Pierre Chardain montaj hattında çalışır. Arka suspansiyon yayını monte eder. Elinde yay kelepçesi vardır. Şasi hareket eder. Pierre Chardain’in bir dakika on iki saniyesi vardır. Kelepçeyi sıkıştırır. Gerektiği gibi çalışır. Ne de olsa üç çocuğu vardır. Saatte dört frank yetmiş beş santim ücret alır. Fazlasını ister. Yeni bir yatak almak istemektedir çünkü. Aydınlık bir apartman dairesinde oturmayı bile düşlemektedir. Oturduğu yerin pencereleri yüksek duvarlarla çevrili küçük bir avluya bakar. Dört yaşına gelen küçük kızı bir türlü yürümeye başlamamıştır. Çok şeyler düşler o. Kelepçeleri daha hızlı bağlamaya çabalar. On saniye, ya da yirmi saniye kazansa, kardır.
Şimdi artık bir yay kelepçesini takmak yalnızca elli beş saniye sürmektedir. Tamam, bunu başardı. Kesinlikle, tam tamına elli beş saniye. Şimdi, Pierre’in önünden saatte yetmiş şasi geçmektedir. Gene o aynı dört frank yetmiş beş santimi almaktadır. Yatak satın alamadı. Kızı hala yürümeyi öğrenemedi. Karamsar ve dalgındır eve giderken. Hep susar. Yürümeyi unutmuştur sanki. Bildiği tek şey, yayları kelepçelemek. Elli beş saniyede. Vaktinden beş yıl önce ölecek Pierre. Ama artık otomobiller, altı santim daha ucuza mal oluyor.
Jean Lebaque, Suresnes’de oturur. Conta yapar. İhtiyar bir anası, iki çocuğu vardır. Pierre gibi pek çok güzel düşü vardır onun da. Yüz contaya dört frank alır. Yaşamayı unutmuştur. Öfkeden kudurmuştur adeta. Dostlarıyla oturup zar atan, gülüp oynayan Jean Lebaque değildir o artık.Hayır. Bir Amerikan makinesidir. Yüz yirmi conta yerine iki yüz yirmi conta üretmeye başlar. Ailesine güzel şeyler alacaktır. Ama olmaz. Otomobil ucuzlamalıdır. Eğer Jean Lebaque contaları daha kısa zamanda üretiyorsa, parça ücreti değiştirilmelidir. Yüz parça başına dört frank alırken, şimdi iki frank seksen santim almaktadır. Ha gayret, daha hızlı çalışayım, dedi. İki yüz otuz contaya çıktı. Ama olmaz ki, bir Amerikan makinesi değil ki o. Tükendi Jean. Düştü. Doktor grip olduğunu söyledi. Kendisi bunun karamsarlık olduğunu biliyordu. Ne yaparsa yapsın, isterse canını çıkarsın, saptanan ücretten fazlasını alamayacaktı. Umut yoktu. Umulacak şey yoktu. Salt acele etmiş olmak için acele etmek zorundaydı, o kadar.
….
İşe yeni girmiş biri Pierre Chardin’e : ” Bu akşamki toplantıya geliyor musun? ” diye sordu.
Pierre başını iki yana salladı. Hayır, gelmiyordu. Yeni gelen daha bozulmamıştı. Hiçbir şey bilmiyordu daha. Kitaplara, tartışmalara, eğitim toplantılarına inanıyordu. Gençliğinde sessiz sakin çalışmıştı. Günde on saat çalıştı ama kimse dürtmedi onu, kimse koşturmadı. Gereçlerini ve demiri seviyordu. İşinden zevk alıyordu. Kendi kendisinin efendisiydi. O günlerde kitap okur, toplantılara giderdi. Emeğin zaferine, insanların kardeşliğine inanırdı. Ama baktı ki, kendi efendiliği beş para etmiyor! Freze tezgahı milimetrenin yüzde biri kadar hassas işliyordu. Artık Pierre makineyi değil, makine Pierre’i kullanıyordu. Şimdi yay kelepçesi takıyordu yalnızca. İnsanların kardeşliğini falan unutmuştu. Tek bir şey anlıyordu : Hiçbir şeyin değişmesi olası değildi. Yürüyen bant gidiyordu. Bunun karşısına hangi tartışmanın gücü çıkabilir ki? Gık dese tekmeyi yer. Atarlar onu. Bir başkasını, Afrikalı birini ya da bir çocuğu alırlar işe. Şu zincir kelepçelerini kim olsa yerine takar… Pierre toplantılara gitmiyor, yoldaşlarıyla görüşmüyor. Öteki insanlar neye yarar? Karşılıklı oturup susuşmaya mı?
Karısının düşleri sönmemişti ama :
” Şansımız yaver giderse Vanves’e taşınırız… Orada hava temiz…”
Pierre susuyordu. Yanıt yok. Şansımız? Yay kelepçeleri yay kelepçeleri olarak kalacaktı. Saat ücretine beş metelik ekleseler, tereyağı fiyatları yükselecekti. Vanves’de temiz hava ha? Belki öyledir, temizdir belki. İyidir. Ama orayla fabrika arası bir saat çeker. Bir saat de dönüş… Oysa Pierre öyle yorgun ki. Garip bir yorgunluk bu. Ona sararsanız, bir çeki odun kırabilir ya da hiç soluk almadan yarım mil koşabilir. Bedensel biryorgunluk değildi bu. Kafası evet, kafası yorgundu. Çabuk! Banttaki otomobil gitmeden kelepçeyi tak!… Dostlarının adını, neye benzediklerini, yüzlerini unutmuştu artık. Karısının ona sorduğunu anlamadı. Elini şöyle dalgın ve üzgün sallayarak, ” çekil başımdan!” dedi.
Karısı zaman zaman sinemaya götürürdü onu. Kaskatı, duyarsız ve uykulu uykulu otururdu orda. Karanlıkta gözlerini güçlükle açık tutabilirdi. Bankerin şu küstah konuğuna neden öyle sırnaştığını anlayamıyordu bir türlü… Çevresinde, sigara dumanları ve titrek ışık çizgilerinin doldurduğu hava, öteki izleyicilerin, dingil taşıyan ya da civata sıkıştıran adamların belirsiz düşüncelerini taşıyordu. Eli ayağı kırık, kolu kanadı kopuk düşünceler… Kürekle ikiye bölünmüş solucanlar gibi kıvranan düşünceler. Düşünce bile değil bunlar, yarı unutulmuş imgelerden oluşan bir mekanik zincir… Bir mağara adamının düşleri bunlar, sağır ve dilsiz bir adamın gevelemeleri, tüm bunlar bir hesap makinesinin sayıklamaları, duvar kağıdı yerine, dudaklar yerine, ilaç yerine tabur tabur insan. Sinemada oturan sıradan izleyici gibi görünüyorlar. Bunların her biri, birer ikişer frank verip bilet almışlar. Sansürün görmelerine izin verdiği bir toplum melodramı izliyorlar. Bu sanattır, aşağı sınıfların kültürüdür bu, Paris’tir bu. “Dünya’nın ışığı” Paris. Düşünceler kıvranıyor, bacaklar uyuşmuş, gözler sedef sinema perdesine bakmaktan kamaşmış. Projektör titremekte. Bant irlemekte.
Ve birden bir gürültü kopuyor. Yüzlerce gırtlaktan çıkan gülme sesi bu. Kahkaha sesi. Valflardan çıkan gürültüye benziyor : “A- ha-ha-ha, O-ho- ho-ho!” Sinema gürültüye boğuldu… Perdede görülen şu : Küstah konuk dans ederken düştü. Paldır küldür düştü ve monoklonu ezdi. Şuna bakın! Nasıl da yapıştı yere! Bak bak, kalkamıyor, emekliyor yerde! Ha-ha ayağının üstüne basamıyor! Nasıl da burnunu siliyor! Ho- ho- hoh-ho! Mağara adamları bir dakika kadar pençelerini havaya kaldırıp homurdandılar. Can çekişen bir neşenin pırıltıları dolar gibi oldu gözlerine. Sonra ışıklar yandı ve Pierre’in gözleri donuklaştı.
…
Pierre eve giderken ağzını açmadı. Karısı bir şeyler söylemeye çabalıyordu :
” İlginç bir filmdi. O siyah saçlı herifin ne mal olduğunu ta başında anlamıştım. Ya sen, sen anlamadın mı?”
Pierre yanıt vermedi. Karısı bütün gün çalışmıştı : Çamaşır yıkamış, kömür taşımış, yerleri ovmuştu sabahtan beri. Sırtı ağrıyordu. Omuzları tutmuyordu. Her yanı ağrıyordu. Ama o bantın başında durmuş değildi. Siyah saçlı adamlardan söz edebilirdi. Ancak Pierre, ağzını açmadı. Suskun suskun soyundu. Yatağa uzandı. Gene suskun. Bir şeyler düşünüyor. Ama ne? Siyah saçlı adam mı aklına geldi? Bir otomobil? Ya da ölüm? Yok, hayır, yastığının yanı başında, duvar kağıdı üzerindeki lekeyi düşünüyor Pierre, şu leke, ağzında piposu bulunan bir insan başına benziyordu! Hayret! Ve de iğrenç! İşte, duman tütmeye başladı pipodan!… Uzun uzun baktı bu lekeye, uzun uzun düşündü.
Sonra :
” Şuraya bir şeyler asmak gerek…” dedi karısına.
Karısı çorap yamıyordu hala. Pierre apaçık, ama boş gözlerle elektirik ampülüne bakıyordu. Gözünü kırpmadı bir süre. Soğuk ışık içinde akıyordu sanki. Kafası karıştı: Pipolu kafa, kara saçlı adam, onun tökezleyipdüşüşü – gülünç, çabuk, çabuk, kelepçeyi tak!… Pierre’in sağ eli alışkın bir hareketle kalktı, sol eli kımıltısız duruyordu. Pierre uykuya daldı. Battaniyenin üzerindeki el, kafası yeni kesilmiş tavuk gibi sıçrıyordu ikide bir. Soluğu, gördüğü karabasana ayak uyduruyordu.
Karısı Pierre’e baktı. Ne bitkin, bezgin ve solgun görünüyordu zavallı! Şu fabrikayı Allah kahretsin! Karısı sessizce, ama gerçekten sessizce göğüs geçirdi. Pierre uyuyordu ya, onun için… Uyuyordu Pierre, amma parmakları belli belirsiz oynuyordu. Yay kelepçelerini takıyor olmalıydı. Sabaha dek, akşama dek, ölüme dek sürecekti bu.
İlya Ehrenburg
Kaynak:Ve İnsan Otomobili Yarattı *
Yayına Hazırlayan: Sevim AYIK
*Ve İnsan Otomobili YarattıIlya Ehrenburg; Çeviren: Şemsa YeğinPayel Yayınları;İstanbul, 2000, 13.5 x 19.5 cm, 203 sayfa, Türkçe.
Yirminci yüzyılın tarihi, insanlığa unutulmaz acılar yaşatan iki yıkıcı ve utanç verici savaşın dışında, birçok bilimsel ve teknik buluşlarla birlikte, insanoğlunu duygusal ve hatta fiziksel olarak yok etme eğilimi gösteren otomobilin de tarihidir.Yüzyılın başında toplumsal yaşama katılan otomobil, büyük bir buluş olarak sunuldu. İnsanlar artık rahatça istedikleri yere ulaşabilecekti. Zengin evlerin önünde atlı arabalar yerine bir tutku haline gelen otomobiller bekleyecekti.
Toplu taşıma araçları yalnız yoksullar için çalışacak soylularla burjuvalarsa özel arabalar içinde seyahat edeceklerdi. Kapitalizm çok karlı bir tüketim alanı daha bulmuştu. İlerde belki de herkesin bir otomobili olabilirdi. Yüzyıl bu hızla başladı ve daha çok yoksullaştı, yaralandı ya da öldü.
Şimdilerde ‘Trafik Canavarı’ dediğimiz ve sanki toplumların genel kültür düzeylerinin dışında bir canlıymış gibi yol kenarlarına resimlerini astığımız ‘Canavar’ gittikçe büyümekte ve çok daha fazla ölümlere neden olmaktadır.
Yazdığı romanlarla 2 kez Stalin Ödülü alan Ehrenburg, bu belgesel romanıyla daha işin başında otomobillerin insan yaşamına neler getirip götürdüğünü çok vazgeçilmez bir tutku haline getirildiğini anlatırken aynı zamanda yükselmekte olan 20. yüzyıl kapitalizminin de kendini nasıl sağlamlaştırdığını, üretimlerin insanların mutluluğu için değil, daha fazla kar elde etmek için yapıldığını, sınıflar arası uçurumun daha da derinleştiğini çok geniş bir toplumsal fresk çizerek göstermektedir.Ve İnsan Otomobili Yarattı, yalnızca bir buluşun değil, insan ruhunu gittikçe kemiren, insanı kendi doğallığından uzaklaştırarak mutsuzluğun başlıca temeli haline gelen mülkiyet tutkusunun da acımasız romanıdır. (Arka Kapak)