“Biri gelsin ve kurtarsın beni bu yezidi çemberinden, demişsin bir öykünde” dedi. Demişsem demişim, bir şey mi oldu, dedin. “Geldim işte” dedi. Daha bir sıkı sokuldu koluna. Dirseğinle yokladın belini, silahı var mı diye. Öbür tarafında olabilir diye düşündün. Korkağın tekiydin. “Ne o, yoklama mı çekiyorsun bize” dedi. Bir şey diyemedin. Bir-sıfır. Ayık görünmüyordu o da. Gecenin kaçıydı, bilmiyordun. Ben söyleyeyim sana, gecenin tam üçüydü. Sokak lambalarının aydınlattığı kadarıyla gördün. Geniş mi geniş bir yüzü vardı. Solgun. Alnında bir ben. Hafif sakal. Sabah karşılaşsan bununla, yüzünün sadece gözlerinden oluştuğunu düşünürdün. Öyleyse hoş geldin, dedin ona. Tebessüm etti.
Çift Kâğıt
Kırk yıllık içici gibi asıldın cıgaraya.
Onu dinliyor, bu kez sana ne anlatacak diye merakla bekliyor, kafandakiler dağılsın istiyordun. Olmadı. Yine ve yeni sorulara boğuldun. Sonunda buradasın, tam karşımda. Bunu bana bile sorma, sen miydin o, yoksa bir başkası da mı vardı, anlatamam. Israr etme. Tamam. Tamam. Anlatacağım hepsini, her şeyi… Sokakta kendinle nasıl karşılaştığını, birer birer anlatacağım sana. Sabret ve dinle.
– Muallak Sokak’ta Buran var, bizim Çiftkafa. Görsen tanırsın, mal onun malı. Allah şahit, bunca zamandır yazılıyorum ona, görmedim daha bi yamuğunu. Eee, bunca yılın biletçisi ne de olsa, dedi.
Abi bi çiftli daha yapalım mı, ne dersin, dedin. Kafana göre dedi, yapmışken yapalım bi zurna. İki Samsun daha patlattın. Sen patlatır patlatmaz, o iki kâğıt daha çıkardı cüzdanından. Çarşaf diyordu buna o. Diliyle ıslattı. Bıyığı sararmıştı, dudakları şişkin. Bir öpüşten yeni uyanmış gibiydi dudakları. Dişleriyle ezdi kâğıtların kenarını. Bekliyor, seyrediyordun sadece. Kenarları ezilmiş kâğıtlar iyice yapışsın diye birbirine, üst üste, sağ dizine koydu sonra. Dirseğini de üstüne. Götürüp getirdi. Getirip götürdü sağ dirseğini. Sıcak bir öpüşmeden sevişmeye uzanan yol gibi. Sonra da parmaklarının arasına alıp usulca sardı. Çocuğunu okşar gibi, sever gibi yeniden, usul usul sardı cıgarayı. Derken sana uzattı. Beklemiyordun.
– Al yak, dedi.
Sen de olur mu abi dedin, Sezar’ın hakkı Sezar’a. Bunca emek verdin, sen yak, dedin haddini bilerek. Racona uymuştu. Senin de eksik kalır yanın yoktu.
Öyle bir duman aldı ki, boğulacak sandın. Sıra yine sendeydi. Soğumasını bekledin. Zaten soğuyasın diye oradan, uzun zamandır gitmiyordun oraya. Söz vermiştin kendi kendine. Daha doğrusu Mehlika’ya. Bir anlık tövbe işte! Tekke aynı tekke, diye geçirdin içinden. Karşılama aynı karşılama. İçeri girer girmez “Ooo seni gören hacı oluyor,” diye buyruldun masaya. Çerçevede süslü bir yazı asmışlardı duvara, gözün ona takıldı uzun uzun: “Yalandır Dünya Yalancıdır İnsan” Bu yoktu eskiden. Eskisini kaldırmışlardı: “Ne olursan ol gel, ama geldiğin gibi gitme!”
Konuşacak bir şeyler bulamayınca, çevrene bakındın: masa, koltuklar, camı parçalanmış televizyon, duvar boyunca sıralanmış kitaplar, kadife koltukların yumuşaklığı, duvarın eflatun rengi, onun elindeki kehribar tespih… Hepsi ve her şey aynıydı. Her şey yerli yerinde. Koltukların yeri bile değiştirilmemiş. Hâlâ Seyfettin Sucu çalıyordu teypte: “Dam üstüne çul serer leyli de yâr loylu da yâr, bilmem yâr kimi sever…” haliyle aklına düştü. Tekrarbetekrar. Buğulu gözlerle dalınca uzaklara o, kasedi değiştirdi birden. Doğruydu tahminin. Daha güzel olunca kafalar, Kazancı Bedih söylemeye başladı bu kez: “Beni candan usandırdı cefadan yâr usanmaz mı…” İçtikçe batıyor, battıkça buğulanıyordunuz.
Yalnız o ara, Hikmet Abi’nin ölümüne çok üzüldün. Karşındaki de kahrolmakla kalmadı, hayata küstü sanki. Boncuk boncuk gözyaşlarını içine akıttı. Ardından damardan ve insanı duman eden bir şarkıya eşlik etti: “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın…” duman ve damar bir hayli etkilemişti ki onu, derinden bir of çekti, ulan felek bu ne ayak, dedi. Demişken diyelim dediniz. Andıkça analım. Hikmet Abi ki kuş beslerdi bu dünyada, dedin. Dövüş horozu yetiştirirdi. Neydi o, bi duman almayagörsün ya da içli bir şarkı kulağına dolmasın, gözleri baygın baygın bakar, altın dişleri birdenbire parlar, olur olmaz söylerdi: “Küçücük tren kocaman ray/ Vay anam vay!” O uğultulu ses kulaklarındaydı hâlâ. Rivayet miydi, hakikat miydi bilmiyordun, ama onun dillerden dillere dolaşan hikâyesi, duyduğun en esaslı aşk hikâyesiydi. Sevdiği kadın evlenince başkasıyla, gerdek gecesi öldürmüş ağyarını. O gün bugün hep burada, asılmış her gece. Kuru üzüm, bal ve bademle beslemiş kuş ve horozlarını bu arada. Kendi gerdek gecesi öldürüleceğinden mi korkmuş ne, evlenmemiş bir daha. Allah ruhunu şad etsin, dedin. Toprağı bol olsun, dedi. O toprağa iki damla gözyaşı akıttı sonra.
Ortalık iyice duman altıydı. Olur olmaz neşeye boğuluyor, gerekli gereksiz kahkahalar savuruyordunuz ortalığa. Sıra sendeydi. Bu ortamın tek şaşmazı, sıranın kimde olduğuydu. Derinden bir duman aldın. Aklında Mehlika. Duvarlarda, yanı başında, pencereden uğrun uğrun içeri giren ay ışığında, her yerde, her tarafta Mehlika. Ah!
Şimdi değil, çıkınca arayacağım onu, dedin. Sana bi çift lafım var, seviyorum seni, başka seçeneğim yok, diyecektin.
– Ne o, daldın gene, dedi.
– Yok bir şeyim, dedin.
– Sevda mı yoksa…
Başını usulca önüne eğdin.
“Belli belli, hem de karasından” dedi. Elini omzuna koydu, bir dostluk belirtisi, hafifçe gülümsedi. İnsan hangi durumda olursa olsun, bir çift göz kendisine baksın istiyor diye düşündün. Zihnin Mehlika’ya ait anılarla dolup taşarken, bu anılar kalbinde ince bir sızı olup donuyordu. Üşüyordun. Durmadan üşüyordun. Utanmasan ellerini hohlayıp, hüngür hüngür ağlayacaktın. Olmadı. Onu da başaramadın. Yapsaydın rahatlayacak, bugün bu durumda olmayacak, her şeyi hatırlıyor olacaktın. Sen amansız ağrılarının dinmesini beklerken, “Şu mahkemelik olan yetmişliklerin hikâyesini biliyor musun” diye sordu sana. Başını yok anlamında sağa sola çevirdin. Onun gözlerine baktın –iyice kaymış– hadi anlat, ne duruyorsun, der gibi. Başladı anlatmaya, senin yüreğine dokuna dokuna.
Dedi: “Yetmiş yaşlarında bir kadın kocasını vermiş mahkemeye. Boşanmak için. Duyan duymayan herkes merak içinde. Bu yaştaki bir kadın niçin boşanmak ister ki kocasından? Ölümün eşiğindeymişler zaten. Herkes herkese kulak olmuş. Olay bi anda ülkenin gündemine oturmuş. Bütün gözler bu olayda. Mahkeme salonu hıncahınç doluymuş da çıt çıkmıyormuş oradan. Yalnız gazetecilerin flaşları patlıyormuş, çat çat çat diye. Neyse, iğne atsan yere düşmez yerde, kadın kalkmış ayağa ve başlamış anlatmaya. Hâkim Bey Evladım demiş, ben bu adamla daha on sekizimde evlendim. O zamanlar deli divaneyiz birbirimize. Eksik olmasın bunca yıldır bi hatasını da görmedim. Yalnız biz evlendikten birkaç yıl sonra anladık ki, bizim çocuğumuz olmuyor, olmayacakmış. Kusur kimde diye sormadık, incitmek istemedik birbirimizi. Nefes alıp dinlenmiş de bir süre, yutkuna yutkuna devam etmiş sonra. Neyse demiş, başınızı fazla ağrıtmayayım, sonra nasıl olduysa eşim eve bir gün bir çiçekle geldi. Gayet güzel bir çiçekle. Nasıl sevindim anlatamam. Madem bizim çocuğumuz olmuyor, bu çiçek bizim çocuğumuz olsun, dedi. Bu çiçeğe çocuğumuzmuş gibi bakalım. Ama şunu da eklemeyi unutmadı. Bu çiçeğe her gece en az bir kez su verilmesi gerekiyor. Kabul mü? Kabul. Ben boynumda her gece bir sızı, geceleri erken uyur, yorgun düşerdim. Eşim de bunca yıldır her gece on ikiden sonra uyandırdı beni ve çiçeğe su vermeye gönderdi. Derken çiçeğimiz büyüdü büyüdü, bahçede kocaman bir yer kapladı. Ama ben, her nedense geçen gün fark ettim ki, hep ben su verdim bu çiçeğe. Yaz demedim, kış demedim, boran fırtına demedim, su vermeye indim bahçeye. Bir gün olsun gidip su vermedi çiçeğe. Oysa bu çiçek ikimizin çiçeği, bu çocuk ikimizin çocuğuydu. Ben çiçeğimi de çocuğumu da alıp boşanmak istiyorum Hâkim Bey Evladım, demiş. Dayanamamış, hıçkıra hıçkıra ağlamış o ara.
Salondakiler adamın bu bencil davranışı karşısında boğmak istemişler onu, ama mahkeme salonu olduğundan kimse kıpırdayamamış bile yerinden. Hâkim bile tarafsız olması gerekirken Beyamca demiş, anlat bakalım hele. Hep bu zavallı kadıncağızı gönderdin, bir gün olsun gidip su veremez miydin çiçeğe?
Beyamca elinde bastonu, kamburlaşmış sırtı, ağarmış saçları, öbür elinde kasketiyle zorla kalkmış ayağa. Hâkim Bey Evladım demiş, hanımımın anlattıklarının hepsi doğrudur. Doğrudur hepsi. Ben demiş, askerliğimi reisicumhurun bahçıvanı olarak yaptım. Hangi çiçek su ister, hangisi güneş, hangisi ne kadar gübre, ben çok iyi bilirim, demiş. Aslında getirdiğim o çiçeğin ne suya ne de güneşe ihtiyacı vardı. Böyle deyince beyamca, salonda bir gürültüdür kopmuş. Hâkim de sinirlenmiş tabii, susturuvermiş salondakileri. Beyamca hafif öksürdükten sonra, teker teker anlatmaya başlamış tekrar. Birer birer, canım canım anlatmış. Bunca yıldır eşimle birlikteyim, bir gün olsun ayrı kalmadık birbirimizden. Buraya bile birlikte geldik, demiş. Kimisi etkilenmiş bu cümleden, kendini tutamayıp ağlayanlar bile olmuş. Bunca yılın sırrını açıklayacağım için de bir hayli üzgünüm, demiş. Beyamca öksürmüş tekrar. Hâkim Bey Evladım demiş, bu söyleyeceğimi eşim de ilk defa burada öğrenecek, demiş. Biz doktor doktor, kapı kapı dolaşırken, anlaşıldı ki eşimin boynunda bi tutulma var. Bu tutulma da yorgunluk ve sürekli uykuya yol açıyor. Geceleri en az bir kez bu boyun hareket ettirilmezse eşin ölecek, dediler. Ben de düşündüm taşındım ve bu çiçeği almaya karar verdim. Geceleri on ikiye kadar da uyumadım. Çoğu zaman kıyamadım da, boynu ve ölümü geldikçe aklıma uyandırdım onu o tatlı, nazlı uykusundan. Çiçeğe su vermeye eğilince boynu da hareket eder diye düşündüm. Ben de yaz demeden, kış demeden, boran fırtına demeden, eşimin bahçeye gidip gelişini aşkla seyrettim pencereden, demiş.”
Sen sus pus, ağzın açık dinlerken onu, bu hikâyeyi Mehlika’ya mutlaka anlatmalıyım, diye düşündün. Sen düşünedururken:
– Ben severim kelimeleri, bilirsin, dedi sana.
– Bilirim, dedin. Onun için buradayım zaten.
– Aşkla seyrettim pencereden demiş ya beyamca, pencere ne demektir, bilir misin diye sordu sana.
– Bilmiyorum, dedin.
– Bak, dedi. Pencere, penc ve re kelimelerinden oluşuyor. “Penc”, şu tavladaki sayı, yani beş demek. “Re” ise yol demektir. Burayı, şu dört duvarı düşün. Hangi tarafa gitsen yol yok, kapalı. Pencere de bu dört duvarın arasında açılan beşinci yoldur, unutma, dedi.
Biz de sanırız ki, bu içtiğimiz meret bize pencere oluyor. Zaten Leyla olmuşuz, Mecnun olmuşuz aşktan, bu meret de bizi kör ediyor, kör, dedi sana.
İki Samsun daha patlattın. Teypte bu kez Neşet Ertaş: “Hata benim günah benim suç benim…” Sen aklında Mehlika, ona söyleyeceklerini hesaplarken, iki gün iki gece susmuşsunuz gibi, söze başladı tekrar.
– Memo var, bilirsin. Tufacı. Gündüzden Doğan’la gözlerine kestirmişler bi mini marketi. Geceleyin kıracaklar asmayı. Ama önce bi teşhis, iş bittikten sonra nereden kaçarız diye. Kafalarına koyunca bunu, başlamışlar tabii gündüzden çekmeye. Vur dumana gel imana! Kafaları zilzurna. Sonra Doğan ben gelmiyorum demiş, başka geceye kalsın. Memo’nun inadı inat. Oğlum Memo sen o kafayla kalk, tek başına indir asmayı, içeri gir. Sonra da o dumanlı kafayla, yerde bi gazete parçası gör, üzerinde çıplak kadın resmi. Çıplak dediğim de sadece memesi dışarıda. Yüzü bile seçilemiyor. Memo bu, dayanır mı! Orada asılmış malafata. Yüklenmiş otuz bire. Bilmem kaç posta. Sonra da o kafa, o yorgunluk, hangi vücut dayanır buna! Memo oracıkta sızıvermiş. Sabahına da enselemişler tabii. Görüşe gitmiş Doğan, biraz para indirmek için. Görüşte Memo dayanamamış, kusmuş Doğan’a bunları.
Bu kez de neşe ve keyif içindeydiniz. Kahkahalarınızdan sonra derin bir sessizlik kaplayınca ortalığı, niye otuz bir diyorlar, biliyor musun, dedi. Niye otuz iki değil, otuz beş değil, otuz bir? Sen bilmiyorum, dedin. Utandın.
– Demek hiç merak etmedin, dedi.
Biraz da güç almak için olacak, kül tablasına uzandın.
– Bak şimdi ettim, dedin.
– Hoşuma gider kelimeler ve kelime oyunları, dedi tekrar.
– Bilirim bilirim, dedin.
Arapçada ebced hesabı vardır. Yani her harfin, her kelimenin bir rakam karşılığı var. “El” kelimesinin de rakamsal karşılığı otuz birdir, anladın mı, dedi. Yanlış anlamayasın, bu söyleyeceğimi de kelime oyunu sanma. Yoksa, senden bir şüphem yok, dedi. Yüzün kızardı. Kafan o biçim, saat gibiydi. Çokça sustunuz. Birbirinizin gözüne bakamadınız. Suskunluğu bozmak istercesine, neymiş kelime oyunu olmayan, dedin. Gözlerini gözlerine dikerek, şakır şakır öten tespihin tanelerini elinde gezdirirken,
– Peki, bu içtiğimiz meretin kelime anlamı nedir, diye sordu.
– Bilmiyorum, onu da bilmiyorum, dedin.
Bu da Arapça sırrın çoğulu demektir. Yani sırlar. Anladın mı, beyamca gibi sırrını açıklamak zorunda kalma. Burada ne gördüysen, ne duyduysan, neler hissettiysen unut, unut gitsin! Sır ifşa edilmez. Burada olup biten burada kalır. Anladın mı, dedi. Kızarmış yüzünü gizleyemedin.
– Haydi, cıgaraya son bir defa vur da öldür onu, dedi.
Zıvanayı yakan kor, parmaklarını da yakmasın diye usulca tuttun cıgarayı. Ağzına götürüyordun ki, cıgaranın ateşi yere düştü.
– Vay be, dedi. Bi cıgarayı bile öldüremedin. Bak dayanamadı, intihar etti.
Artık kalkmış gidiyordun, bi dahaki gelişinde unutma da sana şahmaranın hikâyesini anlatayım, dedi. Beniâdemin ihanetinin hikâyesini…
Tekkeden çıktın. Kafan bir hayli duman. Aklında çocukluğun, babanın tütün ve alkol kokan azarlamaları, annenin dinmez haykırışı, kuyulardan kuyu beğenişin, aksayan ayağın, sen yürürken topallayan, lal olan dünya, aklında boynunu sıkan, paramparça geçmişin… Aslında uzun hikâyen, bunları, bütün bunları biliyorsun zaten. Ondan iki saat öncesine kadar harmandın. Kırmıştı işte kafanı. Ulan Mehlika, bana varsan ölür müydün acından, diye söylendin. Eve gidecektin. Bi taksiye binsem, annesinin başlık parasını isteyecek, diye vazgeçtin. Yol uzun, adımların kısaydı. Sekiz çiziyordun kaldırımlarda. Dünya dar mı dardı. Yekten koluna girdi biri. Girdi mi gerçekten! Sanrıların tuzağına düştün yeniden. Ürperdin. Cüzdanını yokladın. Ayrılırken bi plaka vermişti sana, sonrası için. Ayılmak istedin, ayılamadın.
Yüzüne baktın kolundakinin, çıkaramadın. Aynen sana benzeyen bir yüz. Kolay değildi sana benzeyen bir başka yüzle dolaşmak.
“Biri gelsin ve kurtarsın beni bu yezidi çemberinden, demişsin bir öykünde” dedi. Demişsem demişim, bir şey mi oldu, dedin. “Geldim işte” dedi. Daha bir sıkı sokuldu koluna. Dirseğinle yokladın belini, silahı var mı diye. Öbür tarafında olabilir diye düşündün. Korkağın tekiydin. “Ne o, yoklama mı çekiyorsun bize” dedi. Bir şey diyemedin. Bir-sıfır. Ayık görünmüyordu o da. Gecenin kaçıydı, bilmiyordun. Ben söyleyeyim sana, gecenin tam üçüydü. Sokak lambalarının aydınlattığı kadarıyla gördün. Geniş mi geniş bir yüzü vardı. Solgun. Alnında bir ben. Hafif sakal. Sabah karşılaşsan bununla, yüzünün sadece gözlerinden oluştuğunu düşünürdün. Öyleyse hoş geldin, dedin ona. Tebessüm etti. Bir-sıfır öndeyken durumu berabermiş gibi göstermek gibi bir şeydi bu tebessüm. Oldu mu sana iki-sıfır. Çıkarıp sigara verdi. Samsun 216. Yaktınız birer tane. Sanki seneler geçti, yol bitmiyordu. Nereye gidiyordunuz, onu da bilmiyordun. “Tekkede Bahar’ı bilir misin?” diye sordu. İyi bilirim, dedin. Şaşırdın. “Oku o zaman” dedi. Ben okumam, sen oku, dedin. Elini kolundan çekip, gökyüzüne seslenir gibi, haykıra haykıra okudu.
Duaya açılmış gibi duran ellerini indirip, cebine koydun sonra. Bu eller, senin ellerindi. Ses senin sesin. Haykırış senin haykırışın. Sokakta karşılaştığın mı, o da senin ta kendindi. Sonrası mı? Sonra, ikiz bir hayalet gibi dolaştınız sokaklarda. Birbirine yapıştırılan bir çift kâğıt gibi. Ayrılırken:
– Bazı sözleri söylemek, yapmaktan zordur, dedin.
Murat Özyaşar –Ayna Çarpması