Kulağa coşkulu gelen bir sesle, “sadece yazın demek istiyorum“, diyordu. “Sayfalar dolusu saçmalayın. Aptal olun, duygusal olun, Shelley’yi taklit edin; içinizden gelen her sese kulak verin; dilbilgisi kurallarını da, teknik ve biçimsel alanda bilinen tüm kurallarla beraber ihlal edin; dökün; devirin; kendi keşfiniz olan, olmayan her türlü kelimeyi kullanın, şiirsel bir biçimde, düzyazı bir metinde, ya da elinize geldiği gibi bir çırpıda yazılan anlamsız sözlerle öfkelenin, sevin, alay edin. Ta ki yazmayı öğrenene kadar.”
Belli becerileri kazanmak için de günlüğünü nasıl kullandığını anlatarak devam etti sözlerine. Betimleme, diyalog, hatta karakterlerini oluşturma çalışmaları ilk olarak bu sayfalarda kendini gösterirdi.
“Bir sanat eseri ortaya çıkarabilmenin gerekli şartları nelerdir?” diye yazdı tahtaya.
Üzerinde Ani Difranco tişörtü olan genç bir kadın elini kaldırdı ve cevapladı: “Kendine ait bir odaya ve yılda 500 Sterlinlik bir gelire sahip olmak mı?”
“Doğru“, dedi. Yıllar önce yazdıklarının kanatlanıp kendi yolculuklarını yapmış olmalarına şaşırmıştı ve bu cümlenin ardındaki esas düşünceyi açıklamaya çalıştı. Yazar “hayatın, mümkün olduğunca sakinlik ve düzen içinde devamından yanadır. O, gün be gün, ay be ay aynı yüzleri görmek, aynı kitapları okumak ve aynı şeyleri yapmak ister” diyordu. Kelime tekrarları ile de bu anlayışı vurgulamak niyetindeydi. Sınıfta huzursuz bir kıpırdanma oldu. Bu tanım ünlü bir yazarın parıltılı hayatına pek de yakışmıyordu.
Woolf, ses tonundaki fark edilir derinlik ve ahenkle “böylece tamamına hayal gücü dediğimiz, o gizemli sezgi kabiliyeti de, değişen hisler de çok nazlı ve bir o kadar aldatıcı olabilen hafızanın ani sürprizleri ve su yüzüne çıkardığı imgeleri de hiçbir şekilde zarar görmemiş, rahatsız edilmemiş olur” dedi ve durakladı. Bu dramatik sessizliğin etkisini arttırması için biraz daha bekledi.
Neden sonra kaldığı yerden “bir roman yazarının en temel tutkusu, olabildiğince bilinci dışına çıkmasıdır” diye devam ediyor ve “umarım bunu söyleyerek meslek sırlarımdan birim size vermiyorumdur” sözleri ile öğrencileri kışkırtıyordu.
Uzun boylu genç bir çocuk, hayretle “bilinci dışına çıkmak mı?” diye sordu.
“Beni crans halinde roman yazarken hayal edin” diye yanıtlamaya başladı. “Bir göl kenarında elinde oltası ile oturan, rüyalara dalmış bir balıkçı” imgesi ile düşünmelerini istiyordu. Yazar olarak zihnimizi temizlemek ve “hayal gücümüzün, bilinçaltı dünyamızın sarp kayalıkları arasındaki boşluk ve çatlakları doldurmasına izin vermek zorundayız.” dedikten sonra, yerine geçerken sınıfa şöyle bir baktı, öğrencileri, ırkları, renkleri, inanışları, genci, yaşlısı, kadını, erkeği ile birbirlerinden öyle farklıydılar ki. Yakın zamana kadar İngiltere’de yazarlar pahalı üniversitelerde iyi eğitim görmüş, hali vakti yerinde ailelerin çocukları arasından çıkardı diye düşündü. Peki ya şimdi? Şimdi, bu sıradan insanlar (bu halkın çok içinden ve çok dışından gelenler) karşısında oturuyor ve yazmak istiyorlardı. Kim bilir ne heyecan verici hikâyeleri vardı anlatılmayı bekleyen.
Öğrencileri onun hayatı hakkında daha da fazlasını bilmek istiyorlardı. Woolf da, gün be gün ay be ay yaptığı tek şeyin yazmak olduğunu söylüyordu. Rutin bir şekilde haftanın her günü, sabah dokuz buçuktan öğle yemeği vaktine kadar çalışıyordu. Tel çerçeveli gözlüğünü, gömüldüğü hasır koltuğu ve koltuğun yıpranmış örtüsünü, dizleri üzerindeki yazı tahtasını, kendi sardığı sigaralardan içişini ve mor mürekkeple kaleme aldığı roman taslaklarını hatırlayarak gülümsedi. O zamanlar parmaklarında her daim mor mürekkep lekeleri olurdu.
Gününü öyle dikkatle organize ederdi ki sabahları asla rahatsız edilmezdi. Bu çalışma zamanı konusunda kıskançlık derecesinde hassastı. O saatlerde ne randevusu olurdu, ne ziyaretçi kabul ederdi, ne de basılacak kitapları gözden geçirirdi. Sadece yazardı. Öğrencilerine de, eğer yazmak için böyle bir zaman ayırır ve bunda kararlılık gösterirlerse kendilerini bile şaşırtacak çapta eserler vereceklerini göstermek istiyordu. Neler yapabildiğinizi görmek gerçekten olağanüstüdür diyordu. Düzenli şekilde üretmesini de bu çalışma saatlerine sadık kalışına borçluydu. Sonuç olarak elinde ne vardı? On roman, onu aşkın kısa hikâye, yüzlerce deneme. Sadece mektuplarının sayısı kendi başlarına bini buluyordu. Peki ya kitaplık rafları dolusu günlükleri ve okuma notları? Altmış ciltten fazlaydılar, öyle değil mi? Açıkçası, her gün zihnine düşen fikirlerden bir roman çıkmıyordu. Bazen bir cümle dahi kuracak mecali olmuyor, yalnızca ufak notlar alıyor, kendi kendini gülümsetecek küçük taslaklar yazıyordu. Yine de bunların bile bir özen içinde olması gerekiyordu, öğrencilerine bu notları saklamalarını salık veriyor, bir gün kendilerini şaşırtacaklarını söylüyordu.
Her şey bir yana, yazmak aslında bu işin en kolay kısmı olabilir diyerek onları ciddi manada uyarıyordu. Dünya tüm gücüyle sizden yazmaya ayırdığınız mesai saatlerini çalmaya (ya da daha fenası, yazmak istediğiniz için kendinizi suçlu hissetmenizi sağlamaya) çalışırken, yazmak çok zorlayıcı olabilir. Üretici yanlarını baltalayacak her türlü duygusal tuzağa düşmekten onları kurtaracak çareler sunmak zorundaydı. Kavga etmeye hazır olmalıydılar, özellikle de kadınlar diye uyardı. Yavaş ve gayet ciddi bir ses tonuyla, öldürmeye bile hazır olmaları gerektiğini söylüyordu.
“Öldürmek mi?” diye karşı çıkıyordu şişmanca bir kadın, öldürmenin bir yazma programında işi ne diye soruyor gibiydi.
Woolf un yanıtı ise netti. Evet diyordu, acımasız ve zararlı bir yaratık olan Evin Meleği’ni öldürmeye hazır olmalısınız. Bu sizin, kendini sıfırlamış, kendini diğerleri için adamış, herkesin ihtiyacını kendininkilerin önüne koyan, kendi işinin ehemmiyetsizliğine inanan yanınızdır. Woolf kendisinin de bu Evin Meleği yanını öldürmek zorunda kaldığını itiraf etti.
“Eğer ben onu öldürmeseydim, o beni öldürecekti. Yazılarımı can damarından kesip atacaktı” diyerek onlara durumun ciddiyetini göstermeye çalıştı. Sınıftaki kadınlardan birkaçı ne demek istediğini anlamışlardı, başlarını sallıyorlardı. Ama onu öldürmek kolay olmayacak diye uyarıyordu Woolf.
Büyük bir ciddiyetle “çok zor öldü, tam öldüğünü düşündüğüm zamanlarda yeniden ortaya çıktı” diyordu. Kafasını hafifçe geriye attı, yüzündeki muzip ifadeyle d etti, “kurmacaya olan yatkınlığı ona çok yardımcı olmuştu“. Orası muhakkaktı. Kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra öğrencilerini, eğer yazma zamanlarına sahip çıkma konusunda ciddilerse onu öldürmek zorunda olduklarına inandırdı. Öldüğünde bile her gün bir mücadele demekti ve bu mücadelede her zaman kazanan taraf olmak çok mümkün görünmüyordu. “Yazarak değerlendirmek istediğim nice güzel sabahlar vardı” diyerek iç çekti ve bu sabahların armağanı olan o “en verimli düşünceleri, telefonda konuşurken yitirdiğini” esefle kabullendi.
“Ki o günlerde cep telefonu diye bir şey de yoktu” diyen öğrencinin şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.
Woolf, bu yeni bin yılı, dikkat dağıtan araçları ile başlı başına bir mesele şeklinde tanımladı. Fakat çok heyecan verici bir zaman dilimi olduğunu da inkâr edemezdi. Şüphesiz bu öğrencilerin hepsi de yazar olmayı istiyordu. Ama hayatları onları oyalayan şeylerle çevrili vaziyetteydi. Bu durumda, tamamen kendilerine ait olacak bir zaman diliminin ve kendi özel üretim sahalarının önemi de açığa çıkıyordu. Israrla günlük tutmalarını, her gün yazdıkları bir defterleri olmasını istiyordu.
Arka sıralardan iyi giyimli bir kadın ürkekçe elini kaldırdı.
“Ama tam olarak ne yazmamız gerekiyor? Hissettiğimiz her şeyi yazıya mı dökmeliyiz? Ya da olan biteni kayıt altına aldığımız bir defter mi olmalı bu? Söylemek istediğinizi anladığımdan pek emin değilim.”
Bu defteri bir yazar olarak kullanın diye tavsiyede bulundu. Kendi günlüğünü sınırlarını aşmak için ve değişik türleri test etme alanı olarak kullandığını anlattı.
Saçları asker traşı olan genç bir adam, “sınırlan aşmak” derken ne demek istediğini sordu.
Kulağa coşkulu gelen bir sesle, “sadece yazın demek istiyorum“, diyordu. “Sayfalar dolusu saçmalayın. Aptal olun, duygusal olun, Shelley’yi taklit edin; içinizden gelen her sese kulak verin; dilbilgisi kurallarını da, teknik ve biçimsel alanda bilinen tüm kurallarla beraber ihlal edin; dökün; devirin; kendi keşfiniz olan, olmayan her türlü kelimeyi kullanın, şiirsel bir biçimde, düzyazı bir metinde, ya da elinize geldiği gibi bir çırpıda yazılan anlamsız sözlerle öfkelenin, sevin, alay edin. Ta ki yazmayı öğrenene kadar.”
Belli becerileri kazanmak için de günlüğünü nasıl kullandığını anlatarak devam etti sözlerine. Betimleme, diyalog, hatta karakterlerini oluşturma çalışmaları ilk olarak bu sayfalarda kendini gösterirdi.
“Yazmak, sadece kendim okuyacak olsam bile iyi bir alıştırma oluyordu.” Başından geçenleri sahne taslakları olarak defterine aktarıyordu. Örneğin Thomas Hardy ile geçirdikleri bir çay saatini anlatıyor, o öğleden sonranın ruhunu, eşyanın ve yaşlı bir yazarın dikkat çekici özellikleri ile birlikte vermeye çalışıyordu. Sınırları bu şekilde zorlamak hem mükemmel bir zihin jimnastiği oluyor hem de gözlem gücünü arttırıyordu.
Kimi zaman yeterince iyi yazamadığını hissettiğinde, ya da gayet iyi yazarken bile, durup günlüğünü açardı. Sızrur, Öfkesini kusar, bazen gülmek, bazen insanlarla dalga geçmek için yazardı. Şimdi kendisini çok mahcup eden, acımasızca yazılmış bölümler vardı. Aklına gelenleri hiç tartmadan, düşünmeden rast gele yazdığı, aksi olmaktan kaçınmadığı bir alandı günlüğünün sayfaları onun için. öğrencilerin de günlüklerinde, mükemmel fikirler ve kusursuz cümle yapıları baskısından tamamen uzaklaşıp sınırsız olmaları, kelimelerle oynayabilmeleri çok önemliydi.
Arka sıradaki iyi giyimli kadın, “her gün yazdınız ve büyük bir titizlikle biriktirdiniz, Öyle mi?” diye sordu bu kez.
“Siz içinizden geldiği gibi yapın” dedi. Yani size nasıl kolay geliyorsa Öyle yazın. Her gün de, gün aşırı da yazabilirsiniz. Mühim olan, istikrarı korumaktır. Ben, bazen bir oturuşta sayfalar dolusu yazıyor, sonra günler boyu tek bit kelime dahi yazamıyordum, sonra yeniden büyük bir tutku ile yazmaya başlıyordum. Ben, bu şekilde üretiyordum. Siz de kendi ritminizi bulacak ve onu sürdüreceksiniz.
Özellikle öğrenme aşamasında yazmayı çok ciddiye almamalısınız diye uyardı. Her kelimenin mükemmel olması inancı, yazdıklarınızı güzel yapmaz. Onları felce uğratır Birkaç taslak yazın ve onları mümkün olduğunca serbest bırakın. Bırakın kendi sınırlarını kendileri çizsinler. Yazdıklarınızı asla sansürlemeyin derken sesi çok yumuşak çıkıyordu. Takılabilirsiniz, hatta düşebilirsiniz ama yazmaya devam edin. Günlük sayfasına not edilenlerin sizi nerelere götüreceği çok da mühim değildir. Bu notların asıl amacı bir yazar olarak gözlem gücünüzü arttırmak, kulağınızı hassaslaştırmak ve zihninizi çalıştırmaktır.
Kimi zaman bir roman fikri günlüğe düşülen bu notlar sayesinde doğar. Büyük bir tutkuyla günlüğüne yazarken aklına üşüşen roman taslaklarını hatırlıyordu. Deneysel ve oyunlu çalışmalar kimi zaman hikâyelere, şiirlere kapı aralardı veyahut yazmakta olduğunuz eserinizin önünde yepyeni bir yol açardı. Ancak bu işten keyif almak isteyenlerin bunu çok ciddiye almadan, oyun oynar gibi yapmaları gerekiyordu.
Bütün günlüklerinin yayınlandığını karışık hislerle hatırladı. Eğer dersten sonra bu günlükleri inceleyecek olurlarsa öğrencilerin keşfedecekleri çok mühim bir şey daha vardı. Okudukça göreceklerdi ki kendi yaşadıklarına çok benzeyen duygusal inişler ve çıkışlar Woolf u da sarsıyor, bir lunapark treni gibi kimi zaman onu en yükseklere çıkarıyor sonra ani bir şekilde yere yapıştırıyordu. Her yazar bunu yaşıyordu. Güzel yazamadığı için duyduğu hayal kırıklığını yazdığı kızgın bölümler de vardır günlüğünde. Bir yerinde “Ne utanç verici, hiçbir şey yazamıyorum, yazdıklarımsa çöplükten ibaret” diye kendini aşağılar. Öğrencilerin bu günlükleri okurken karşılaşacağı bir şey de Woolf un kötü yazdığı zamanlarda kendini eleştirmekten çekinmeyişi ve bu yazdıklarını düzeltmeye çalışmasıydı. “Az ve öz yazmayı öğrenmeliyim” diye hatırlatırdı kendine. “Kendi disiplinsizliğim beni dehşete düşürüyor.” Bazı bölümlerse kaleminden dökülüverirdi. Zorlanmadan yazmanın verdiği zevk de elbette bambaşka olurdu. Deniz Feneri (To the Lighthouse) adlı romanım yazdığı günlerde günlüğüne düştüğü şu notu hatırlıyordu: “Yazarlık hayatım boyunca olabileceğim en hızlı ve en özgür şekilde yazıyorum, hatta belki de şimdiye kadar yazdığın en hızlı roman” Elbette hep böyle aşkın olamıyordu. “Kafamda uçuşan fikirleri, somutlaştırıp kâğıda dökemeden, çok az bir farkla kaçırdığımı hissediyorum ama yine de Öyle böyle ilerliyorum” diyordu Madam Dallmuay’i yazdığı günlerde. Günlüklerine düşen bu notların kendi tecrübeleri olduğunu biliyordu. Ama yazar adayı öğrencilerinin de zamanı geldiğinde başvuracakları bir kaynak olabilirdi pekala. Onun sorularına yanıt vermek, mücadelesine ortak olmak isteyebilirlerdi.
Sonuçta Woolf un günlükleri, düzenli yazmanın sonucu olan muazzam bir başarı örneğiydi. Gün be gün, ay be ay aynı şeyin yapılmasıyla ortaya çıkmıştı. Yazmak isteyen Öğrencilerine de, her gün yazma düsturuna bağlı kalmalarını, kimi zaman korkutucu ve sahte olsalar da kelimelerin onları asla yalnız bırakmayacağını yumuşak bir ses tonuyla hatırlatıyordu.
Yazma Alışkanlığı Kazanmak
Kaynak: Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri