Dostoyevski bana ruhbilim konusunda bir şeyler öğreten tek kişidir. [Nietzsche]
Tolstoy’un iri cüssesi hâlâ ufku kaplamakta. Ama, aynı dağlık ülkelerde, kendisinden uzaklaşıldıkça, en yakındaki tepenin ardından, o tepenin gizlediği daha yüksek bir tepenin ortaya çıkısı gibi, bazı öncü kişiler daha şimdiden dev Tolstoy1 un arkasından, Dostoyevski’nin ortaya çıkıp büyüdüğünü fark ediyorlar. Dostoyevski, işte o yüksek tepenin ardında yansı saklı duran diğer tepedir. Dağ zincirinin sırlarla dolu düğümü, bugün Avrupa’nın susuzluğunu giderebileceği ırmakların en verimli birkaç tanesi, kaynaklarım bu tepeden alıyorlar. Ibsen ve Nietzsche’nin yarımda adının anılması gereken kişi Tolstoy değildir, Dostoyevski’dir. Onlar kadar büyük ve belki de üçünün en önemlisi.
On beş yıl kadar önce, Rus edebiyatının demir anahtarlarını kendi hitabetinin gümüş tepsisi üzerinde Fransa’ya getirme soylu davranışını gösteren M. De Vogue, sıra Dostoyevski’ye gelince, yazarın nezaketsizliği nedeniyle özür diliyordu. Onda bir tür dehanın bulunduğunu kabul etmekle birlikte, kırılan potlardan duyduğu rahatsızlığa rağmen kibarca üstü kapalı geçmelerle okuyucudan özür diliyor ve “o dünyayı, bizimkine anlatmaya çalışmaktan ümidini yitirmek üzere olduğunu” İtiraf ediyordu. Hoşlanmasa bile, en azından katlanılabilir diye düşündüğü ilk eserler üzerinde bir süre vakit harcadıktan sonra, Suç ve Cezada duruyordu. Ve o sıralar pek fazla çeviri olmadığı için, söylediği her söze inanmak zorunda olan okuyucuya şu uyanda bulunuyordu: “Bu kitapla, Dostoyevski’nin yeteneği doruğa çıkmıştır.” M. de Vogüö’ye göre, “Dostoyevski, bundan sonra da kanatlarını kocaman çırpacaktı, ama sisli bir çemberin ve gittikçe daha da kararan bir göğün içinde dönerek.” Budala nın karakterini yumuşak bir anlatımla verdikten sonra, Eccinniler’den “karışık, kötü kurgulanmış, çoğunlukla gülünç ve anlaşılmaz kıyamet kadar teoriyle dolu bir kitap” olarak bahsediyordu. Onun İçin Bir Yazardın Günlüğü “gerek çözümlemeye, gerekse tartışmaya açık olmayan karanlık ilahilerdi. Ne Ebedi Foça’dan ne de Yeraltından Notlardan söz ediyor, “Büyük kardeşlerinden çok düşük seviyelerde olan Delikanlı adlı romandan bahsetmedim.” diye yazıyor ve daha da pervasız bir açıklamayla “Karamazov Kardeşler romanı Üzerinde daha fazla durmayacağım. Herkesin ortak itirafına göre, pek az Rus bu bitmek bilmeyen hikâyeyi sonuna kadar okuyabilme cesaretini göstermiştir” diyordu. Ve şu şekilde bitiriyordu: “Benim çabam, kendi ülkesinde ünlü, burada ise neredeyse hiç tanınmayan bir yazara dikkatleri çekmekten, eserlerinde yeteneğinin farklı yönlerini en iyi gösteren üç yapıtı belirtmekten öteye geçemezdi: İnsancıklar, ölülerin Evinden Anılar, Suç ve Ceza.”
öyle ki içimizde minnettarlığın mı, çünkü bizi ilk uyaran odur, yoksa kızgınlığın mı, çünkü belki de istemeyerek ve aşikar olan iyi niyetiyle, yazar bu olağanüstü dehanın acınacak derecede küçültülmüş, noksan ve bu nedenle de yanlış bir yorumunu sunmaktadır bize, ağır bastığını bilemeyiz. Ve insan, Rus Romanı yazarının dikkatleri her ne kadar Dostoyevski’ye çekmekle ona yararlı olsa da, bu dikkati sadece hayranlık uyandırmasına rağmen anlamlı olmayan ve hayranlığımızı pekiştiren üç kitap üzerinde toplamakla daha çok zararlı olup olmadığından şüpheye düşüyor. Belki de Dostoyevski, bir salon zekâsı için kavranması ya da ilk anda içine girilmesi kolay olmayan biriydi… “O bıktırmaz, her zaman hareket halinde olan safkan atlar gibi insanı yorar. Bu hareketliliğe bir de kendini tanıma gerekliliğini ekleyin… Bunun sonucunda okuyucuya düşen şey dikkat yoğunluğudur… Ahlaki bir tutukluktur…” O dünyanın insanları otuz yıl önce, Beethoven’in son dörtlüklerinden farklı bir şekilde bahsetmiyorlardı. Dostoyevski mektuplarından birinde şöyle diyordu: “Çabuk anlaşılan şey uzun ömürlü değildir.”
Değerini düşüren bu yargıların, Dostoyevski’nin dilimize çevrilmesini, yayımlanmasını ve dağıtılmasını geciktirdiği, okuyucuları yıldırdığı ve Bay Charles Morice’in Önümüze ilk olarak Karamazov Kardeşlerin acımadan kısaltılmış bir çevirisiyle çıkmasına yol açtığı doğrudur. Ama ne mutlu ki yazarın bütün yapıtlarının yavaş yavaş farklı yayınevleri tarafından, birbiri ardına çıkmasına engel olamadı.
Bununla birlikte günümüzde bile, Dostoyevski okurlarını ancak ağır ağır ve çok özel bir seçkinler topluluğu içinde bulmaktadır. Eğer ondan yazmayanlar, Ibsen’in dramalarına asla erişemeyen, ama Anna Kareninayı ve hatta Savaş ve Barımı tatmayı bilen o yarı cahil, yan ciddi, yan uyanık büyük okur topluluğunun ya da Zerdüşt Böyle Buyurdu’nun önünde bazdan bayılan o daha az ciddi topluluğun ötesine gidemiyorsa, bundan M. de Vogüe’yi sorumlu tutmak pek ciddi bir iş olmayacaktır. Ben Dostoyevski’nin yazışmaları incelendiğinde büyük bir bölümünü fark edebileceğimiz çok keskin nedenler görüyorum. Bu nedenle, bugün Dostoyevski’nin tüm eserlerinden değil, sadece Şubat 1908′de Mercure de France yayınları arasında çıkmış olan son kitaptan La Correspondance Yazışmalar bahsetmek istiyorum.
Güçlü bir varlık beklerken bir insana dokunuyorsunuz; hasta, fakir, durmaksızın acı çeken ve Fransızların alabildiğine kınadığı “hitabet yeteneğinden şaşırtıcı derecede yoksun bir insan… Bu kadar çıplak bir kitaptan bahsetmek için. ben de kendimi dürüstlük dışındaki tüm endişelerimden arındırmaya çalışacağım. Eğer burada sanat, edebiyat ya da eğlenceli bir şeyler bulmayı umanlar varsa, onlara bu yazıyı okumaktan hemen vazgeçmelerini öneririm. “
Bu mektupların metni genellikle karışık ve acemicedir, yanlışlıklarla doludur. Biz her türlü sahte kibarlık kaygısını bir yana bırakarak, bu karakteristik beceriksizliği tedavi etmeye hiç çaba harcamadığı için Bay Bienstock’a teşekkür borçluyuz…
Andre Gide
Kyanak: Dostoyevski
Biyoğrafi-Otobiyoğrafi, L&M Yayıncılık, 2005, 218 sayfa