İLKEL DÜRTÜLERİMİZ MODERN YAŞAMLARIMIZI NASIL BİÇİMLENDİRİYOR? – ROBERT WINSTON

En Meraklı Hayvan

En Meraklı Hayvanlardan yere indiler. Buz Çağı onları yeni bir çevreye uyum sağlamaya zorluyordu. Bu yeni çevre, bitki zengini ormanlardan daha az kaynak içeriyor ve yırtıcı hayvanlardan korunmak için daha az olanak sunuyordu. Burada 200.000 kuşak boyunca ağır ağır kötü bir doğal seçilim dramı yaşandı ve maymun-adam şiddete, kargaşaya ve savana yaşamına daha iyi uyum sağlamış daha hızlı, daha güçlü, daha dayanıklı, daha zehirli hayvanlarla rekabet etti. Savanadaki bu yaşama beyni bir şempanzeninkiyle aynı büyüklükte olan Australopithecus olarak başladık. Bu beynin büyüklüğü sonraki üç milyon yıl içinde üç kalına çıktı.

Beynimiz ve içinde barınan aklımız bizim gizli silahımız ve hayatta kalma sorununa bulduğumuz çözüm oldu. Gitgide karmaşıklaşan zihinsel bir mimari gelişmeye başladı. Beyin hücrelerinin sayısında daha önce eşi benzeri görülmemiş bir artış meydana geldi (bizim beynimizde bugün yüz milyar sinir hücresi bulunmaktadır) ve bunun yanı sıra akıl gittikçe karmaşıklaştı. Öğrenme, duygular ve mantıktaki olağanüstü sıçramaya paralel olarak yeni içgüdüler geliştirmeye devam ettik. Alet yapmayı ve kullanmayı öğrendik. Ateşi ve kullanım alanlarını keşfettik. Çevremizi saran dünyanın daha geniş bir kısmını merak etmeye ve böylece keşifler yapmaya başladık. Birbirimizle konuşmaya başladık. Konuşma toplumsal yaşamı mümkün hale getirdi. Toplumsal yaşam gitgide karmaşıklaşh ve daha başarılı oldu. Aç avcı-toplayıcılardan oluşan küçük gruplar kaynaklarını bir araya getirebiliyor; kendileri, çevreleri, su, yiyecek ve yakıt kaynakları hakkında edindikleri önemli bilgileri değiş tokuş edebiliyorlardı. Üyeleri arasında daha karmaşık duygusal işbirliği ve akrabalık bağları bulunan daha büyük gruplar oluşturmak olanaklı hale geldi. İşbölümünün karmaşıklığının artışı toprağa kök salmamıza, uygarlıklar kurmamıza ve zengin bir kültürel yaşam icat etmemize olanak verdi.

Tür olarak, fiziksel tasarımımız büyük ve anonim kentlere, düşük stres düzeyine, hızlı yiyeceklere, bağımlılık yapan ilaçlara ve toplumsal olmayan bir yaşama uygun değildir. Nükleer silahları icat edenler başka insan gruplarıyla ne kadar kolay ittifak kurduğumuzu ve düşmanlarımıza şiddet uygulamaya ne kadar kolay yöneldiğimizi hiç hesaba katmamıştır. Maddesel zenginlik ve statü arayışı çoğu zaman ailelerin parçalanması sonucunu doğuruyor. Bazı gereksinim ve isteklerimizi her zaman karşılayamıyoruz. Üyeleri birbirine sıkıca bağlı ve bağımlı gruplar halinde yaşadığımız için dedikodu ve entrikaya alışkınız; ama bugün EastEnders ile yetinmek zorundayız. Taş Çağı içgüdülerimiz ile sanayi-ötesi uygarlığın bize yaşattığı stres arasında bir gerilim mevcuttur.  Türümüz beş milyon yıllık savana psikolojisinin genetik yükünü sırtlayarak ve hominidler öncesinden kalan mirası devralarak hayatını sürdürmek zorunda kalmıştır. İçgüdü ve genler Okuduğunuz kitabın konusu işte bu genetik yüktür. Ama önce izninizle “içgüdü” sözcüğüyle ne demek istediğimi anlatayım. Charles Darwin konuyla ilgili olarak ne diyor? Darwin Türlerin Kökeni adlı eserinde, “İçgüdünün herhangi bir tanımlamasını yapmaya kalkışmayacağım. Terimin genellikle çeşitli zihinsel eylemleri içine aldığını göstermek kolaydır; ama içgüdünün guguk kuşunu göç etmeye ve yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakmaya ittiğini söylediğimiz zaman, ne demek istediğimizi herkes anlar,” diye yazar. Bunun evrim teorisinin babasından beklenmeyecek kadar kısa bir açıklama olduğunu düşünebilirsiniz. Ama Darwin “içgüdü” terimiyle ilişkilendirilen özelliklerden hiçbirinin her yerde her zaman karşımıza çıkacak türden nitelikler olmadığına işaret etmekte haklıydı; daima istisnalar olacaktır. Kuşkusuz, elimizde işe yarayan bir tanım olmalıdır ve bu tanım doğuştan sahip olduğumuz akıl ile, öğrenme, kültür ve sosyalleşme yoluyla “edindiğimiz” akıl arasında bir ayrım yapmalıdır. O halde, içgüdü aslında davranışlarımızın öğrenmediğimiz kısmıdır diyebiliriz. Bununla birlikte, çevremiz (ve bu nedenle öğrenmemiz) içgüdülerimizi dışa vurma biçimimiz üzerinde güçlü bir etki yapabilir. İçgüdü; eylem, arzu, akıl ve davranışların geçmişten miras olarak devralınan öğeleridir ve kesinlikle insansal olan içgüdüler savanada geçirdiğimiz zaman  zarfında  bilenen içgüdülerdir. Bugün miras olarak aldığımız nitelikler hakkında Darwin’in bildiğinden çok daha fazla şey biliyoruz; bu niteliklerin genler aracılığıyla aktarıldığını biliyoruz. İnsan genomunun dizilemesinin tamamlanması insan bilimleri tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu uluslararası araştırma programında çalışan önemli kişilerden biri Birleşik Krallık Sanger Enstitüsü’nün başkanı John Sulston idi. Britanyalı sanatçı Marc Quinn alışılmışın dışında bir Sulston portresi yapmıştır ve bu eser Londra’ daki Ulusal Portre Galerisi’nde sergilenmektedir. Eser, Galeri’ de sergilenen ilk “kavramsal portredir.” Portre, konu aldığı kişinin yüzünü resmetmemektedir; bunun yerine, etrafı paslanmaz çelikten yapılmış kalın bir çerçeveyle çevrilmiş bir agar jölesi kitlesi içinde yarısaydam boncuk dizileri asılı durmaktadır. Her boncuk dolaşık halde duran milyonlarca ONA lifi içermektedir. Bu lifler Sulston’ın spermlerinden alınmış kendi genetik materyalinden elde edilerek büyütülmüştür. Sulston ve araştırma ekibinde yer alan Amerikalı Francis Collins ile Eric Lander gibi çalışma arkadaşlarının ne büyük bir başarı kazandığını kavramak biraz güç olabilir. Genetik alanının önde gelen kişilikleri ilk kez 1985 yılında Santa Cruz’ da fikri tartışmak üzere buluştular ve fikrin gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı sonucuna vardılar. Ama 1988′ de Amerikan hüküm eti projeyi resmen onayladı. Bazı kişiler bu projeyi aya yolculuk etmeye benzetiyordu, ama işin  içinde olanlar bu araştırmanın Mars’ a insan göndermek kadar zor bir görev olduğunu düşünüyorlardı. DNA dizileme ve bilgisayar teknolojilerinde hızlı ilerlemeler kaydedilmesiyle birlikte bu düşünceler süratle değişti ve İnsan Genomu Projesi 2001 yılında tamamlandı. Araştırma ekibi tarafından DNA çift sarmalının basamaklarını simgeleyen üç milyar harften (A, T, G ve C harflerinden) oluşan bir liste yayımlandı. Bu liste A4 boyutlarında 600.000 sayfadan oluşuyor ve kitap boyutlarında üretilmiş hali rafta 80 küsur metrelik yer kaplıyordu. Bu dev şifre aslında insan vücudunun nasıl geliştirileceğini anlatan bir formüldür. Kimsenin tek yumurta ikizinin olmadığını varsayarsak, çok küçük farklar dışında herkesin vücudunda bu kimyasal şifrenin  aynısından bulunmaktadır. Buna bu nedenle insan genomu denmektedir. Kişiden kişiye kabaca her bin harften sadece biri değişmektedir. Bu binde birlik farklılık insanın fizyolojisini, hormon dengesini, kanser geliştirme ya da mavi gözlü olma eğilimini belirlemektedir. Ama bu şifrenin 600.000 sayfalık kısmında bu spesifik genler ve onların “fenotip” etkilerini göstermelerini (organizma içerisinde  eylemlerini gerçekleştirmelerini) sağlayan bilgileri aramak, samanlıkta iğne aramaya benzer. Beynin gelişimini belirleyen büyük ölçüde bu genetik şifredir. Ama beynin bilişsel işleyişinin ayrıntıları hala gizemini korumaktadır. Beynin fiziksel yapısının incelenmesi bize çok fazla fikir vermez ve biz bugün beyinle ilgili tıbbi tedavilerin büyük kısmını üstünkörü uygulamaktayız. Beyinle ilgili tıbbi araştırmalarımızı bir adamın önüne bir bilgisayar koyup eline de bir tornavida tutuşturarak ondan bilgisayarın kasasını açmasını ve işletim sisteminin nasıl çalıştığını bulmasını istemekten farklı bir yaklaşımla yürüttüğümüz  söylenemez. Bu iyi bir benzetme olabilir, çünkü insan beyni sadece bilgisayara benzemekle kalmaz, zaten bir tür bilgisayardır. Beynin hızlı ve esnek sinir ağları içerisinde veri işlemciler, bellekler, davranış algoritmaları, mantık yürütme programlan, hızlı-tepki mekanizmaları ve dış dünyaya ilişkin girdi ve çıktılar bulunur. Bu organı araştırmanın en iyi yolu, kasasını hiç açmadan yazılımı  yeniden çalıştırmak ve onun işleyişini izlemektir. Garip davranışlar İnsanlık yirminci yüzyılda etkileyici bilimsel başarılar elde etti. Bunlardan ilki Einstein’ın Newton fiziğine cesurca meydan okuyan özel ve genel görelilik teorileriydi. Görelilik Merkür’ ün yörüngesinde gözlemlenen gariplikleri açıklayarak ve yıldız ışığının Güneş tutulması sırasında Güneş çevresinde nasıl eğileceğini doğru şekilde tahmin ederek çok geçmeden kendini kanıtladı. ABD Nagasaki ve Hiroşima’ya birer atom bombası attığı zaman tüm dünya Einstein’ın kuramlarının doğrulanışına yakından tanık oldu. Peki ya insan bilimleri ve “insan doğasını” aydınlatma girişimleri? Antropologlar uzaklardaki yabancıl adalardan ve metropollerin gettolarından harika öykülerle döndüler. Bu öykülerde kültürel tuhaflıklar, garip, sıra dışı ayinler ve inançlar anlatılıyordu. Bazı antropologlar insan doğası ve kültürlerinin dünyanın her yerinde ve zamanın her uğrağında nasıl bazı açılardan benzer bazı açılardansa farklı olduğunu açıklamayı hedefleyen görkemli ve geniş kapsamlı teoriler kurmaya kalkıştılar. Ama bir süre sonra aralarında işlevselcilik ve yapısalcılığın da yer aldığı bu teoriler yavaş yavaş yok oldu ya da saygınlığım yitirdi. Princeton Üniversitesi’nin saygın antropoloğu Profesör Clifford Geertz antropologların işinin laboratuvarda deney yapmak olmadığına işaret etmekte haklıdır. Trobriand Adalarında yaşayan halklar arasında Oedipus kompleksinin “ters yönde gerçekleştiği” iddiası ya da Pueblo Kızılderililerinin hiçbir şekilde saldırgan olmadıkları teorisi “bilimsel olarak sınanmış ve onaylanmış” varsayımlar değil, birtakım yorumlardır.

İnsan davranışı değişken ve tahmin edilmesi güçtür. Kimsenin Günlüğü adlı eserin kahramanı Bay Pooter her sabah kent merkezine inmek için sekiz kırk beş otobüsünü yirmi sene boyunca hiç  kaçırmadı diye onun aynı otobüsü yarın da yakalayacağına güvenemeyiz. Nitekim bir sabah Bay Pooter bir nakliyeci ile tartışır ve bu yüzden otobüsü kaçırır. Öte yandan Merkür’ün yörüngesinin tahmin edilmesi kolaydır. Görelilik teorileri Newton’un göksel cisimlerin hareketlerine ilişkin olarak kurduğu modeli daha da iyileştirmiştir. Ve ona bir asteroit ya da kuyrukluyıldız çarpmadığı sürece (ki bu da tahmin edilebilecek bir olaydır) Merkür Güneş kendi kendini yakıp bitirene dek aynı hareketi tekrarlayacaktır. İnsan her gün sınırsız sayıda davranış sergileyebilir. Bir restoranda olduğunuzu ve sabırsızlıkla akşam yemeğinizin gelmesini beklediğinizi düşünün. O gün öğle yemeği yeme fırsatı bulamadığınız için artık Pavlov’un köpeklerinden pek bir farkınız kalmamıştır. Sipariş verdiğiniz az pişmiş bifteğin düşüncesi bile ağzını sulandırmaya yetiyor. Sonunda garson önünüze bir tabak koyuyor, ama siz bifteğin çok pişirildiğini ve eskimiş çizmeler gibi simsiyah ve kaskatı olduğunu hemen fark ediyorsunuz. Umutsuzluğa kapılıyorsunuz. Bu durumda ne yaparsınız? Geri mi gönderirsiniz? Olay mı çıkarırsınız? Garsona fazla pişirildiğini belirtmekle yetinip bifteği yemeye mi başlarsınız? Yeni bifteğin gelmesini beklemek size çok zor mu gelir? Ya da hemen restorandan çıkıp köşedeki Burger King’ e mi gidersiniz?

Şimdi pencereden giren ışık ışınıyla aydınlanarak odada uçan toz parçacığını düşünün. Toz parçacığı üç boyutlu uzayda belli bir yol izler ve hareketi birkaç değişken tarafından belirlenir: Açık pencereden giren hava akımı; havayı ısıtan ve parça ağı havaya kaldıran sıcaklığı doğuran güneş ışığı; hava akımlarından ötürü oluşan tahmin edilmesi çok güç girdaplar ve burgaçlar; ve son derece ender görülecek bir şey olarak kabul etsek de, havada uçuşan başka parçacıklarla çarpışan akarlar. Bir de tıpkı atmosferde düşen başka nesnelere yaptıkları gibi toz parçacığına da etki edecek kuvvetler olan yerçekimi ve hava direnci. Toz parçacığının izleyeceği yol muhtemelen çok dolambaçlı olacak, parçacık birçok kez yön değiştirecektir. Bazen birden fazla kuvvet parçacığa aynı anda etki edecektir. Bu kuvvetlerden bazıları, örneğin güneş ışınları ve yerçekimi, parçacığı ters yönlerde hareket etmeye zorlayacak, birbirlerini etkisiz hale getirecektir. Başka kuvvetlerse uyum içinde hareket ederek parçacığı tek bir yönde yol almaya itecek, onun hızını artıracaktır. Tıpkı toz parçacığı gibi insan davranışları da birçok kuvvetin merhametine kalmıştır. Pek çok farklı biyolojik, bilişsel ve kültürel kuvvetler tarafından aynı anda farklı yönlere itilir ve çekiliriz. Bu kuvvetlerden bazıları aynı yönde, bazılarıysa ters yönde çalışabilir. İki içgüdüsel eğilimin birbirleriyle çelişmesi çok olasıdır. Ama bu, söz konusu kuvvetlerin bir arada var olamayacakları anlamına gelmez; sadece “toz parçacığının” üç boyutlu uzayda izleyeceği yolun anlaşılmasının daha güç olacağı anlamına gelir. Biri şiddeti diğeri işbirliğini destekleyen iki farklı uyum sağlama mekanizmasına sahip olmamız, bu kuvvetleri ayrı ayrı açıklayamayacağımız anlamına gelmez.

Bu kuvvetlerden biri bizi bir yöne iterken öteki farklı bir yöne çeker; karşı karşıya olduğumuz güçlük birbirine dolaşık halde işleyen bu kuvvetleri çözmek ve kökenlerini açıklamaktır. Kaos teorisi toz parçacığının izleyeceği yolu önceden tahmin etmenin olanaksız değilse de çok güç olduğunu söyler. Bunun nedeni kelebek etkisiyle ilgilidir. Bu düşünceye göre Çin’ de tek bir kelebeğin kanat çırpması en nihayetinde Karayiplerdeki bir fırtınanın gidişatını etkileyebilir. Başlangıç koşullarındaki küçük değişiklikler kaotik bir sistemin nihai sonucu üzerinde önemli etkiler yapabilir. Bu, fiziksel dünya için olduğu gibi insan davranışları için de geçerlidir. İşe sayısız etmen karıştığı için insan davranışlarını modellemek olanaksızdır. Bu etmenlerin her biri kelebeğin kanadının yaptığı etkiyi yapma potansiyeline sahiptir. Ve işi daha da karmaşık hale getiren bir başka faktör daha mevcuttur: İnsanlar özgür iradeye sahiptir. İnsan davranışı (içgüdüsel, fizyolojik, mantıksal, duygusal vs.) pek çok etmenin ürünüdür. Bu nedenle tahmin edilmesi olanaksızdır ve açıklanması olağanüstü derecede karmaşık bir süreçtir. Laboratuvar deneyleri bir kişinin bir ışığın yanıp sönmesine tepki verme süresinin değiştiğini ve bu değişimi bir modele oturtmanın mümkün olmadığını göstermiştir. Bu türden gelişigüzel çıktılar eğer kişiyi bir aslan kovalıyorsa faydalı olabilir; yön değiştirebiliriz, tahmin edilmesi olanaksız biçimde sağdan sola sıçrayabiliriz ve aslana yakalanmadan kaçmayı başarmamız biraz daha olanaklı hale gelebilir. Rastlantısallık sinirsel yapımızın özgün bir öğesidir. Çok pişirilmiş bifteği bir akşam yiyebilir, ertesi akşam garsona saldırabilirsiniz. Ama savanada hayatın nasıl olması gerektiği ve ilk insanın pek çok deneyime nasıl tepki vermiş olabileceğiyle ilgili geçerli varsayımlar yapabiliriz. Bu gezende birtakım temel ilkelere sıkı sıkıya uyulduğunu biliyoruz. Gece, gündüz, güneş ışığı, yağmur ve sıcaklık değişimi denen şeyler var. Tırmanılacak  tepeler,  geçilecek ırmaklar var. Ara sıra kuraklıklar meydana geliyor. Kemiklerini bulduğumuz için, başta büyük kediler olmak üzere birtakım iri yırtıcı hayvanlar olduğunu biliyoruz. Hominidler yenme tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. Kedilere ve muhtemelen insanlara da av olan antilop, geyik ve diğer otçul memeli hayvan sürüleri olduğunu biliyoruz. Bitkiler besin kaynağıydı, ama aynı zamanda zehirli böcekler barındırıyor ve zehirli meyveler de veriyordu. Memelilerin yaşam tarzını  yöneten  temel kuralların o zamandan bu yana hiç değişmediğinden emin olabiliriz. Savanada yaşayan hominidlerin yemesi, içmesi, geceleri kendini sıcak tutması ve uyuması gerekiyordu. Yaşlanıyorduk.

En Meraklı Hayvan genlik çağına giriyor ve seks yapıyorduk. Kadınlar gebe kalıyor ve bebeklerini emziriyordu. Fiziksel olarak erkeklerden daha ince yapılı ve zayıftılar. Doğurgan oldukları dönem içerisinde nispeten az sayıda çocuk yapabiliyorlardı. Erkekler daha güçlüydü ve gebe bırakabilecekleri kadın sayısı sınırsızdı. Anlatacağımız öykü açısından son derece önemli oldukları için cinsiyet farklılıklarının taşıdığı anlamları daha sonraki bölümlerde ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Bütün bunları kesin olarak biliyoruz. Hominidlerin ölüm, kardeş, ebeveyn ve çocuk anlayışına sahip olduğunu biliyoruz. Hastalık ve yaralanmayı da biliyorlardı. Zayıf düşmüş ya da sakat kalmış bireyler  beslenme ve korunma bakımından başkalarına bağımlıydı, aksi halde ölüyorlardı. Bebek ölüm oranı yüksek, ortalama ömür kısaydı. Savana otlaklarının maddesel kaynaklar bakımından dipsiz kuyu olmadığını varsaymalıyız. Bu cennet bahçesi bir bolluk ülkesi değildi, her ağacın dalları meyve yüklü değildi ve etrafta kesilmeyi uysal uysal bekleyen semiz danalar bulunmuyordu. Kaynakların (av hayvanları, yenebilir bitkiler, su ve barınak)  sınırlı  oluşu muhtemelen kaynaklar için rekabet yaşandığı anlamına geliyordu. Bu sadece türler arasında değil türler içinde de yaşanan bir rekabetti. Başka deyişle, pekala birbirimizle savaşabiliyorduk. Bu maddesel gerçeklerin altında gen-merkezli evrimle ilgili bazı temel gerçekler yatmaktadır. Yaklaşık son elli yıl içinde doğal seçilimin nasıl işlediği hakkında pek çok ayrıntıyı öğrendik. Doğal seçilimin mantığına ilişkin oldukça iyi açıklamalar bulundu. Bu kavramın merkezinde ”bencil” gen fikri bulunmaktadır. Göreceğimiz gibi, bencil gen hem evrimsel gelişim hem de insanın mevcut psikolojisi üzerinde çok büyük bir etki yapmaktadır. Bencil gen sadece kaynak ve eş bulmak için verdiğimiz mücadeleyi etkilemekle kalmamakta, seks ve aile yaşamlarımızın evrildiği koşullan da belirlemektedir.

Robert Winston
Kaynak: İnsan İçgüdüsü
İngilizceden çeviren: Sinan Köseoğlu

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz