Uygar insan, kendi mutluluk imkânlarını doğadan çekip çıkarabilmeyi deneyim ve sosyal hayat sayesinde sağlamamış mıdır, çünkü harici varlıklardan gelen itici kuvvetlere dirençle karşı koymayı öğrenmiştir, zira kendi refahı için onların tehlikeli olduğunu deneyimle öğrenmiştir.
Aydınlanmış insan, olgunluğunda, mükemmeliyetçiliğinde kendi mutluluğunun peşine düşebilecektir, çünkü incelemeyi, kendisi için düşünmeyi ve diğerlerinin otoritesine göre bir şeyi gerçek olarak kabul etmemeyi öğrenmiştir, bunlar ona deneyimin, incelemenin daima hatalı olanı ispatlayacağını öğretmesiyle olmuştur. (…)
İster istemez netice, insanın araştırmalarında daima deneyime ve doğa felsefesine sığınması olacaktır: Bunlara, dinde-ahlakta-yasamada-politik yönetimde-sanatta-bilimde-talihsizliklerde başvurulmalıdır. Deneyim öğretmektedir ki, doğa, sade, bir örnek ve değişmeyen yasalarla işler.
İnsanın mutsuzluğunun kaynağı, doğa konusundaki cehaletidir. Çocuklukta öğrendiği düşüncelerden kurtulmak için tutunduğu azim, ki bu düşünceler onun varoluşuyla örülmüştür, zekâsını doğru yoldan saptıran, zekâsının gelişmesini engelleyen, onu hayalin kölesi yapan sonradan gelen önyargı, onu daimi hataya mahkûm edecek gibi görünmektedir. Deneyimsiz ve boş kavramlarla dolu bir çocuğa benzemektedir; tehlikeli bir maya kendini onun bütün bilgisiyle karıştırmaktadır; çaresiz, muğlak, oynak ve yanlıştır: Düşüncelerinin sesini, hatalı olan veya onu kandırarak menfaat sağlayacak, başka kişilerin otoritesine taşır. Bu Cimmerian karanlığını,4 yani durumunu geliştirmenin önündeki engelleri yok etmek için, onu saran, geçmesi gereken patikayı karartan hata bulutlarından kurtarmak için, bu Cretan labirentten [çıkışı olmayan, Girit labirenti] çıkması için ona rehberlik etmek, Adriadne’nin ipucunu gerektirir; tüm aşkıyla kendini Theseus’a armağan edebilirdi.
Herkesin paylaştığı çabadan fazlasını gerektirir; en kararlı ve en yılmaz cesarete ihtiyaç duyar – hiçbir zaman sonuç vermemiştir ama hareket etmeye ve kendini düşünmeye gayretli bir kararla, tarafsız ve titizlikle incelemek için düşüncelerini kabul etmiştir. (…)
İnsan, kendi dünyasının dışında gezinmek ister; mükerrer denetimlere, hırslı, çılgın deneyimlerine bakmaksızın, hâlâ imkânsız olana kalkışır; araştırmalarını görünen dünyanın ötesinde gerçekleştirmeye gayret eder ve sefaleti hayali diyarlarda arar. Pratik bir filozof olmadan önce metafizikçi olur. Hayaller üzerine meditasyon yapmak için gerçekler üzerinde düşünmeye son verir. Varsayımda bulunmak, hipotezlere kendini vermek için deneyimi ihmal eder. Aklını geliştirmemeye cüret eder, çünkü ilk günlerinden beri onun suçlu olduğunu düşünmesi öğretilmiştir. Yaşadığı dünyada mutlu olduğu imkânları düşünmeden önce, başka bir hayatın belli belirsiz yerlerindeki kaderini biliyormuş gibi davranır; kısacası, insan doğanın çalışmasını küçümser. (…)
Görevlerimizin en önemlisi, bizi doğru yoldan saptırmaktan başka bir şeyi asla yapamayacak olan hileleri yok edebilmemiz için gereken imkânları araştırmaktır. Bu belaların devası doğanın kendisinde aranmalıdır; kötü niyetli ve fazla güçlenen bir coşku tarafından bize getirilen kötülüğe karşı antidot bulmayı rasyonel olarak bekleyebilmemiz, sadece kaynakların bolluğundandır. Bu devaların aranmasının zamanı gelmiştir; belanın yüzüne çekinmeksizin bakabilmenin zamanı gelmiştir, temelini araştırmanın, süper-yapısını dikkatlice tetkik etmenin zamanıdır. İnançlı rehberi olan deneyimle birlikte, akıl siperleri içerisinde, insan ırkının uzun süredir kurbanı olduğu, o önyargılara karşı hücum etmelidir. Bu amaç için, akıl layık olduğu düzeye yeniden getirilmelidir, ortak olduğu bela şirketinden kurtarılmalıdır. (…)
Doğruluk, bu sapık varlıklarla (insan soyunun düşmanları) konuşmaz; onun sesi sadece düşünmeye alışkın âlicenap zekâlar tarafından duyulabilir ki onların hassasiyetleri, dini ve politik zulümle dünyada oluşan sayısız facianın yasını tutmalarını sağlar ve onların aydınlanmış zekâları, tüm çağlar boyunca insanoğlunu altüst eden hatayla birlikte korkarak talihsizliklerin çokluğunu ve ağırlığını düşünür.
Doğa
Uygar insan, kendi mutluluk imkânlarını doğadan çekip çıkarabilmeyi deneyim ve sosyal hayat sayesinde sağlamamış mıdır, çünkü harici varlıklardan gelen itici kuvvetlere dirençle karşı koymayı öğrenmiştir, zira kendi refahı için onların tehlikeli olduğunu deneyimle öğrenmiştir.
Aydınlanmış insan, olgunluğunda, mükemmeliyetçiliğinde kendi mutluluğunun peşine düşebilecektir, çünkü incelemeyi, kendisi için düşünmeyi ve diğerlerinin otoritesine göre bir şeyi gerçek olarak kabul etmemeyi öğrenmiştir, bunlar ona deneyimin, incelemenin daima hatalı olanı ispatlayacağını öğretmesiyle olmuştur. (…)
İster istemez netice, insanın araştırmalarında daima deneyime ve doğa felsefesine sığınması olacaktır: Bunlara, dinde-ahlakta-yasamada-politik yönetimde-sanatta-bilimde-talihsizliklerde başvurulmalıdır. Deneyim öğretmektedir ki, doğa, sade, bir örnek ve değişmeyen yasalarla işler. İnsan hisleri sayesinde bu evrensel doğaya bağlıdır; hisleri yüzünden doğa yasalarından deneyim çıkarmalıdır. Bu yüzden her ne zaman, deneyim kazanamasa veya yolundan dönse de, dipsiz bir kuyuya doğru tökezlediğinde hayal gücü onu ayartır. (…)
İnsan anlamamaktadır ki, doğa, varlıkları oluştururken veya yok ederken, acı çekmelerine sebep olurken, eşit dağılımında, iyilik veya kötülük gözetmeksizin, zorunlu ve değişmez yasalara uyar; kimin organizması hassasiyet yaratır, iyi ve kötüyü onlara dağıtırken, onları daimi değişikliğe mecbur bıraktığında bunun doğanın bağrından geldiğini idrak edemez, isteklerini tatmin etmeye çalışması gerektiğinin onun bereketinden olduğunu idrak edemez; acılarına deva için, mutlu olma imkânları için, bu menfaatleri hayali varlıklardan bekledi ki, bu hayali varlıkların onun sevinçlerinin müsebbibi ve talihsizliklerinin sebebi olduğunu hatalı olarak farz etti.
Bu yüzden açıktır ki, Doğa konusundaki cehaletine rağmen insan aldatıcı güçlerin yaradılışına sahiptir ve çok uzun süre bunların korkusu altında ürpermiştir; tüm bu sefaletin kaynağı o batıl ibadettir.
***
Evren, var olan her şeyin toplamı, sadece madde ve hareketi temsil eder; bütün olarak bize, çok büyük, sürekli bir sebepler ve etkiler silsilesinden başka bir şey sunmaz; bu sebeplerden bazılarını biliriz, çünkü bunlar derhal hislerimize hücum ederler; diğerlerini bilmeyiz, çünkü bunlar bize etkilerle davranırlar, sıklıkla orijinal sebeplerinden uzakta…
Gözlemleme ve düşünme bizi şuna ikna edebilmelidir: Doğada bulunan her şey sürekli hareket içindedir. (…) Bu yüzden, doğa fikri mecburen hareketi içerir. Ama, sorulacaktır ki, doğa hareketini nereden almıştır? Cevabımız, kendinden şeklinde olur, çünkü kendisi büyük deliktir ve, bundan dolayı, içinden çıkan hiçbir şey, var olamaz. Hareketin bir varoluş meselesi olduğunu söyleriz, maddenin özünden taştığını, maddenin kendine özgü enerjisiyle hareket ettiğini, hareketinin özündeki güce izafe edildiğini; özelliklerin, kalitelerin ve kombinasyonların farklılıkları yüzünden, ki bunlar zaten ilkel maddede mevcuttur ve doğa bunların bütünüdür, hareket ve fenomen çeşitleri oluşmuştur.
Doğa filozofları, çoğunluk bölüm için, cansız veya hareket kabiliyeti olmayan olarak addetmişlerdir ve sadece bazı vasıtaların müdahalesi veya harici sebeplerle bu cisimler hareket ettirilmiştir; bu cisimleri oluşturan maddenin kendi doğasında mükemmel şekilde süreduran olduğuna dair vardıkları sonuçta kendilerini haklı buluyorlardı. Onlar, her ne kadar vücudun kendi haline bırakıldığında veya düşmesini önleyen engellerinden salıverildiğinde ivmeli, düzgün bir hareketle düşme eğiliminde olduğunu veya dünyanın merkezine yaklaştığını gözlemlemiş olsalar da, bu hatadan vazgeçmemişlerdir; bunun yerine hayali bir harici sebep farz etmeyi tercih etmişlerdir ki, bununla ilgili doğru bir fikre sahip de değillerdi, daha sonra bu cisimlerin hareketlerini kendilerine özgü doğalarından aldıklarını kabul ettiler.
Benzer şekilde, her ne kadar bu filozoflar üzerlerindeki sonsuz sayıdaki ve büyük bir hızla genel bir merkezin çevresinde hareket eden çok büyük küreleri görmüşlerse de, yine de kendi düşüncelerine sıkıca bağlı kalmışlardır ve hiçbir zaman bu hareketler için asılsız sebepler farz etmeyi de kesmemişlerdir ta ki, ölümsüz Newton bunun yerçekimi gücünün birbirlerine karşı gök cisimleri üzerindeki etkisi olduğunu deney ve uygulama yoluyla kanıtlayana kadar…
Eğer doğayı önyargılardan etkilenmeden incelemiş olsalardı, maddenin kendi az enerjisiyle hareket ettiğine ve onu harekete geçirmek için herhangi başka bir harici itici güce ihtiyaç duymadığına çok daha önce ikna olurlardı. Karışık cisimlere birbirlerine karşı hareket etme kapasitesi her verildiğinde, hareketin derhal oluştuğunu ve bu karışımların en şaşırtıcı etkiyi üretebilecek bir güçle hareket ettiklerinin idrak edebilirlerdi. Eğer demir, sülfür ve su birbirlerine karıştırılırsa, bu cisimler, bu sebeple, birbirlerine karşı hareket edebilir hale gelirler, derecelerle ısıtılırlarsa eninde sonunda şiddetli bir yanma oluşur. Eğer un, su ile ıslatılırsa ve karışım kapalı tutulursa görülecektir ki, bir süre geçtikten sonra, mikroskop altında, hayatın tadını çıkaran düzenli varlıklar üretilmiştir ki, bunun için su ve unun yeterli olduğuna inanılmamaktaydı; bu sebeple cansız madde veya sadece bir hareket topluluğu olan canlı madde hayata geçebilir. Kıyaslanırsa, insan oluşumu, normal anlamından bağımsız olarak, un ve suyla oluşan bir böceğinkinden daha olağanüstü değildir.
Maddenin haricinde bir sebebi kabul edenler, farz etmek zorundadır ki, bu sebep hızla maddenin ona varlık verdiği hareketi üretmiştir. Bu varsayım, başka bir tanesine dayanır; şöyle ki, madde var olmaya başlayabilirdi; şu ana kadar bir hipotez hiçbir zaman sağlam delil gibi bir şeyle deney ve uygulama yoluyla kanıtlanmamıştı. Yoktan var etmek veya Yaradılış, evrenin oluşumu hakkındaki en ince fikri bize veremeyen bir terimdir; zekânın kendini bağlayabileceği herhangi bir anlamı ifade etmez.
Yaratılış veya maddenin oluşması ruhani bir varlığa, yani kıyaslanamaz kendisiyle iletişim kurulamaz ne bir büyüklüğü ne parçaları olan ve bu yüzden bizim anladığımız anlamda hareketten etkilenmeyen bir varlığa atfedilirse, hareket yine de daha muğlak bir hal alır; bu varlık, yani sadece bir cismin o cismin içinde hareket ettiği başka bir cisme oranla değişimi, sırasıyla uzayın değişik noktalarına değişik parçaların oranını temsil eder. Ayrıca, neredeyse tüm dünyanın kabul ettiği gibi, madde hiçbir zaman tamamen yok edilemezse veya varoluşu durdurulamazsa, varoluşu durdurulamayan bir varlığın bir başlangıcı olduğunu nasıl kavrayabiliriz?
Bu nedenle, eğer maddenin nereden geldiği sorulursa, verilebilecek en mantıklı cevap, onun daima var olduğudur. (…)
Bu nedenle, deneyimlerimizle de destekleyerek, anlayabildiğimiz tüm kanıtlarla, şimdiye dek ileri sürülmüş olan, aklımızın bir kanıtın gölgesi kadarını bile kabul edemediği gerçeğe karşı, her çağda filozoflar tarafından iddia edilmiş olan, tanrıbilimcilerin kendileri tarafından reddedilmemiş ama sadece bazıları tarafından desteklenmiş olan şunları söyleyip kendimizi memnun edebiliriz ki, madde daima var olmuştur, özündeki erdemle hareket etmektedir, doğanın tüm fenomenleri yine doğanın madde çeşitliliğinin hareket zenginliğine atfedilebilirdir ve Anka kuşu gibi sürekli küllerinden yeniden doğmaktadır.
Ruhun Ölümsüzlüğü
Ruhunun doğasıyla ilgili en basit düşünce, insanı şuna ikna etmelidir ki, ruhun ölümsüz olduğuna dair fikir, sadece beynin bir hayalinden ibarettir. Gerçekten de, ruh nedir, duyarlılık prensibini mi korur? Düşünmek, zevk almak, acı çekmek nedir, hissedilecek şeyler midir? Değişikliklerin toplamı, hareketin bütünü, organize bir varlığa özgü olması dışında hayat nedir? Bu sebeple, cisim yaşamını durdurursa, artık duyarlılığını uygulayamaz; bu yüzden artık fikirleri ya da mantıksız düşünceleri olamaz. Daha önce kanıtladığımız gibi, fikirler insanlara sadece hisleri vasıtasıyla ulaşabilirler; peki şimdi, hislerine bir kez sahip olduktan sonra, hâlâ duyu elde edebilirken, idrak edebilirken, fikirler üretebilirken ona nasıl sahip olacaklardır? İnsanın ruhunu, canlı vücuttan ayrı bir varlığa dönüştürürken ne için hayatı yaşayan vücuttan ayrı bir hale getirmediler? Bir vücuttaki hayat, onun hareketlerinin tamamıdır; hissettikleri ve düşündükleri bu hareketin bir parçasıdır; bu sebeple ölü adamda bu hareketler diğerleri gibi sona erer. (…)
Organize bir varlık, bir kez bozulmuş ve artık tasarlandığı kullanıma uygun olmayan bir saatle mukayese edilebilir. Ruhun vücudun ölümünden sonra hissedebileceğini, düşünebileceğini, zevk alabileceğini, acı çekebileceğini söylemek, binlerce parçaya ayrılan bir saat çalmaya devam edecekmiş ve zamanı belirleme yeteneği varmış gibi yapmaktır.
Ruhun vücudun yok olmasından sonra da var olabileceğini söyleyenler, süje yok olduktan sonra bir vücudun değişikliklerinin kendini koruyabileceği fikrini açıkça desteklerler fakat bu tamamen saçmadır.
Teolojik ve Doğal Ahlak
Şimdiye kadar tanrılık hakkında insanların oluşturduğu fikirlerin sığ olduğunu gördük; kanıtları o kadar dayanaksızdır ki, bu varlıkla ilgili düşüncelerindeki uyumsuzluk, dünya sakinleri tarafından bilinmesi keza imkânsız olan ve teolojinin, ona tayin ettiği övgüyü yapanlardaki uyumsuzluğu gösterdik; sadece adının bile korku vermeye yettiği bu varlığın cehaletin, telaşa kapılmış bir hayal gücünün, coşkunluğun, melankolinin şekilsiz meyvesinden başka bir şey olmadığını gösterdik; insanların onunla ilgili geliştirdikleri kavramların, sadece çocukluklarının önyargılarının başlangıç tarihini belirlediğini, eğitimle iletildiğini, alışkanlıkla güçlendiğini, korkuyla beslendiğini, otoriteyle sürdürüldüğünü ve korunduğunu gösterdik. Kısacası, her şey bizi ikna etmiş olmalıdır ki, Tanrı fikri yeryüzüne o kadar genel olarak neşredilmiştir ki, insan türünün evrensel bir hatasından başka bir şey değildir. Şimdi geriye kalan şey, bu hatanın faydalı olup olmadığının incelenmesidir. (…)
Platon şöyle demiştir: Erdem Tanrı’ya benzerlikte meydana gelir. Ama insanın benzemesi gereken bu Tanrı’yı nerede bulabiliriz? Doğada mıdır? Heyhat! Onu hareket ettirmesi gereken, insan ırkına büyük belalar ve büyük menfaatler neşreder; sıklıkla en masum ruhlara karşı haksız davranır, en yoldan çıkmış fanilere en büyük lütufları sağlar ve eğer emin olduğumuz üzere, bir gün kendini daha adaletli olarak göstermek zorunda olacaksa, kendi davranışlarımızı onunkilere göre düzenlemek üzere o zamanı beklemeye mecburuz.
Erdemle ilgili fikirlerimizi düzenlememiz gerektiği açıklanmış dinlerde mi olmalıdır? Heyhat! Bunların hepsi despot, kıskanç, kinci ve bencil bir Tanrı’yı bildirmek üzere ortaya çıkmaz mı, ki bu Tanrı yasa tanımaz her şeyde kendi kaprislerinin peşinden gider, sever ya da nefret eder, seçer ya da azarlar, kendi geçici heveslerine göre mantıksız davranır, katliamdan, yağmacılık ve suçtan memnun olur, güçsüz kullarla oynar, onları çocukça yasalara boğar, onlara sürekli tuzaklar kurar, onları akıllarını kullanmaktan meneder. Eğer insanlar, kendilerine model olacak tanrılar önermiş olsaydı, ahlak ne hale gelirdi?
Tüm ulusların tapmakta olduğu bu tabiatta yine de biraz tanrılık vardır. Bu sebeple, bu prensiplerin sonucu olarak gördüğümüz şudur ki, din, hem de her memlekette, ahlaka uygun olmaktan çok uzaktır, onu sarsar ve yok eder. Bütünleştireceğine, birbirini sevmelerine ve birbirine karşılıklı yardım etmelerini sağlayacakları yerde insanları böler, birbirleriyle münakaşa ederler, birbirlerini küçük görürler, birbirlerinden nefret ederler, birbirlerine zulmederler ve sıklıkla eşit derecede mantıksız fikirler için birbirlerinin boğazlarını keserler, din kavramlarındaki en küçük farklılıklar, onları o andan itibaren düşman yapar, menfaatlerini ayırır ve onların sürekli kavga etmesine sebep olur.
İlerleyen her şey kanıtlarla ispatlar ki, dinsel ahlak sürekli bir çelişki içerisinde olduğu doğa ahlakıyla kıyaslandığında bir kaybedendir. Doğa insanı kendini sevmeye, korumaya, mutluluklarının toplamını devamlı olarak artırmaya davet eder: Din, ona daima nefret edilmeyi hak eden ürkütücü bir Tanrı’yı sevmeyi, kendinden tiksinmeyi, en korkunç puta kalbinin en mutluluk verici ve meşru zevklerini kurban etmeyi emreder. Doğa, insana aklını kullanmasını ve rehberi yapmasını söyler; din ise insan aklının yozlaşmış olduğunu, güvenilmez bir rehber olduğunu ve hilekâr bir Tanrı tarafından yaratıklarına yoldan çıkmaları için rehberlik yapmak üzere verilmiş olduğunu öğretir. Doğa insana aydınlanmasını, gerçeğin peşinden gitmesini, kendini sorumlulukları hakkında eğitmesini söyler; din hiçbir şeyi araştırmamasından, cehalet içinde yaşamasından, gerçekten korkmasından memnun olur; insan ve hakkında hiçbir zaman herhangi bir bilgi sahibi olamayacağı varlık arasında mevcut olandan daha önemli bir ilişki olmadığına insanı ikna eder. Doğa kendi refahına âşık olan varlığa, kendi tutkularını yönetmesini, bunlardan kendisine zarar verenlere karşı gelmesini, deneyimle elde edilen gerçek güdülerle denge kurmasını söyler, din bu duygulu varlığa tutkuları olmadığını, duygusuz bir kütleden ibaret olduğunu veya hayal gücü sayesinde elde ettiği güdüleriyle eğilimlerine karşı savaşmasını ve kendisi gibi değişken olmasını söyler. Doğa insana arkadaş canlısı olmasını, diğer yaratıkları sevmesini, adil, barışçıl ve hoşgörülü olmasını, müttefiklerinin kendi düşüncelerinden keyif almasını sağlamasını veya buna izin vermesini söyler; din toplumdan kaçmasını, kendini diğer yaratıklardan koparmasını, hayal güçleri kendininkine uyan rüyalar edinemeyince onlardan nefret etmesini, en kutsal anlaşmaları Tanrı için bozmasını, onları üzmesini, başlarına bela olmasını, zulmetmesini, kendi âdetlerine göre kızmayacaklara zulmetmesini tavsiye eder. Doğa insana toplumda şan ve şöhreti el üstünde tutmasını, değerli olabilmek için çalışmasını, aktif, cesur ve çalışkan olmasını söyler; din alçakgönüllü, sefil, korkak olmasını, inzivada yaşamasını, sadece dualarla, meditasyonla ve ayinlerle meşgul olmasını söyler ve kendine faydalı olmasını ve başkaları için hiçbir şey yapmamasını söyler. Doğa tebaasına dürüst, soylu, enerjik ruhlu ve yurttaşlarına faydalı olmuş insanları örnek gösterir; din onlara sefil ruhları över, çok coşkulu dindarları, çılgın tövbekârları, en saçma sebepler için imparatorluklara zarar vermiş fanatikleri yüceltir… Doğa filozofa faydalı konularla ilgilenmesini, kendi ilgisini kendi yurduna adamasını, yurdun durumunu mükemmelleştirmek için tasarlanmış faydalı keşifler yapmasını söyler, din ise insana, faydasız hayallerle, sonu gelmeyen münakaşalarla, ihtilaf ve katliam tohumlarını ekmeğe uygun araştırmalarla kendini meşgul etmesini ve asla kendinin bile anlayacağı düşünceleri inatla sürdürmesini söyler. (…)
Yurttaş ya da toplumdaki insan, dayanıklı politikacılarla daima çelişmekte olan din tarafından daha az ayartılmamıştır. Doğa insana şöyle der: Sen özgürsün, yeryüzünde kimse seni senin haklarından kanunen yoksun bırakamaz. Din ona şöyle seslenir: O bir köledir ve Tanrısı tarafından ömrü boyunca temsilcilerinin demir çubukları altında inlemeye mahkûm bırakılmıştır. Doğa insana doğduğu yurdu sevmesini öğütler, o yurda inançla hizmet etmesini, ona zarar vermeye çalışanlara karşı kendi menfaatlerini yurdununkilerle harmanlamasını söyler; din ona şikâyet etmeden yurt üzerinde baskı kuran zorbalara itaat etmesini emreder, yurduna karşı onlara hizmet etmesini, onların boyun eğmez kaprisleri altında diğer yurttaşlarını köleleştirerek lütuflarını hak etmesini emreder. Bununla birlikte, eğer hükümdar rahiplerine yeterince sadık değilse, din çarçabuk lisanını değiştirir, kulları isyancı olmaya çağırır, efendilerine karşı çıkmayı bir yükümlülük haline getirir ve Tanrı’ya itaat etmenin insana itaat etmekten daha iyi olduğunu onlara haykırır. Doğa prenslere insan olduklarını söyler, yani onların saçma arzularının neyin adil, neyin haksız olduğuna karar veremeyeceğini, yasayı halkın oluşturacağını söyler; din bazen onlara, bu dünyadaki hiçbir şeyin karşı koymaması gereken Tanrı olduklarını söyler, bazen onları öfkeli Cennet’in gazabına uğratmak isteyeceği zorbalara dönüştürür.
Doğa Sistemi
Baron D’Holbach
Kaynak: Baron d’Holbach, Doğa Sistemi (The System of Nature), çeviren, H. D. Robinson, Boston, J. P. Mendum, 1853, s. VII-IX, 12-13, 15 19-23, 118-19, 263, 265, 280-1.