“Çok, haddinden çok yoksul bir baba ile oğlu karşılıklı konuşuyorlar” dedi.
Oğul dönüp babasına, ‘Yoksulluk kaç gün sürer baba?’ diyor.
Baba ‘Kırk gün, oğul’ diyor.
Çocuk bu sefer de ‘Peki kırk gün sonra zengin olur muyuz baba?’ diyor.
“Baba ‘Yok oğul, alışırız’ diyor.”
Niye anlattın ki şimdi bunu, diyemedim. Kaşım kalktı, gözüm kısıldı, dudağım büzüldü, hiçbir şey diyemedim. Diyemediğim gibi hiçbir hamle de yapamadım. Herkes hikâye anlatıcısı mübarek. Bana hikâye anlatmayın len! diyemediğimle kaldım. Uzattığım sigara elinde, yakılmayı bekliyor, sırıtıyor hâlâ.
Yan
Cümlelerin anlamları yoktur, anlamların cümleleri var. Her anlamın bir cümlesi olmadığı için de hikâyeler var:
Şehre karakış gibi bastırdı devlet, yola devrilmiş ağaçlar gibi indi kar. Günlerce ama günlerce yağdı; kurşun ve kar, kurşun ve kar. Bu yaşananlar yetmezmiş gibi bir de bunlara inanmam gerektiği hissi sarıp sarmaladı beni. Ki inandığım bir şey varsa, o da dünya buranın dışında bir yerlerde neşeyle dönüyor, insana kucak açan evlerin varlığını hatırlatıyordu. Ama uzakta, ama bir yerlerde, sanki niçin? Her şey bir fedayı, herkes bir fedaiyi andırıyordu, hangi gizemli şey uğruna? Kâmil anlattı geçende, “Yaralı fedaiyi düşün” dedi; çokça kaldım orada.
Tüm şehir ağız birliği etmişçesine aynı duaya iman ediyor, burada eksik çarkla dönen, topallayan dünyaya sesleniyordu: “Yoksuluz, ama gururluyuz. Ama yoksuluz.” Sonra da ellerini yumruk yapıp seslerini üst üste yığarak, “Buradayız, burada” diye diye feleğe küfrediyorlardı.
Vaktiyle buranın çevre köylerinde aksi, ters istikamette giden bir şeyler olduğunda; sözgelimi yağmur vaktinde yağmadığında, hükümet topuyla tüfeğiyle saldırdığında, nehirler kan rengine büründüğünde ya da bin yıl sonraya gömülen kuyulardaki kemikler bulunduğunda, köyün ahalisi eline silahını alıp köyün en yüksek tepesine veya dağın en dik yamacına çıkıp gökyüzüne, Allah’a kurşun yağdırırmış. İşte gökte birikmiş o kurşunlar üç gündür karla karışık yağıyordu bu şehre. Ve ben neye ya da kime inanacağımı bilemeden, yaralı fedaiyi düşünüp duruyordum.
Tüm bu olan bitenden sonra şehirde kepenk kapatma eylemi tam üç gün sürdü. Neyse ki insanlar bugün sokağa açıldı. Dedim Kâmil’i arayayım, biz de açılalım diyeyim. Boyumuzun ölçüsünü alacağız yine, kesin. Oysa rahat çizilmiş yeryüzü şekilleri de var dünyada. Sahi kim çizdi burayı, kim, böyle eğrigergin? Kâmil olsa şimdi “Tanrım gerçekten sinirli günlerinizde mi?” diye sorardı.
Daha fazla dayanamadım.
“Vay vay vay” diye açtı telefonu, serde yine muziplik.
“Telefonu kapatma eylemi yok değil mi, rahat rahat konuşabiliyoruz?”
“Bırak gevezeliği” dedim, “özledim, hadi çık.”
Çıktım.
El konulmuş üç günlük bir dünya, herkesi evinden alan bir şehirdi gördüğüm. Yola devrilmiş karlar tuza dursun, cam çerçeve inen devlet tamirata. Duvarlardaki kurşun deliklerine pamuk pamuk karlar dolsun. Daha n’olsun! Teselli edilmeyi bekleyen yüzler, mide krampları geçirmiş suratlar, kitlenmiş çeneler kaskatı, gergin gülüşlü bedenleri geçtim.
Kar dinmiş, güneş çıkmıştı. Pencerelerden sarkan buzlar hızla eriyor, ağaçlar iştahla güneşi emiyordu.
Gevşemiş gövdelerin kolları boşlukta, bir o yana bir bu yana, sinirleri alınmış adımlar, sakin, ordan oraya, geçtim. Sokağın başında cazgır bir çocuk, elinde jilet, ense kökünü parçalıyordu; ağzında mermi gibi sözler, kim bilir kimden kalma:
“İstikbalim için attım beşinci adımı, altıncı adımda gelen kuvvet ve kudrete nalet olsun!”
“Hay ağzınla bin yaşa” dedikten geri ne de zarif karşılandım:
“Abêm benim, baş tacısan!”
“Sen de, sen de tacın incisisen” dedim kuvvet aldığım karaşın aksanla.
“İsteyene gider, alayına olur, ölümüne tililili…” narasıyla uğurlandım.
Eyvallah edip Kâmil’i beklemeye Kaçakçay Kahvehanesi’ne oturdum. Bakalım kim kimin dişini çekecek bugün, madem hayatın provasını yapacağız, bi dur bakalım, haşat etme sırası kimde? Satranç takımını hazır ettim, gelir gelmez başlarız. Ben taşları dizedururken göz göze geldik deli mi, derviş mi, deliderviş mi belli olmayan o adamla. Yalnız başına, elinde sigara tabakası, içi silme tütün.
Tedbirli değilsen en çok sigarasızlık koyuyor adama, ne demek, üç gün. Sonra “Oh be!” Öç alırcasına; kâğıt ve tütünü tartan parmaklar yavaş yavaş, bekleye dura, sabırla sarıyor sigaraları. Dedemin küpesi kulağımda, kulakmememde kerpeten parmakları: “Adamın biri düşmanını kırk sene sonra öldürmüş, vay ki, niye acele ettim diye veryansın etmiş sonra.”
“Burada Sigara İçilmez Cezası 72 TL’dir” levhası duman sarısı. Yasağı ateşe verircesine yakılıyor sigaralar. Dilimde cazgır çocuğun şaha kalkmış ağzı: “Kim takar seni yavrum, alayına tililili…” Yersin işte böyle zılgıtı. “Burada Sigara İçilir Cezası 72 TL’dir” olmalıydı levhadaki yazı ya da bir virgülün gücü kuvvetine sığınıp esaslı bir mahkeme savunusu yapılabilir gayet tabii. Hoop, n’apıyorum ben, ölümüne tililili diyen çocuklardan sonra. Hem, umut da isyan gibi bulaşıcıdır.
Demli bir çaya ateşledim sigaramı.
Dördüncüyü bekleyen masalar, beleş çay içmenin keyfini çıkaran yancılar, televizyon haberlerine kalkmış eller, sobanın üzerindeki güğüm, güğümün buğusu; burayı hep sevdik.
Her gelen ellerini arkasına alıp sırtını dönüyor sobaya. Önce kıçını ısıtıyor herkes, bi güzel gevşeyince apış arasına kayıyor eller, başlıyor kaşımaya, sanırsın tombala çekecek mübarek. Sonra hepsinin dilinde o hep aynı soru: “Çay yok?”
Kahveci bayram havasında, peştamal yeni mi alınmış ne, mavi kırmızı markaları değiş tokuş ederken ocakçıyla, otuz iki dişi dışarıda, çay verirken iki büklüm. Öğrenilmiş bir hürmetle uğurluyor herkesi: “Benim başım gözüm üstüne! Başın gözün var olsun!” Aman aman. Duvarda pırıl pırıl eski bir yazı: “Dal rüzgârı affetse de kırılmıştır bir kere.” Onun hemen yanı başında, hep hatırlayalım diye, asılı Şahmeran halısı: İnsanoğlu ihanet eder.
Kesiştiğimiz adam ince ince sarıyor sigaraları. Benim gözüm onda, onun gözü satranç takımında; koşmaya hazırlanmış atlarda, dimdik duran kalede, tüm haşmetiyle varlığını hissettiren filde, her şeyi alaşağı edebilme kudretini kendinde gören piyonlarda. Davetkâr olmayan bakışlarımı kestim.
Burayı sevme nedenlerimizden Kerim, hesabını ödemeye kalktı. Yakasını kaldırmış, iyice gömülmüş ceketine. “Bir çay, bir çay, bir çay” dedi dikkatle, kelimelerin üstüne basa basa. İçtiği üç çayın parasını teker teker verdi yine. Arkasından bakakaldım. Oysa hesaba kalkan herkes toptan söylüyor ne içtiğini; üç melengiç, dört kahve, yedi çay… Bunu böyle demeyi ne zaman öğrendik, ilk kim kurdu bu toptan cümleyi. Başka bir aklı var Kerim’in; oldukça eski, sakatlanmamış daha. Dünyanın erken vaktinden gönderilmiş sanki. Kim itti seni buraya, kim, bu ilginç telaşlı zamana. Elbette “deli” diyecekler. Dünyaya geç gelmenin azabı, hatta gelmiş olmanın azabı içimde yeşersin diye bir bardak su istedim. Bunu anlatmalıyım Kâmil’e. N’apalım deyip, yarın doğacak çocuğa birlikte acırız artık.
Tam nerde kaldı derken, geldi Kâmil.
Herkes gibi değil. Ellerini arkasına alıp sırtını dönmedi sobaya. Bi güzel sarıldık. Sarılmasını bilen adam iyi adamdır. Ciğeri ciğere değdirdik. İki sigaraya bir çayı yuvarladı. Dünya onunla güzel.
“N’aber” dedim.
“N’olsun” dedi, “aynı.”
Taşları dizilmiş satranç takımına bakıp “Yenilen çorbacıya götürecek” dedi. Tamam bile demedim. Tamam bile dememem, keyifle içtiğimiz çaylar, içtiğimiz çayların buğusu, buğuya karışan sigara dumanı, attığımız kahkahalar; çoktan ikna etti beni hayatta değil aynı zamanda yaşantıda da olduğumuza. Kamil’e Kerim’den söz etmekten vazgeçtim.
Hayret, ilginç hamleler deniyor bugün. Olsun, onunla çekişmemiz de güzel. Dünya onunla daha bir güzel.
“Sıra sende” dedi.
Filimi oynadım.
Az önce göz göze geldiğim deliderviş daha bir yanaştı, yan tarafa oturdu, kolu koluma komşu. Ağbi sen ne zaman düştün buraya, diyemedim. Bizi değil, yaptığımız hamleleri gözlüyor. Kâmil öyle bir hamle yaptı ki feleğim şaştı. Neye çalışacağımı bilemedim. Kötü yakalamıştı beni. Bir daha göz göze geldik yan taraftaki adamla.
“N’aptın sen?” dedim.
“Sıra sende” dedi Kâmil zafere kapılmış sesiyle. Hamlesinden değil, sesinin tonundan değil, beni incitmesinden de değil, beni incitmeye çalışmasından incindim. Hayatın provası sert, sanki kış ve devlet.
Kendimi alamadım, bir daha çevirdim gözlerimi yan tarafa. Medet mi umuyorum, ne! Bıyık altından güldü. Sardığı sigaralardan birer tane de bize uzattı, merhaba der gibi. Çakmağımla yaktım sigarasını, merhabasına merhabayla karşılık vermek için. Bir daha gülsün bakalım, tutuşturacağım o bıyıkları. İlk nefesi çektikten sonra, “Eyvallah” dedi. Sesi bin yıldır kimseyle konuşmamışların, sadece kendine konuşanların sesi.
“Sıra sende” dedi yine Kâmil.
Kafası karışık herkes gibi ellerim alnımda, parmaklarım saçlarımda, inip inip kalktı dizlerim. Üç nefeste bitti sigaram. İnşallah kimse fark etmedi. Üç dilde açtıkları bükük ellerle kapıları gösteren dilenciler girip çıktı. Sakız satıp önce eve, sonra şehre bakan çocuklar geldi geçti. Sıvası dökük duvara asılı harita, neyi söyler? Islak ayakkabılar için yere dökülmüş talaş, sobadan yayılan yanık mazot kokusu ve nihayet, kara bakan çamurdan bir pencere. Söylesene, buranın neyini sevdik Kâmil?
Kâmil sabırsız, “E hadi” dedi. Baktı bende iş yok, “De hadi” dedi bir daha. Yok, yapacak bir şey yok. Sırıtıyor hâlâ yandaki, duman edeceğim o bıyıkları. Sancılı bir suskunluk bu.
Artık bir şey yapmalısın sessizliğini Kâmil bozdu.
Dedi: “Bir gün bir usta, henüz iki günlük çırağını karşı demirci komşusuna göndermiş. ‘Git Mehmed Usta sana biraz ateş versin’ demiş.
Çırak fırlamış tabii hemen, Mehmed Usta’nın yanında bitivermiş. ‘Ustam’ demiş, ‘biraz ateş versin dedi’ demiş.
Usta, çocuğun haline ahvaline bakıp ‘Ee oğlum ben sana nasıl ateş vereyim böyle, elini kolunu sallaya sallaya gelmişsin, git bir kap getir öyle vereyim sana ateş, sen bilmez misin ki ateş ellerini yakar’ demiş.
Hasılı kelam ‘Olsun’ demiş çocuk ‘avuçlarıma biraz kül koy, ateşi de onun üstüne, o zaman elimi yakmaz ateş’ demiş.
Usta afallayıp kalmış.”
“Niye anlattın ki şimdi bunu?” dedim. Dediğim anda da derdimin süreyi uzatmak olduğunu hissettim, bundan feci utandım.
“Sen de o usta gibi afallayıp kaldın” dedi Kâmil utanmadan, “bu oyunu bana öğreten sendin.”
İyice gerildim. Ben zaten baştan ayağa kül olmuşum, ateş olsan ne yazar, diyemedim. Yan taraftaki adama bakmaya korktum. Kesin sırıtıyordur. İn bakalım inine şimdi, karıştır bul bakalım bir hikâye, anlat ki bu mağlubiyeti galibiyete çevir. Gerilla taktiği, vurkaç! Sonra adamın yüzüne bakacak yüzün olsun. Vurkaç!
Öfkeyle, “Çocukluk yapma” dedim. Dediğimden, dediğimin duyulmasından, kurduğum cümlenin gereksizliğinden utandım. Sanırsın ayaklarıma sıktım, hadi kaç! Bütün kahvehanedekiler bana bakıyor sanki, gözüm Şahmeran halısında, imdadıma sigara yetişti. Yan taraftaki adama da uzattım:
Eliyle çok işareti yapıp, “Çok, haddinden çok yoksul bir baba ile oğlu karşılıklı konuşuyorlar” dedi.
Oğul dönüp babasına, ‘Yoksulluk kaç gün sürer baba?’ diyor.
Baba ‘Kırk gün, oğul’ diyor.
Çocuk bu sefer de ‘Peki kırk gün sonra zengin olur muyuz baba?’ diyor.
“Baba ‘Yok oğul, alışırız’ diyor.”
Niye anlattın ki şimdi bunu, diyemedim. Kaşım kalktı, gözüm kısıldı, dudağım büzüldü, hiçbir şey diyemedim. Diyemediğim gibi hiçbir hamle de yapamadım. Herkes hikâye anlatıcısı mübarek. Bana hikâye anlatmayın len! diyemediğimle kaldım. Uzattığım sigara elinde, yakılmayı bekliyor, sırıtıyor hâlâ. Çakmağa uzanmamla elimden kaptı çakmağı. Sigarasını kendi yaktı, bıyığının tek teline bile zarar gelmedi. Bütün kahvehaneyi aydınlatan çakmak değil de ağzından çıkan o iki sözcük oldu:
“Atını oyna.”
Dizlerimin titremesi arttı, ellerim gövdemdeki yerini bir türlü bulamadı, satranç tahtasına gidip gidip geldi, yenmenin telaşı sardı beni. Şah mat? İyi de yenen kim olacaktı bu oyunda? Hikâye anlatma sırası bana mı geçecekti? Şah mat! Ama yenenin değil, yenilenin hikâyesini anlatmalıyım onlara. Simurg’un değil; dönenin, kalanın, yorulup düşenin, o Kaf Dağı’na varmayanın hikâyesini. Bunu en iyi Kâmil anlar, bir nevi yaralı fedainin hikâyesi.
İçimdeki hikâyeye hazır ettim kendimi, boğazımı temizlemeye bir bardak su, ah ki döktüm atımın arkasından.
“Atını oyna.”
Nasıl oldu da oldu. Dayanamadık, Kâmil’le bir aynı anda sorduk:
“Ağbi nasıl gördün o hamleyi?”
Eli elimde, bana bir cümleyi hikâye eder gibi:
“Ben on yıl dağda, yirmi yıl hapishanede kaldım” dedi.
Murat Özyaşar
Kaynak: Sarı Kahkaha
Doğan Kitap / Öykü Dizisi
Ayna Çarpması adlı ilk kitabıyla önce Haldun Taner Öykü Ödülü’nü sonrasında ise Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü alan Murat Özyaşar’ın ikinci kitapı Sarı Kahkaha.
İlk kitabı Ayna Çarpması’nda “Henüz söz vardı, hepsi bir imaydı” diyen Özyaşar, Sarı Kahkaha’da, sözdeki imayı kaldırıp sözün içindeki hikâyeyi anlama sürüklüyor. Anlatılamayan, ancak yazılabilen bu hikâyeler, okurdan anlamak için yoğun bir çaba değil, hissiyat bekliyor…
Sarı Kahkaha, beklemeyi bilmiş öykülerle okuruyla buluşmayı, okuruna bulaşmayı arzuluyor. “Herkes ölüsünün ardından kahkaha atar, işte bu krizin, işte bu kahkahanın adıymış sarı kahkaha.”