“Bütün yolculuklar çocukluğa varmak içindir…” Kış Bilgisi – Murat Özyaşar

murat-ozyasar

Kar ya da tuz
Takvimlere bakarak kışın geldiği mi anlaşılır?
İşte düpedüz kış. Kendime, kalbime dönmem için kış. Kim söylemiş dışarıda kar olmadığını? Dur hele, hemen sevinme öyle. Kar yağarken neden sevinilir, düşün bir. Eskilerin kar kuyuları varmış, kiraz mevsiminde hatırlamak için kışı. El mi kaldırdım? Duymadım. Daha yüksek sesle konuşsam…

Akşamsa akşam. Yalnızlıksa yalnızlık. Karsa kış. Durup yedi gün, kırk gece seyredilmez öyle. Öyleyse alnımı ellerime yaklaştırayım. Kaç zamandır ağrıyan alnıma kar suyu dökeyim. Tuza sızı olurmuş kar. Hem zaten, avlumuzdaki kuyuya eğilmiş; kendi yüzümü görmüş, kırılan yine ben olmuştum o kuyunun karşısında. Böylece kendimden bile saklayacağım, benden bana kalan bir sırrım vardı artık: Bütün yolculuklar çocukluğa varmak içindir.

Aya bakarak yürüdüm çok zaman. Yanımda nereye gittiğini bilmenin azabı. Tehlikeli bir şeydir çünkü, çocukluktan uzak durmak gerek.

Mademki insan bir gecikmedir şu dünyada, kavuşmak fiilinin üstünde ancak ve ancak güzel atlar koşabilir. Madem, gitmekten başka gidecek yerim yok, düğmelerimi ilikleyip öylece çıkmalıyım karşıma. Paltomu da almalı, üşüyebilirim. Malum, mevsim kış. Zaten, aldığım bir gömlek ceza, uykularıma her gece giren annem, bana bir ömür kış biçmemiş miydi? Artık, kendimle karşılaşmanın vaktidir: Kuyulara tutulan aynalar gibi, karşı karşıya bırakılan iki ayna.
Hem, zaten yaz kırkını doldurdu. Hem sağım solum kış. “Ben”den ben’e varmak için, eski defterlerimi –açık bıraktığım sayfaları– okumak için, geldiğim köprüleri onarmak için, önüm arkam hep kış!

Dünyanın en uzun gecesini takvimlere bakıp anlıyorlar. Sanki onlar ne anlıyorlar?

Uzundur, uzak kaldığım rüyalarıma artık varmalıyım. Yani ki; dudaklarıma uçuk olsun diye uyandığım rüyalara. Demek ben, kendime ancak mendil verebilirim. Mademki kalbime yolcuyum, biraz da tuz almalıyım galiba. Bunlar da ağırlık olsun diye kış taşları. Unutmamalı.
Ben böyle sanki nereye gidiyorum? Ayaklarım geri geri gidiyor. İşte, bir yokuş! Durup dinliyorum. Bir tas su içiyorum o kuyu başında. Bir kova suyu da önüme döküyorum. Yol mu benem, yolcu mu benem, biri gelsin ve kurtarsın beni bu yezidi çemberinden.

Bu yol uzun mu ne, uzağa daha çok var.

Beni köprülerden, ırmaklardan, dehlizlerden geçiren atımı, adak ağacının gövdesine bağladım. Ağacın toprağına da ben çöktüm. Önümde, üzerime üzerime tıssslayan bir ses…
Bi dakka, siz de kimsiniz, ama adınızı bilmiyorum.
Gözüm bir yerlerden ısırıyor.
Ah evet, yıllar önce öldürdüğüm anne yılan. Bu, en büyük oğlu olmalı. Demek gelip beni burada yakalayacaktı. Düğmelerimi iliklemeyi unutmuşum. Tıssslama uzadıkça uzuyor. Gözlerim büyüdükçe büyüyor. N’olur bu bir kış düşü olsun. Demek burada, bu uzayan yolda, kendimi en güçsüz hissettiğim anda yakalayacaktı. Evet evet, yılan ve kış! Bu nasıl böyle kin? Canınızın nasıl yandığının farkındayım.
Tamam, acınızı da anlıyorum. Ama bu böyle nasıl kin?
Çıkarıp gömleğimi veriyorum:
Unutmuştum.
Pişmanım.
Öyle sanmıştım.
Doğrudur, ihaneti de ben öğretmiştim sizlere.
Lütfen kuyuları hatırlatmayın. Kuyulara bakmaktan geldim ben buralara.
Benim de annem kış başıydı gittiğinde. Gül biriktirdiğim kimsemdi.
Bende de hâlâ kahır. Anlarsınız.
Bir zamanlar doğru sandığım, şimdiki pişmanlıklarıma dönmek için yoldayım. Sizden de biraz tuz var yanımda.
Oldu bi kere.
Sadece siz değilsiniz.
İnanın.
Alnımda birikmiş defterleri görmüyor musunuz?
Zaten kaç zamandır hep böyle kış: Bağışlayın!
Kışın hatırına, yüzü suyu hürmetine verin gitsin.
Günlerdir tövbe defteri tutuyorum yolda.
Ama n’olur!
Yo, hayır!
Lütfen uzak dur.
N’olur! Kalbime daha çok var.

Sanki n’olur ben de herkes olsam. Başımda uçuşan çaputlar, bu sürekli öten kar kuşları, alnıma çalışan rüzgâr, sayfa sayfa açılıyorum, neyi söyler? Sol omzumdaki melek iyi çalışıyor. Rüzgârı dinliyor sonra taşlıyorum. Şimdi öpüp başıma koyamadığım eli özlüyorum.
Az önce önümden geçen ben’mişim gibi bir şey. Seslendi: Artık git, o uzak kahrına var, dedi. Tuhaf şey doğrusu, insanı kendi adından birinin çağırması. Ellerim alnımda gittim çok zaman. Tanrım Tanrım, bu kaçıncı imtihan?

Cebimde kış taşları biriktiriyorum daha da uzağa gitmek için.

Nasıl hatırlamam? Üvey annesine kenger taşıyordu bir çocuk. Heybesi yırtık. Kengerlerin döküldüğünün farkında değil. Toplayıp toplayıp heybesi boş göndermiştim, o an hamur yoğuran üvey annesine. Rivayet edilir ve denir: Hamurlu eller şimdi ayda birer leke. O gün bu gündür ay, anne olmuş o yetim çocuğa. Ah, benim yüzümden, benim yüzümden.

Herkes dönermiş bir gün kendi uzağına.

Top patlatan biriydim her oyunda. Acemi ve gol yiyen. Mahallede maç yapılırken beni artık, kaleye bile almadıkları bir zamandı. Yeni taşınmıştı –adı Edip’ti– sırf topu olduğu için onu kaleye almışlardı. Böylelikle de takıma. Ertesi gün sahaya cam gömmüştüm: Tuzak ve fak. Beni sahanın kenarına bırakmışlardı. Ben de kalkıp maçı anlatmaya koyulmuştum. Herhangi bir adım yoktu. Lakabım çok: Topal, topaallll, mesela. Ahh, daha o zamanlar anlamalıydım ancak ve yalnızın kesinliğini, gitmekten başka gidecek yerimin olmadığını, ikinci hâlin imkânsızlığını.

Herkes dönermiş bir gün kendi suçuna…

Gideceğim en uzak takvimdi annem. Döndüğüm en uzak kış. Annem çok uzundu, uzun bir cümle kadar uzundu, git git bitmiyordu. Veda ve vefaydı bana. Bense ona kusur. Annem gölgesiz’di gibi bir şey ya da öyle sandımdı. Sanki çok küçükken kaybolmuş, gidip bir romana kahraman olmuş ya da gazetelere üçüncü sayfa haberi. Sonra sonra bulundu, gelip bana anne oldu. Sahi, sonra kar neden yağmıştı kaaar? Annemdi beni bu uzağa getiren. Hiç aklıma gelmezdi. Beni ta buralara kadar getirdi; alnımda bir defter birikti. Vah ettim, iki kış arasında buldum kendimi.

N’eyledim, ben bu uzağa uzak olayım için mi geldim?

Tuz ya da kar

Madem gelmiş bulundum, öyleyse döneyim.

Annem annemdi. Alnında ve ellerinde aşiret dövmesinin izi. Annem bana Allah’ı anlatırdı: La ilahe illallah. Türkçe bilmezdi. Utancımdı. Annem gelmesindi veli toplantısına. Öğretmenim onu görmesindi. Kara kavruktu. Altın dişleri vardı. Annem sanki siyahtı. Sınıfımızdaki öğretmen çocuğunun annesine hiç benzemezdi. Sanki ona niçin niçin benzemezdi? Tanrı yorgunken mi yaratmıştı onu, ne! Sanki annem niçin ölmezdi?

Niye geldim ki ben buraya?

Portakal kabuklarının küçük küçük doğrandığı, incelen boynuma boncuk boncuk, şifa olsun diye takıldığı zamanlardı. Hastaydım. Gövdem parça parçaydı. Annemin adını sayıklayacak yaşa mı gelmiştim, ne! Sonra annem beni alıp okutmaya götürmüştü de. Şeyh, bir mektup nasıl okunursa öyle okumuştu başıma. Et yemem gerekliymiş: ‘‘La havle vela kuvvete illa billah!’’ Oysa benim seneye de giyerim diye alınan pantolonum vardı. Ah, annem annem, tuzak ve fak kurmuştu kar kuşlarına. Daha etliydiler serçelerden. Alnıma isli lekeler çekildi. Solgun vücuduma da gümüş paralar kesildi. Şeyh sonra sonra, üzgün üzgün sözler söylediydi de annem koşup çaput astıydı dallara.

Şimdi kuyulara ayna tutan ben, dilimde biten bu kışla nereye kadar…

Daha ne olsundu! Onun geriye kalan tek erkeğiydim. Ayrılmama sebebiydim. Sarındığım yorganlar buzdu. Ağzımda kızarmış kar kuşu eti. Annemin anlattığı masallar da ısıtmazdı beni. Annem ayı göstererek üzerindeki lekeleri işaret etmişti: Henüz söz vardı, hepsi bir imaydı.

Şimdi kar her yağdığında yüzü kızaran ben, artık mecburum:

Dışarıda kar vardı. Sınıfta yaz!
Anneler büyük harflerle yazılır demişti öğretmen. Annenizin adını, defterinizin en baş sayfasının en baş satırına yazınız demişti sonra.
Öğretilen en büyük harflerle yazmıştım: GÜVERCİN.
Nasıl oldu da oldu. En arka sıradan değil de en ön sıradan: Bir parmak, havada!
– Örtmenim, örtmenim onun annesinin adı güvercin değil, KEVOK’tur. *

Murat Özyaşar
Ayna Çarpması


* Kürtçede “güvercin.”

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz