Aşağı yukarı M.Ö. 40.000 ya da 50.000 yıllarında Homo sapiens’in tam olarak ortaya çıkmasından beri, «vahşi» avcı-yiyecek toplayıcılar arasında sürekli savaşların olduğu görüşü, bunu doğrulayacak hiçbir kanıtın bulunmadığını gösterme eğilimi taşıyan araştırmaları göz önüne almaksızın Lorenz’in de benimsediği çok tutulan bir klişedir. Lorenz’in kırk bin yıl boyunca örgütlü bir savaşın sürdürüldüğü yolundaki varsayımı, insan, saldırganlığının doğuştan olduğunu kanıtlayacak bir sav olarak sunulan ve savaşın insanın doğal durumu olduğunu savunan eski Hobbes’çu klişeden başka bir şey değildir. Lorenz’in varsayımının mantığı şöyledir: insan saldırgan’dır, çünkü önceden de saldırgan ‘dı bugün de saldırgan’ dır.
Freud’un Saldırganlık Anlayışı
Freud’un kuramı, içgüdü kuramının tarihsel gelişimi içinde son adım olarak görülebilir. Daha sonra göstereceğim gibi, içgüdülerin (benlik içgüdüsü dışta kalmak üzere) bir sınıfta birleştirilmesi, Freud bunun bilincinde olmasa bile, bütün içgüdü kuramının yenilmesi yönünde de ilk adımdı. Freud’un cinsel arzu kuramı birçok okur tarafından çok iyi bilindiği için ve başka yapıtlarda, en iyisi de Freud’un Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları’nı (1915-16, 1916-17 ve 1933) okunabileceği için burada ben yalnızca Freud’un saldırganlık anlayışını ele alacağım.
Freud, cinselliği (libido) ve kendini-korumayı insana egemen olan iki güç olarak gördüğü sürece, saldırganlık olgusuna nispeten daha az önem vermiştir. 1920’lerden sonra bu görüntü baştan aşağı değişti. Benlik ve İlkel Benlik’te. (1923) ve daha sonraki yazılarında, yeni bir ikilem, yaşamla ilgili içgüdü(ler) (eros) ve ölümle ilgili içgüdü(ler) ikilemini önerdi. Freud, yeni kuramsal evreyi şu sözlerle tanımlıyordu: «Yaşamın başlangıcına ilişkin yorumlardan ve biyolojik koşutluklardan yola çıkarak, yaşayan maddeyi korumaya yönelik içgüdünün yanı sıra bu bilimleri parçalamaya ve onları yeniden ilkel, inorganik durumlarına döndürmeye çabalayan, öncekine karşıt bir başka içgüdünün olması gerektiği sonucunu çıkardım. Bir başka deyişle, bir Eros olduğu kadar bir de ölüm içgüdüsü vardı» (S. Freud, 1930).
Ölüm içgüdüsü organizmanın kendisine yönelmiş ise kendini-yıkıcı bir dürtüdür; ama dışa yönelmişse, bu durumda kendinden çok başkalarını yıkıma uğratma eğilimindedir. Ölüm içgüdüsü, cinsellikle birleştiğinde, sadizmde, mazoşizmde anlatımını bulan daha az zararlı dürtülere dönüşür. Her ne kadar Freud birçok kez ölüm içgüdüsünün gücünün azaltılabileceğini ileri sürmüşse de (S. Freud, 1927) temel varsayım değişmeden kalmıştır: İnsan kendini ya da başkalarını yıkıma uğratmaya yönelik bir dürtünün hükmü altındadır ve bu trajik seçenekten kurtulmak için pek az şey yapılabilir. Buradan çıkan sonuç, ölüm içgüdüsünün konumu açısından, saldırganlığın esas olarak dürtülere gösterilen bir tepki değil, insan organizmasının yapısından kaynaklanan kesintisiz bir uyarım olduğu yolundadır.
Ruhçözümlemecilerin çoğunluğu, başka bakımlardan Freud’u izledikleri halde, ölüm içgüdüsü kuramını benimsemeyi reddetmişlerdir. Bunun nedeni, belki de, bu kuramın eski mekanist bilgilenme çerçevesini aşması ve «biyolojik olan»ın içgüdülerin fizyolojisiyle özdeş olduğunu düşünen çoğu kimse açısından kabul edilmez nitelikteki biyolojik düşünüşü gerekli kumaşıydı. Ne var ki yine de yeni tutumuna bütünüyle karşı çıkmadılar. Cinsel içgüdünün öteki kutbu olarak bir «yıkıcı içgüdü»nün varlığım kabul ederek bir uzlaşmaya vardılar. Böylece de bütünüyle yeni bir düşünüş biçimine tabî olmaksızın, Freud’un saldırganlık konusuna verdiği önemi kabul ettiler.
Freud, katıksız bir fizyolojik-mekanik yaklaşımdan, organizmayı bir bütün olarak ele alan ve sevgiyle nefretin biyolojik kaynaklarını çözümleyen biyolojik bir yaklaşıma geçerek ileriye doğru önemli bir adım almıştır. Bununla birlikte, kuramının önemli eksiklikleri bulunmaktadır. Bu kuram, oldukça soyut yorumlara dayanmakta ve yeter derecede inandırıcı gör gül kanıt ortaya koyamamaktadır. Dahası Freud, insan uyarımlarını, yeni kuramın bakış açısıyla açıklamak için başarılı bir çaba gösterdiği halde, varsayımı hayvan davranışlarıyla uyuşmamaktadır. Ona göre, ölüm içgüdüsü bütün canlı organizmalarda var olan biyolojik bir güçtür: bunun anlamı, hayvanlar da gerek kendilerine, gerekse başkalarına karşı ölüm içgüdülerini açığa vururlar, olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında, dışa dönük saldırganlığı az olan hayvanlarda daha çok hastalığa ya da erken ölüme ve bunun tersi hayvanlarda da karşıt bir duruma rastlanması gerekirdi: oysa bu görüşü destekleyen hiçbir veri yoktur.
Bu noktada yalnızca, Freud’un saldırganlık terimini bütünüyle farklı saldırganlık türleri için kullanma geleneğini sürdürerek, böylelikle de bütün saldırganlık türlerini bir tek içgüdüyle açıklama girişimine destek sağlayarak, saldırganlık olgusuna ilişkin çözümlemeyi büyük ölçüde bulandırdığını eklemek istiyorum. Freud’un davranışçı eğilimde olmadığını kesinlikle bildiğimiz için, iki temel gücün birbiriyle çatıştığı ikinci bir anlayışa ulaşma yönündeki genel eğiliminin buna neden olduğunu varsayabiliriz. Bu ikilem başlangıçta kendini koruma ile cinsel arzu arasında, daha sonra da yaşam ve ölüm içgüdüleri arasındaydı. Freud, bu kavramların hatırı için her tutkuyu bu iki kutuptan birisine dahil etmenin, dolayısıyla da gerçekte birbirleriyle ilişkili olmayan eğilimleri bir araya getirmenin faturasını ödemek zorundaydı.
Lorenz’in Saldırganlık Kuramı
Freud’un saldırganlık kuramı geçmişte ve hâlâ çok etkili olmasına karşın karmaşıktı, zordu ve geniş bir okur kitlesince okunup onlar üzerinde etki bırakma anlamında hiçbir zaman yaygınlık kazanmadı. Konrad Lorenz’in Saldırganlık Üzerine (K. Lorenz, 1966). adlı yapıtı ise, bunun tersine, yayımlanmasından kısa bir süre sonra, toplumsal ruhbilim alanında en çok okunan kitaplardan birisi oldu.
Bu büyük ilginin nedenini çözümlemek zor değildir. Her şeyden önce. Saldırganlık Üzerine, tıpkı Lorenz’in daha önce yazdığı Sultan Süleyman’ın Yüzüğü (1952) adlı çarpıcı kitabı gibi, okunması son derecede kolay ve zevkli bir kitaptı; bu yönden de Freud’un ölüm içgüdüsüne ilişkin ağır bilimsel incelemelerinden, hatla Lorenz’in uzmanlar için yazdığ kendi bilimsel yazılarından ve kitaplarından çok farklıydı. Bundan da öteye, daha önce Giriş’te belirtildiği gibi, gözlerini açıp şiddete ve nükleer savaşa doğru sürüklenişimizin kendi eserimiz olan toplumsal, siyasal ve ekonomik koşullardan ileri geldiğini görecek yerde, bu sürüklenişin bizim denetimimiz dışındaki biyolojik etkenlerden dolayı olduğuna inanmayı yeğ tutan birçok insanın düşünüşüne bu kitap uygun düşmektedir.
Lorenz’e göre,3 Freud’a göre olduğu gibi, insan saldırganlığı, sürekli akan bir enerji pınarının beslediği bir içgüdüdür ve dış uyaranlara karşı bir tepki’nin sonucu olması gerekmez. Lorenz, içgüdüsel bir harekete özgü enerjinin, o davranış kalıbıyla ilişkili sinir merkezlerinde sürekli olarak biriktiğini ve eğer yeterince enerji birikin işse, bir uyaran olmasa bile, bir patlama’nın meydana gelmesi olasılığı bulunduğunu savunmaktadır. Bununla birlikte, hayvanlar ve insanlar depolanmış hareket enerjisini serbest bırakacak uyaranları çoğunlukla bulurlar, uygun uyaranlar ortaya çıkıncaya kadar elleri kollan bağlı beklemeleri gerekmez. Uyaran ararlar, hatta yaratırlar. Lorenz, W. Craig’i izleyerek, bu davranışı «iştah davranışı» olarak adlandırır.
“Lorenz’in (ve N. Tinbergen’in) içgüdü anlayışlarına ilişkin ayrıntılı ve şimdiden, klasikleşmiş bir değerlendirme için ve Lorenz’in tutumunun toplu bir eleştirisi için bkz. D. S. Lehmıan (1953). Ayrıca, Saldırganlık Üzerine’nin eleştirisi için L. Berkowitz’in ‘ (1967) ve K. E. Boulding’in (1967) değerlendirme yazılarına bakınız. N. Tinbergen’in Lorenz’in kuramına ilişkin eleştirel değerlendirmesine (1968) ve L. Eisenberg’in kısa ve derinlemesine eleştirisine (1972) de bakınız. insanlar, der, saldırganlık nedeni oldukları için değil de depolanmış enerjiyi serbest bırakacak uyaranları bulmak için siyasal partileri yaratırlar. Ama hiçbir dış uyaranın bulunmadığı ya da yaratılamadığı durumlarda, depolanmış saldırganlık itkisi enerjisi o denli büyüktür ki, deyim yerindeyse, patlayacak ve in vacua harekete geçirilecektir, bir başka deyişle, «gözle görülür bir dış uyarım yokken… bir hedef olmaksızın ortaya konan vakum etkinliği – söz konusu motor hareketlerin olağan biçimde ortaya konmasıyla gerçekten fotoğrafik bir benzerlik sergiler… Bu gösteriyor ki, içgüdüsel davranış kalıbının motor eşgüdüm kalıpları, en ince ayrıntısına dek kalıtımsal olarak belirlenmiştir» (K. Lorenz, 1970; asıl metin Almanca, 1931-42).4
O halde, Lorenz’e göre, saldırganlık esas olarak dış uyaranlara karşı bur tepki değil, insanın içinde «gömülü», serbest kalmaya çabalayan ve dış dürtülerin yeterli olup olmamasına bakmaksızın anlatımını bulacak olan bir uyarılmadır: «İçgüdüyü bu denli tehlikeli hale getiren onun kendiliğindeliliğidir» (K. Lorenz, 1966). Lorenz’in saldırganlık modeli, tıpkı Freud’un cinsel arzu modeli gibi, kapalı bir kapta depolanmış suyun ya da buharın uyguladığı basınca benzediğinden dolayı, haklı bir deyişle, hidrolik bir model olarak adlandırılmıştır.
Bu hidrolik saldırganlık anlayışı, denebilir ki, Lorenz’in kuramının dayanaklarından birisidir; bu anlayış, saldırganlığın üretilmesinde kullanılan mekanizma’ya ilişkindir. Öteki dayanak ise, saldırganlığın yaşamın hizmetinde olduğu, bireyin ve türün varlığını sürdürmesine hizmet ettiği düşüncesidir. Genel bir deyişle, Lorenz, tür-içi saldırganlığın (aynı türün üyeleri arasmdaki saldırganlığın) türün varlığını sürdürme gücünü artırma işlevi gördüğünü varsayar. Lorenz’in öne sürdüğüne göre, saldırganlık bu işlevini, bir türün bireylerini elde bulunan doğal çevreye eşit biçimde dağıtarak, dişinin savunulmasına bağlı olarak «daha iyi insan»ı ayıklayarak ve bir toplumsal kademelerime düzeni kurarak yerine getirir (K. Lorenz, 1964). Saldırganlık bu koruyucu işleve çok daha etkili bir biçimde sahip olabilir; çünkü evrim süreci içersinde, öldürücü saldırganlık, aynı işlevi türe zarar vermeksizin yerine getiren simgesel ve törensi tehditlerden oluşmuş bir davranışa dönüştürülmüştür.
Daha sonra, birçok Amerikalı ruhbilimcinin ve N. Tinbergen’in eleştirilerinin etkisiyle Lorenz, bu tümceyi, öğrenmenin etkisine de yer verecek biçimde değiştirdi (K. Lorenz, 1965).
Ama, diye sürdürüyor tartışmayı Lorenz, hayvanın varlığını sürdürmesine hizmet eden içgüdü, insanda “garip bir biçimde abartılmış” hale gelmiş ve “yabanıllaşmış”ür. Saldırganlık, yaşamın sürdürülmesine hizmet eden bir şey olmaktan çok, onu tehdit eden bir şeye dönüşmüştür.
Öyle görünüyor ki, insan saldırganlığına ilişkin bu açıklamalar Lorenz’in kendisini de tatmin etmemiş ve Lorenz, bir başka açıklama daha ekleme gereğini duymuştur: ne var ki, bu ek açıklama, etolojinin alanı dışına çıkmaktadır. Şöyle yazıyor Lorenz:
Her şeyden önce, insan soyunun kalıtımsal bir kötülüğü olma özelliğini sürdüren saldırganlık dürtüsünün yıkıcı yoğunluğu, çok büyük bir olasılıkla, kabaca kırk bin yıl süresince, yani ilk Taş Devri (Lorenz, Son Taş Devri demek istiyor herhalde) boyunca ilk atalarımızı etkileyen tür-içi bir ayıklanma sürecinin sonucudur, insan silaha, giyeceğe ve toplumsal örgütlenmeye sahip olma, böylece de açlık, donma ve yaban hayvanlarına yem olma tehlikelerini yenebilme aşamasına ulaştığında ve bu tehlikeler, ayıklanmayı etkileyen temel etkenler olmaktan çıktığında, kötü bir tür-içi ayıklanma sürecinin başlamış olması gerektir. Ayıklanmayı etkileyen etken artık birbirine düşman komşu kabileler arasında sürdürülen savaşlardı. Bu savaşlar, ne yazık ki birçok insanın hâlâ arzu edilir ülküler olarak gördüğü bütün bu «savaşçılık erdemleri» denen aşın bir biçime doğru evrim-leşmiş olmalı (K. Lorenz, 1966).
Aşağı yukarı M.Ö. 40.000 ya da 50.000 yıllarında Homo sapiens’in tam olarak ortaya çıkmasından beri, «vahşi» avcı-yiyecek toplayıcılar arasında sürekli savaşların olduğu görüşü, bunu doğrulayacak hiçbir kanıtın bulunmadığını gösterme eğilimi taşıyan araştırmaları göz önüne almaksızın Lorenz’in de benimsediği çok tutulan bir klişedir. Lorenz’in kırk bin yıl boyunca örgütlü bir savaşın sürdürüldüğü yolundaki varsayımı, insan, saldırganlığının doğuştan olduğunu kanıtlayacak bir sav olarak sunulan ve savaşın insanın doğal durumu olduğunu savunan eski Hobbes’çu klişeden başka bir şey değildir. Lorenz’in varsayımının mantığı şöyledir: insan saldırgan’dır, çünkü önceden de saldırgan ‘dı bugün de saldırgan’ dır.
Lorenz’in Son Yontma Taş Çağı’nda sürekli savaşların olduğuna ilişkin tezi doğru olsa bile, kalıtımla ilgili akıl yürütmesi tartışmaya açıktır. Belirli bir özellik ayıklanma açısından bir üstünlüğe sahipse, bu sözkonusu özelliği taşıyanların üretken döllerinin çok sayıda üremesi temeline dayandırılmalıdır. Ama savaşlarda daha çok saldırgan bireyin yitirilmesi olasılığı göz önüne alındığında, ayıklanmanın, bu özelliğin etkisini büyük çapta sürdürmesi olgusunu açıklayıp açıklayamayacağı kuşku götürür. Gerçekte, eğer böylesi bir kayıp olumsuz ayıklanma olarak görülürse, gen sıklığının azalması gerekir.6 Aslına bakılırsa, o çağda nüfus yoğunluğu son derecede azdı ve Homo sapi-ens’in tam olarak ortaya çıkmasından sonra oluşan insan boylarının birçoğu açısından, yiyecek ve yer için birbirleriyle yarışmaya ve savaşmaya pek gerek yoktu.
Lorenz. kuramında iki öğeyi birleştirmiştir. Birincisi, insanlar kadar hayvanların da bireyin ve türün varlığını sürdürmesine yarayan doğuştan bir saldırganlık özelliğine sahip oldukları yolundadır. Daha sonra da ortaya koyacağım gibi, nörofizyolojik bulgular, savunucu saldırganlığın, hayvanın yaşamsal çıkarlarına yönelik tehditlere bir tepki olduğunu, kendiliğinden ortaya çıkmadığını ve sürekli olmadığını göstermektedir. Öteki öğe, yani depolanmış saldırganlığın hidrolik niteliği ise, insanın katillik ve zalimlik dürtülerini açıklamakta kullanılmaktadır, ama bunu destekleyecek pek az kanıt sunulmaktadır. Hem yaşama hizmet eden saldırganlık hem de yıkıcı saldırganlık bir tek sınıfta toplanmıştır; bunları birbirine bağlayan şey de esas olarak bir sözcüktür: «saldırganlık». Tinbergen, Lorenz’in tersine, sorunu tam bir açıklıkla ortaya koymuştur:
İnsan, bir yandan, kendi türüyle kavga etmesi yönünden birçok hayvan türünün akrabasıdır. Ama öte yandan da o, kavga eden binlerce tür arasında, kavgayı yıkıcılığa ulaştıran tek türdür… İnsan, kitle katliamcısı olan tek türdür, kendi toplumu içinde bir çıban ba§ı olan tek varlıktır. Bu niye böyle olmalı ki? (N. Tinbergen, 1968).
kaptığımız kişisel bir görüşmede, yukarıda söz konusu edilen görüşün içerdiği kalıtımla ilgili sorunun anahatlannı çizen Profesör Kurt Hirschhom’a teşekkür ederim.
İçgüdücüler
İçgüdücülük, Davranışçılık, Ruhçözümleme
İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri 1 – Erich Fromm