Rainer Maria Rilke, hayatının hiçbir döneminde, aydın olmayan ve tanımadığı bir terlikçiyle bütün bir gece içip, dönüşte de tramvayın sahanlığında gedikli bir çavuşla, hem de bütün içtenliğiyle sohbet etmemiştir. Bu olaydan beş yıl sonra da aynı içtenlikle pişman olmamıştır. Kendini mi, terlikçiyi mi aldattığını bilememenin ıstırabını yaşamamıştır. Çünkü Almanlar, esas itibariyle, Türklerden daha derin romantizmi olan bir millettir. Bunun tarih boyunca birçok örnekleri görülmüştür. (Görülüyor ki, Almanların tersine, hiçbir düşünceyi ciddiyetle sonuna vardıramıyorum. Bundan da Almanlar utansın insanlık adına. Bu düşüncelerimin acıklılık derecesini kimse tayin edemeyecektir. Almanlar bile.)
Isa Mesih yeryüzüne Hazret-i Kurandan önce inmiş. Daha önce kurulmuş olan Zen Budizmi’nin ise en derin ilkelere sahip olduğu söyleniyor.
Bugünlerde din kitapları okuyorum. Karl Marx, kitap raflarından parmağını sallıyor bana. Kitaplarının arasında uyuşturucu madde kaçıran bir genç yakalandı diyecekler. Sessizce otur ve hiçbir şey yapma, diyor Zen. Hiçbir şey yapmamak kolay; ya sessiz oturmak? Kitab-ı Mukaddes’in Türkçesi çok kötü. İngilizcesi’nden karşılaştırarak okuyorum. Biri oturmuş çok kötü bir dille çevirmiş; bir kelimesi bile değiştirilemez ya: ondan sonra bir daha düzeltilmemiş. Çeviren, sanki isa’nın Türkiye mümessili.
Ahd-i Atik, çocukluğumda duyduğum dinî masalları daha başka türlü yazıyor. Ben KITAB’ı, daha önce de okumuştum. Isa-Mesih’i her zaman beğenirim: küçük çocukların futbolcuları beğenmesi gibi. Adamımdır. Ortaokulu birlikte okusaydık, bana çok yararı dokunurdu o yıllarda. Çocukluğumda, Ahd-i Atikten alınmış efsaneler okurdum. Nuh’un gemisini, günahkâr insanlar, açık hava helası haline getirmişler de bunun üzerine Tanrı, yalnız insan pisliğinin geçirebildiği bir hastalık göndermiş onlara. Onlar da iyileşmek için, gemiyi tertemiz yapmışlar. Nereden uydururuz bunları? Cami avlusundan aldığım dört renkli kapağı olan bir kitapta okumuştum. O zamanlar Sabri’yle camiye giderdik.
Sonra, André Gide’i okudum. Yıllarca, onun din hakkındaki sözleriyle herkesin kafasını şişirdim. Ellerim dua etmek için göğsüme kapanmış da onun için dallara uzanıp meyveleri yiyemiyormuşum. Ya da buna benzer bir söz. Bu söz çok yayıldı sayemde. Hoşuma giden bir kız vardı: Allah’a inancıyla gösteriş yapıp duruyordu. Esat, bir yolunu bulup bu sözü söylemiş kıza. Kız da bu sözün çok etkisinde kalmış, neredeyse inançlarını yitiriyormuş. Benim sözümle kıza caka sattığı için içerlemiştim Esat’a. Bu sözü ben de söyleyebilirdim. Kendime de kızmıştım. Başkalarının kitaptan okudukları sözlere kulak misafiri olmakla bile işlerini yürütmesini biliyor insanlar. Geçen gün de birine, İsa’dan söz açacak oldum; ben daha söze başlamadan, bizde İncilin yanlış anlaşıldığını, aslında sanıldığından derin bir eser olduğunu söyledi. Keyfim kaçtı, sözü uzatmadım. Oysa, ne kadar bayılırım İsa-Mesih sözü açılınca sözü uzatmaya. Bu ufak tefek ve can sıkıcı meslektaş, her sabah uyanınca yatakta karısıyla bir saat İncil okuyormuş. Ne diyeyim? Daha beter olsun. Ben geceleri yatarken okuyorum. Doğrusu da bu.
İsa-Mesih’in özelliklerini bilmek için neler vermezdim. Onun yanına da yaklaşmak, devlet büyüklerinin yanına girmek kadar zor muydu acaba? Havariler, özel muhafızlık yapıyorlar mıydı ona? Bu “güvenlik tedbirleri”ni de oldum olası anlamamışımdır. Aslında haklılar elbette; fakat gönlüme göre değil. Sonunda İsa’yı çarmıha gerdiler bu tedbirlerin yetersizliğinden. Devlet büyüklerine de suikastlar yapılıyor. Gene de gönlüme göre değil bu güvenlik meselesi. Başka bir yol bulunmalı.
İsa-Mesih’in özel yaşantısı için hikâyeler uydurmak istiyorum. Onu soyut düşünmek işime gelmiyor. Oysa matematikçi, soyutlama gücü olan kimsedir deniyor. Sembollerle, ideal kavramlarla düşünürmüş. Sayılara, cisimlere ihtiyaç yokmuş. Euler’in Diderot’la alay etmek için söylediği söze benzetmek gerekirse: iki noktadan ancak bir doğru geçer; o halde İsa-Mesih yaşamıştır. Ya da daha gerçekçi bir açıklamayla: bir daireye eşdeğerli bir kare çizilemeyeceğine göre, İsa-Mesih problemi çözülemez. Ben, İsa-Mesih kavramını bir aksiyom olarak kabul ediyorum. Matematikte de aksiyomlardan yola çıkılmazsa bir yere varılamaz. Benim bu varlığa inancım dua eden bir çocuğun saflığına eşdeğerlidir. Mühendis olduğu halde, matematikten ve matematik düşünceden hoşlanmayan Dostoyevski’yse, benim inancım dua eden saf bir çocuğun inancına benzemez, diyor. O kadarcık da geri kalalım üstattan. Onun vardığı inanç, şiddetli denemelerden geçmiş. Belki ben de saflık taklidi yapıyorum kim bilir? Salinger diye bir yazar var; Zen ticareti yapıyor Amerika’da (geçimi bu yüzden). Salinger’e göre de İsa-Mesih, televizyon programını ön sıradan seyreden o şişman kadın işte. Özenti.
***
Can sıkıcı hesaptan kurtulmak için bugün daireye gitmedim. İsa da bir yerde marangozluğu bırakmış. Çalışmak nedir bilmeyen hayvanların bile karınlarını doyurduğunu ileri sürüyor. Hava soğuk: yataktan çıkmıyorum. Defterim kucağımda yazıyorum.
İçinden çıkamadığım bazı konuları düşünmeyi bıraktım: Hastalığım ve Günseli gibi.
Dün gece Almanca bir şiirin İngilizce’ye tercümesini okuyordum: bu çevrilmiş şiirler, benim sezgilerimi doğruluyor. Bir de İngilizce’den Türkçe’ye çevrilirse kim bilir nasıl olur? Şiir, Rilke’nin. “Rilke” demekten hoşlanmıyorum; sanki onu çok iyi tanıyormuşum da, ondan böyle konuşu-yormuşum gibi geliyor. Rainer Maria Rilke: daha güzel ve insana yerini bildiriyor.
Şimdi, matematik cüretle hiç duyulmamış köprülerin kemerlerini inşa edeceksin. Mucize, yalnız tehlikenin anlatılmaz sürekliliğinde değildir.
Ne yazık! Daha önce yazdıklarımı bu şiiri okuduktan sonra uydurduğuma inanacaklar. Sezgilerini nasıl ispatlayabilir insan? Sonradan uydurdun derler. Bu “diyenler” olmasa, belki birşeyler yapabilirdim. Kulaklarımda sürekli uğultu yapan bu sesler, bu “diyenler” beni dermansız bırakıyor. Sözümü bitirmeme fırsat vermiyorlar.
Alışık güçlerini iki çelişkinin arasındaki uzaklığı kaplayıncaya kadar uzat, çünkü Tanrı insana danışmalıdır.
Asıllarını okumadan sonsuz şiirler yazabilirim sanki başkaları gibi. Büyük aldanış!
Rainer Maria Rilke, hayatının hiçbir döneminde, aydın olmayan ve tanımadığı bir terlikçiyle bütün bir gece içip, dönüşte de tramvayın sahanlığında gedikli bir çavuşla, hem de bütün içtenliğiyle sohbet etmemiştir. Bu olaydan beş yıl sonra da aynı içtenlikle pişman olmamıştır. Kendini mi, terlikçiyi mi aldattığını bilememenin ıstırabını yaşamamıştır. Çünkü Almanlar, esas itibariyle, Türklerden daha derin romantizmi olan bir millettir. Bunun tarih boyunca birçok örnekleri görülmüştür. (Görülüyor ki, Almanların tersine, hiçbir düşünceyi ciddiyetle sonuna vardıramıyorum. Bundan da Almanlar utansın insanlık adına. Bu düşüncelerimin acıklılık derecesini kimse tayin edemeyecektir. Almanlar bile.)
Yabancı düşmanlığı içimi bir kere kemirmeye başladı mı durduramıyorum. Ben öfkelendikçe sanki onlar gittikçe artan küçümseyici bir ifadeyle bakıyorlar yüzüme. Bazı aptal vatandaşlarımız da onlara katılıyorlar bu küçümseme işinde. Neymiş? Yabancı dil konuşuluyormuş onlarla. Bu onların anadili, anlamıyor musunuz? Bu aptal vatandaşlar pervane olurlar bu ahmak yabancıların çevresinde. Gene de beğendiremezler bizi. Ne güzel fıkralarımız vardır: hep İngiliz, Fransız, Alman kaybeder bu fıkralarda ve hep Türk kazanır. Ah! Ben de ölüp gidiyorum işte ve yerime kimseyi bırakmıyorum. Bütün öfkelerimi toprağa götüreceğim. Yaşarken de anlatamadım kimseye. Hele bu yabancıların saçma tavırlarımı soğuk bir suratla değerlendirdiklerini sezmiyor muyum, ölmekten beter oluyorum. Neysem, ne olduysam daha iyisini dosyalarından çıkarıp burnuma dayıyorlar sanki. Az gelişmiş öfkeme de burun kıvırıyorlar, dudak büküyorlar. Daha beter olun! Daha beter olun! İnşallah yakında ölüme de çare bulursunuz ve ben de binlerce yıl kulağınızın dibinde sızlanır dururum. Ya beni anlarlarsa sonunda? Daha kötü, daha kötü.
Suratıma, tarihî eser seyreder gibi bakıyorlar. Ülkemize de en bayağılarını gönderiyorlar. İsa-Mesih de söylüyor insanın kendi ülkesinde peygamber olamayacağını. Bunlar da bize geliyorlar. Gelmeyenleri daha da beter. Ah, ben az gelişmiş bir ülkede doğmamış olsaydım, bu yakıcı öfkemle yalnız kendimi yakıp bitirmemiş olsaydım, gösterirdim size!