuksun, Allah da seni ne yakışıklı yaratmış. Ben bu sesleri duyunca daha çok sevinmiştim. Sonra adam belinden hançerini çekti, beni yakaladı önce sağ gözüme soktu, sonra da sol gözüme.”

Anam derdi ki: “Nasıl kurtulduğumuzu daha bilemiyorum”

Bundan sonraki yazdıklarım anamın, Hacer halamın, Tahir amcamın, Adanada dilencilik yapan kör bir adamın anlattıklarıdır.
Yolda gelirlerken çok, sakat, hasta, bitkin asker görmüşler. Çok da asker ölüsü. Bir yandan da savaş sürüyor, toplar patlıyor, ortalık toz duman. Çok da aç insan, çok da hırsızlık görmüşler. Bizimkiler yolda herkesin hırsızlık yaptığını, hemen hemen bütün akrabaların, yalnız bizim ailenin hırsızlık yapmadığını söylüyor, bununla övünüyorlardı. Çünkü bu ev Hacı Süleymanm eviydi. Hacı Şüleymansa birçok kez Hacca gitmiş dini bütün bir kişiymiş. Babası Luvan Beyi Mehmet Ağa, ölürken, çocuklarını yatağının başına toplamış: “Ben ölüyorum çocuklarım, Beylik mührünü de en büyüğünüz Hacı Süleymana veriyorum, inşallah hakkıyla Beyliğimizi sürdürür demiş. Hacı Süleymandır: “Baba,” demiş, “kusura kalma, ben beylik yapamam. Ben, bu kadar Hacca gittim, din uğruna, Allah yoluna bu kadar çaba harcadım, ben bu yaştan sonra tüyü bitmedik yetimlerin hakkını yiyemem, fakir fıkaraya zulmedemem.”

Mehmet Ağa buna çok çok kızmış ama ne yapsın. Öteki kardeşlerinin hepsi de Hacı Süleymana kızmışlar ama ne yapsınlar. Tam bu sırada en küçük kardeş, Vanda, İstanbulda okumuş, yüksek okullar bitirmiş, birkaç yabancı dil bilen bir kişiymiş, “baba, mührü bana ver,” diye Mehmet Ağanın elindeki mühre saldırmış, mührü babasının elinden almış, bu sırada da Mehmet Ağa son soluğunu vermiş.
Bizimkiler, bugün bile Hacı Süleymanm bu davranışıyla övünürler. Bizim evimize haram girmemiştir, diye. Biz Beyliği bile kabul etmeyen Hacı Süleymanm torunlarıyız, diye.
1951 yılında gazeteci olarak röportaj yapmaya Ernis köyüne gittiğimde baktım ki, bütün köy beş aşağı beş yukarı akrabam. Başka köylerden de anamın akrabaları geliyorlardı akın akın. Bunların birçoğunu ad olarak biliyordum.
Bir gün de mezarlığa gideyim, dedim. Bütün tanıdığım, tanımadığım, yani adlarını bilip bilmediğim akrabalarım orada yatıyorlardı. Şu şunun, bu bunun mezarı, diye gösteriyorlardı. “Hacı Süleymanm mezarı nerede?” diye sordum. “Onun mezarı yok,” dediler gülümseyerek. “Son olaraktan, savaştan önce Hacca gitti, bir daha da dönmedi,” dediler.
Birden aklıma geldi. Unutmuş gitmiştim, bizimkilerin uzun yıllardır bekledikleri büyük babamız Hacı Süleymanmış meğer. Şimdi çıkaramıyorum, babamın ölümüne kadar beklemişlerdi onu, demek.

Bir de sürülerce köpek. Sürülerce çocuk. Geçen yıl Amerikada çıkmış bir Ermeninin anılarında yazıyordu: O kadar çok köpek, o kadar çok çocuk kalmıştı ki ortalıkta, sanki bütün dünya çocuktan, köpekten ibarettir, sanırsın. Çünkü, diyordu, köpeklerin sürüleri yok olmuş, sahipleri sürülmüş savaşta ölmüş, öldürülmüş.
Mezopotamya çölü, Güney Doğu, Doğu Anadolu savaşta öldürülmüş, sürülmüş Ermenilerin, Kürtlerin, Türkmenlerin, Azerilerin, Yezidilerin, Nasturilerin, Asurilerin, Süryanilerin sürüleri yok olmuş köpekleri, babasız anasız kalmış çocuklarıyla dolup taşmıştı.
Aç, azgınlaşmış köpekler yüzlerce, binlerce sürüler halinde dolaşıyor, saldıracak hayvan, ceren, kurt, kuş arıyorlardı.
Çocuklar da sürüler haline gelmişti, aç sefil, çırılçıplak… Sürüler halinde dolaşıyor, köylere kasabalara saldırıyor, yüzlerce çocuk, gözlerinin kestiği bir köye saldırıyor, bir yanından giriyorlar köyün, kasabanın, öbür yanından çıkıyorlar. Köyde yiyecek adına hiçbir şey kalmıyor. Çekirge sürüleri gibi. Ben bunun hikayelerini hem bizimkilerden, hem de bu olayları yaşamış birçok kişiden dinledim. Birinci Dünya Savaşının korkunçluğu olacak gibi değil. Hele bu savaşta Anadolu insanının çektiği.

Bizimkiler yolda gelirken bir çocuk yitmişti. Çok güzel bir çocukmuş. Yittiğinde ya sekizinde ya da dokuzundaymış.
Ben 1938’de Adanada ortaokulda okurken Adana Ulu Camisi önünde dilenen bir kişiye rastladım. Dilenci, bir gün baktım birisiyle Kürtçe konuşuyor, yanına yaklaştım, o zamanlar Kürtçem çok daha iyiydi, adını, memleketini, köyünü sordum. Karşıma o yitirilen çocuk çıktı. Kadirlideki akrabalara haber verdim, Şakir amca ona sahip çıktı, yardım etmeye çalıştı.
Onun başından geçen olayları anlatmak zorundayım: Bu çocuk yitince, ne yapsın, aç susuz kalmış, az önce sözünü ettiğim çocuklara karışmış. Çocuk sürüleriyle birlikte de dolaşmaya başlamış. Silahlı atlılar da bir yerde bir çocuk görmesinler hemen öldürüveriyorlarmış. Silahlı atlılar böyle çok çocuk öldürmüşler. Silahlı atlılar, göçmenleri, Yezidileri, daha çok Yezidileri öldürüyorlarmış. Yitik çocuk, bir şeyi hiç unutmuyordu. Gözleriyle görmüştü. Görmüş de yüreği paramparça olmuştu. Çölde bir tepe, Araplar çöldeki tepelere tel dikiyorlarmış. Çoluk çocuk, kadın erkek, kız delikanlı, yaşlı koca, koca karı tepeye doldurmuşlar yüzlerce insanı atlılar. Uçan atları varmış altlarında, parlayan kılıçları varmış ellerinde. Atlılar, ellerindeki uzun değneklerle tepenin yöresine halkalar çıkmışlar.
“Bunlara Yezidi diyorlardı,” diyor yitik çocuk. “Gözlerimle gördüm onları. Ellerini göğe açmışlar, doğan güne dönmüşler, türküler, çok yanık türküler söylüyor, ağlıyorlardı. Atlılar, onların yöresine halkalar çizmişler, çekmiş gitmişlerdi. Ortalıkta bir tek atlı bile kalmamıştı. Tepenin üstündekiler kaçmıyorlardı. Biz çocuklar bir kum tepesinin arkasındaydık, oradan bunlara bakıyor acıyorduk. Ama bunlar kaçmıyorlardı. İçimizde bir Hasan vardı, o şehirliydi, her şeyi biliyordu. Bunlar Yezidi, dedi. Onun için öldürüyorlar onları. Ben çok Yezidi bilirim. Yezidiler, yörelerine çizilmiş halkayı geçip dışarı çıkamazlar. Onlar da biliyorlar, az sonra atlılar gelip onları öldürecekler. Gene de kaçamazlar. Hepsini öldürecek, paralarını da, her bir şeylerini de alacaklar. Burada görürlerse bizim hepimizi de öldürürler. Bizim paramız yok, Yezidi de değiliz ya bizi de öldürecekler. Bütün çocukları da öldürüyorlar. Az bir zaman geçtikten sonra atlılar tozu dumana katarak çölden çıktılar, belki iki yüz vardılar. Biz iyice saklandık, kuma gömüldük. Atlılar tepeye çıktılar. Bir çığlık aldı dünyayı, dünya sarsıldı, indi indi çıktı. Öğleye doğru, tepeden bir tek kişinin iniltisi geliyordu. Hepsini kılıçla doğramışlardı. Tepeye koştuk, atlılar gözükmez olduktan sonra, vardık ki, bir çocuk on yaşlarında anasının ölüsü altında kalmış, çıkardık. Karnında yarası var. Hasan gitti köyden ilaç getirdi. Çocuk iyileşti, bizim aramıza katıldı. Köy soygunlarında, talanlarda, dövüşlerde en yiğidimizdi. Sonra da başımız oldu. Belki emrinde beş yüz altı yüz çocuk vardı. Hiçbirimiz onun buyruğundan çıkmazdık. ”
Bu adamın, yani yitik çocuğun adına Kotey, diyorlardı. Ben Kültlerde böyle bir ad olduğunu bilmiyorum. Belki lakabıydı. Belki bu adın bir anlamı var da ben bilmiyorum.
“Çok ölüm, çok kan, çok ateş gördüm. İyi ki bu dünyayı görmez oldum. Bu kanı göreceğime, keşke gözlerim daha önce kör olsaydı.”
“Gözlerin ne zaman kör oldu?” “Ekinler yandıktan sonra.”
Ekinler yandıktan sonra… Ben bu olayı ta çocukluğumdan bu yana çok çok dinlemiştim. Dengbejler bile yanan ekinler üstüne destanlar çıkarmışlardı.
Ekinler başaktaydı. Sapsarı tarlalar dağlardan çöllere kadar uzanıyor, dünya sarı kıvılcımlar içinde çalkanıyordu. Göçmenler yola dökülmüş yürürlerken iki cephe arasında kaldıklarını geç anladılar. Sağdan soldan, önden arkadan yağmur gibi kurşunlar yağıyordu. Göçleri uzun bir göçtü, binlerce insan üst üste yığılmışlar, dört yandan gelen kurşunlardan nasıl sakınacaklarını bilemiyor, dönüp duruyorlardı. Uzaktan gelen top sesleri de gittikçe onlara yaklaşıyordu. O gece oldukları yerde kaldılar. Yerlerinden kıpırdayamadılar. Arada sırada karanlığın içinden çığlıklar geliyor, kimin öldüğü, kimin kaldığı, bilinmiyordu.
Tanyerleri ışıdı ışıyacak bir top güllesi geldi kalabalığın ortasına düştü. Çığlıklar, parçalanan kollar bacaklar… (Bunca yıldır yazı yazarım, azıcık da olsa yazma ustalığına eriştim, bu ekin yangınını birkaç kez yazmaya çalıştım, o, eski destancıların ustalığının yanına bile yaklaşamadım. Hep düşünüyorum, sanatın, ustalığın gücünü, ben sanatın gücüne yaşamın gücünden daha çok inanırım, acaba doğru mu? Destancılarınki de bir sanat değil mi, hem de on bin yıllık anlatım sanatından gelmiyorlar mı onlar?) Dört yandan da hem top mermileri, hem de kurşun yağıyor. Kalabalık can havliyle bir açılıp bir kapanıyor. Kurşunların arkasından da bir yangın başlıyor. Bir ateş düşmüş düz ovaya, kaptırmış, hızla dört bir yandan saldırıyor. İnsanlar, kurşun, top yağmuru altında, bir de dört yanı sarmış gelen ekin yangınının ortasında… Dön ha dön… Çığlıklar, ağlamalar, inlemeler…
Anam derdi ki: “Nasıl kurtulduğumuzu daha bilemiyorum. O zaman da nasıl yangından çıktığımızı düşünmüş düşünmüş bulamamıştık.”
“Ben bu yangında yittim,” dedi Kotey, “neredeydim, ne yapıyordum, bilemiyordum. Tek başıma öylesine korkmuştum ki… Çöl, gökler kadar uzak, ıssızdı. Uzaklardan top sesleri geliyordu. O kadar çok koşmuştum ki, yangın bir yerlerde kalmıştı. Ben de bir yarın dibine sığınmıştım. Sığınmış, oraya büzülmüş, bir topak kalmıştım. Bir ses, bir soluk bekliyordum. Arada sırada uzaktan top sesleri geliyor sonra da kesiliyor, ortalık ıssızlıktan çm çın ötüyordu. Sonra birden ayak sesleri duydum, ayağa kalktım sevinçle, bir çocuk kalabalığı geliyordu, çölden aşağıdan. Yanıma kadar geldiler, yüzleri kapkara is karasıydı, hepsinin de… Giyitleri de yanmıştı birçoğunun… Bana acıyarak baktılar. Sonradan öğrendim ki, benim yüzüm de onlarınki gibi. Karıştım çocuklara, hepimiz açtık. Gece yarısına doğru gündüzden göz koyduğumuz Bedevi çadırlarına tuzağa geçtik. Gece yarısı olunca da… Bedevilerin ceren tutan atları, azgın köpekleri, tabancaları, tüfekleri vardı. Bir de atıcılardı ki, uçan turnayı gözünden vurabilirlerdi. Ne yapalım, açlıktan ölüyorduk. Bedevi obasını basacaktık. Gecenin karanlığında saldırdık. O kadar ustalaşmışlardı ki çocuklar, çadırların dibine varıncaya kadar köpekler ne bizim kokumuzu alabildi, ne bizden bir ses duyabildi. Birden saldırdık, bir göz açıp kapayıncaya obada ne var ne yoksa aldık kaçtık. Arkamızdan tüfekler patladı. Biz çöle dağılmıştık. Gizliye yattık. Atlanan Bedeviler bizim bir tekimizi bile bulamadılar. Sabah olduğunda biz başka bir yerdeydik. Bir su başı bulduk. Çocuklar buralarını avuçlarının içi gibi biliyorlardı. Su başında rahat rahat karnımızı doyurduk. Gene de bütün çocuklar korkudan deliriyor, ölüyorlardı. Yemek yerken bile ürkek kuşlar gibiydik. Sonra, ben bu çocuklardan ayrılmadım… Taaa Besniye kadar. Köyler kasabalar bastık, evler yurtlar talan ettik. Talan ettiğimiz köylüler bizi atlara binip izliyorlardı. Yakalayınca da öldürüyorlardı. Bir kasabaya saldırdık. Bir sabahtı. Bir ucundan girdik kasabanın öbür ucundan çıktık. Kasabalılar ardımıza düştüler. Çok arkadaşımızı öldürdüler. Bir adam beni de yakaladı, tabancası elinde, sıkacakken vazgeçti, atından indi yanıma geldi, sevindim beni öldürmeyecek, diye. Yüzüme bir süre baktı, yazık, dedi, seni öldüremeyeceğim. Ne güzel bir çocuksun, Allah da seni ne yakışıklı yaratmış. Ben bu sesleri duyunca daha çok sevinmiştim. Sonra adam belinden hançerini çekti, beni yakaladı önce sağ gözüme soktu, sonra da sol gözüme. Bayılmışım, ne kadar baygın kalmışım bilmiyorum. Beni çocuklar uyandırdı. Seslerinden anladım, bizim çocuklar değillerdi. Üç yüz, dört yüz kişi olduklarını söyleyen daha kalabalık bir çocuk topluluğuydu. Nereye gittilerse beni de bırakmadılar, birlikte götürdüler. Bir köyde de baktırdılar. Cerrah gözümü iyi ettikten sonra beni gelip aldılar. Cerraha para da verdiler. İki üç yıl sonra hükümet geldi bizi topladı. Öteki çocukları okullara verdiler. Ben de burasını, Ulu Caminin önünü mekan tuttum. Allah razı olsun, cemaat bana baktı. Benim gibi yitmiş, benim gibi gözden olmuş bir kızla tanıştım, evlendim. Üç çocuğumuz var.”
Koteyin hikayesi beni çok heyecanlandırmıştı, üzmüştü. O kadar üzülmüştüm ki bu olaya, bu olayı ilk olarak yazıyorum, hiçbir romanıma koyamadım Koteyin hikayesini, insanlara kıymak olurdu bu. İşte görüyorsunuz vazgeçtim bu düşüncemden. İnsanoğlu, her kişinin yaptığından sorumlu olmalıydı. Böyle olayları bilmeleri insanların belki bir gün işine yarardı. Yoldaki önemli olaylardan birisi de babamı camide vuran çocuğun ormanda bulunuşuydu.
Ormanda bir pınarın başına konuyor bizimkiler. Babam birkaç gün sonra Çukurovada olacaklarını biliyor. Niçin Çukurova? Gaziantep, Maraş, Urfa, Diyarbakır, Ege kıyıları değil de Çukurova? Sebebini sordum soruşturdum ya bir türlü bulamadım. Birinci Dünya Savaşında Doğu Anadoludan kaçan Kürtlerin birçoğu Konyaya, Denizliye, Afyona, İzmire kadar gitmişler, Ankaraya varmışlardı. Bir kolları o kıraç Bayburtu bile yurt tutmuştu. Her neyse, biz gelelim çocuğa. Anam, Urfa cehenneminden kurtulup İslahiyenin ormanlıklı serin dağlarına ulaştıklarında sevincinden düğün bayram ettiklerini söylüyordu. Orada, pınarın başında sıcak sularla yıkanmış, çamaşırlarını yıkamışlar, arınmışlar, kurunmuşlar, yakınlarındaki çadırlardan bir kuzu almış kesmişler, pirinç pilavı yapmışlar, aşağıdaki köyden bal bile kestirmişler, yani dört başı mamur görkemli bir şölene oturmuşlar, işler yolunda gitmiş ya paralan da hiç kalmamış. Çukurovaya ulaşınca ne yiyecek, ne içecekler, hemen de iş bulunmaz ya… Babam böyle endişe içinde düşünürken, anam işi anlamış, babama demiş ki, “endişelenme hiç,” demiş, “buraya kadar elimizi harama uzatmadık, bir buçuk yıl, o kadar yok yoksulluk çektik de… Bundan sonra da uzatmayacağız/’ Belindeki kemeri çıkarmış babama uzatmış. Babam, “olmaz/’ demiş, “bu senin evlenme armağanın. Tek kardeşinin armağanı, bunu alamam/’
“Her şeyimizi, evimizi, malımızı mülkümüzü, yurdumuzu yitirip buralara kadar gelmedik mi?” Kemeri babamın ayaklarının dibine atmış, “bu da sana kurban olsun,” demiş. “Çalışır gene kazanırız.”
Babam: “Bu çok değerli bir kemer, buralarda bunun değerini bilen bulunur mu ki?” diye üzülmüş.

Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor
Kaynak: Alain Bosquet ile Görüşmeler,  (Yapı Kredi Yayınları)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz