İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü – Gabriel Garcia Marquez

Gabriel Garcia MarquezSantiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30’da kalkmıştı. Rüyasında kendini koca koca incir ağaçlarından bir ormanın içinden geçerken görmüştü, incecik bir yağmur çiseliyordu, bir an için mutluluk duymuş, ama uyandığında üstü başı kuş pislikleri içindeymiş duygusuna kapılmıştı. “Rüyasında hep ağaçlar görürdü,” demişti bana annesi Plâcida Linero, o uğursuz pazartesinin ayrıntılarını aradan 27 yıl geçtikten sonra anımsarken. “Bir hafta önce de rüyasında, badem ağaçlarının arasından uçarken dalların hiçbirine çarpmadan geçip giden yaldızlı kâğıttan yapılma bir uçağın içinde tek başına oturduğunu görmüştü.” Başkalarının rüyalarını, yemekten önce aç karnına anlatmaları koşuluyla, doğru yorumlamakta üstüne yoktu kadının, ama ne oğlunun gördüğü o iki rüyada herhangi bir uğursuzluk belirtisi fark etmişti, ne de ölümünden önceki sabahlarda kendisine anlatmış olduğu daha başka ağaçlı rüyalarında.

Santiago Nasar, kendisi de bu rüyasını kötüye yormamıştı. Üstünü başını çıkarmadan yatıp çok az uyumuş, kötü bir gece geçirmişti; sabahleyin başında ağrı, damağında bakır pasıyla uyanmış, bunları gece yarı sı ndan sonraya kadar sürmüş olan düğün eğlencesinin doğal sonucu diye yorumlamıştı. Dahası var: Saat 6.05’te evinden çıktığından başlayıp bir saat sonrasında tıpkı bir domuz gibi boğazlanana kadar geçen sürede rastladığı pek çok kişi, onu biraz uyku mahmurluğu içinde, ama keyifli olarak anımsıyordu; hepsine de, pek önemsemez bir tavırla, o günün güzel bir gün olduğu yorumunu yapmıştı. Bunların hiçbiri onun havadan söz edip etmediğinden pek emin değildi. Pek çok kişi, o dönemlerde güzel bir şubat günü beklenebileceği gibi, muz bahçelerinin içinden geçip gelen bir meltemin estiği pırıl pırıl bir sabah olduğu anısında birleşiyordu. Ama çoğunluk, bulanık, kapalı bir gökyüzünün altında durgun sulardan yükselen ağır bir kokunun duyulduğu kasvetli bir hava olduğu, o felaket ânında, tıpkı Santiago Nasar’ın rüyasındaki o ormanda gördüğüne benzer ince bir yağmurun çiselediği konusunda söz birliği ediyordu. Bense düğün eğlencesinin ertesinde Maria Alejandrina Cervantes’in o muhteşem koynunda, telaşla çalman çan seslerinin şamatasıyla daha yeni uyanmış, kendime gelmeye çalışıyor, çanları piskoposun şerefine çalıyorlar sanıyordum.
Santiago Nasar, beyaz ketenden bir pantolonla gömlek giymişti, her ikisi de kolal ı de ğ ildi, bir önceki gündü ğ ün için giydiklerinin e şiydi. Sayı l ı günlerde hep böyle giyinirdi. Piskopos gelecek olmasaydı, babasından miras kalan, pek başarılı olmasa da sağduyuyla yönettiği sığır çiftliği Kutsal Çehre’ye her pazartesi giderken giydiği haki renkli giysisiyle binici çizmelerini giyerdi. Araziye çıktığında belinde bir de 357 Magnum taşırdı;
dediğine bakılırsa bu yivli silahın kaplamalı kurşunları bir atı bile ortadan ikiye bölebilirdi. Keklik mevsiminde eğitilmiş şahinleriyle birlikte öteki gereçlerini de yanında götürürdü. Dahası: Dolabında bir 30.06 Mannlicher-Schönauer tüfeği, bir 300 Holland Magnum’u, çift ayarlı dürbünü olan bir 22 Hornet’i, bir de otomatik Winchester’i vardı. Her zaman, tıpkı babası gibi, yastık kılıfının arasına sakladığı silahıylabirlikte uyurdu, ama o gün evden çıkmadan önce mermilerini içinden çıkarmış, boş silahı komodinin çekmecesine koymuştu. “Onu hiç dolu bırakmazdı,” demişti annesi bana. Bunu ben de biliyordum, ayrıca silahlarını bir yerde tuttuğunu, mermileriyse apayrı bir yere sakladığını da biliyordum, hani hiç kimse, o silahları evin içindeyken, rastlantı olarak bile olsa, doldurma hevesine kapılmasın diye. Babası tarafından akıllıca konulmuş bir kuraldı bu, geçmişte bir sabah hizmetçi kızlardan biri kılıfını çıkarmak için yastığı silkelediğinde tabancanın yere çarpıp patlamasıyla kurşunun odadaki dolabı parçalayıp salonun duvarını aşarak savaş patlamışçasına bir gümbürtü içinde komşu evin yemek odasından geçip meydanın ta öte yanındaki kilisenin ana mihrabında duran insan büyüklüğündeki alçıdan bir aziz heykelini un ufak ettiğinden beri. O zamanlar küçücük bir çocuk olan Santiago Nasar, bu talihsizlikten alınan dersi hiçbir zaman unutmamıştı.
Annesinin gözünün önünde oğlundan kalan son hayal, yatak odasının içinden şöyle bir geçmesi olmuştu. Banyodaki ecza dolabında el yordamıyla aspirin bulmaya çalışırken annesini uykusundan uyandırmış, kadın da ışığı açınca, elinde bir bardak suyla, kapıda durduğunu görmüştü; sonsuza dek unutamayacağı bir görüntüydü bu. Santiago Nasar işte o sırada anlatmıştı gördüğü rüyayı, ama annesi ağaçları hiç önemsememişti.
“Kuşlarla ilgili tüm rüyalar hayırlıdır,” demişti ona.
Anıların kırık aynasını ortalığa saçılmış incecik onca parçadan bir araya getirme çabasıyla bu unutulmuş kasabaya geri döndüğümde, yaşlılığının son demlerinde onu bulduğum aynı hamakta yine aynı biçimde yatarken bakıp görmüştü o sabah oğlunu. Günün yalın aydınlığında bedeninin çizgileri zar zor seçilebiliyordu, oğlunun yatak odasına son uğradığında kendisine bıraktığı geçmek bilmez baş ağrısına karşı kullandığı şifalı yapraklar vardı şakaklarında. Yan yatmış, doğrulmaya çalışırken hamağın baş kısmındaki aga ve elyaflarından yapılma iplere tutunmuştu, odanın alacakaranlığında cinayetin işlendiği sabah beni şaşırtmış olan aynı vaftizhane kokusu vardı.
Kapının eşiğinde görünür görünmez beni Santiago Nasar’ın hayaliyle karıştırdı. “İşte tam orada duruyordu,” dedi bana. “Yalnızca duru suyla yıkanmış beyaz keten giysisi vardı üstünde, çünkü teni öyle narindi ki,
kolanın hışırtısına hiç dayanamazdı.” Oğlunun geri döndüğü sanrısı geçip gidene kadar uzunca bir süre hamakta öylece oturdu, çayırteresi tohumları çiğneyip durdu. Sonra da içini çekti:
“O benim hayatımın erkeğiydi,” dedi.
Anasının belleğindeki gibi gördüm ben de Santiago Nasar’ı. Ocak ayının son haftası 21 yaşını bitirmişti, inceuzundu, soluk benizliydi, Araplarınki gibi göz kapaklarıyla kıvırcık saçlarını babasından almıştı. Kadının bir an bile mutluluk getirmemiş bir mantık evliliğinde sahip olduğu tek çocuğuydu o. Çocuk, babasının yanında mutlu olmuştu, ta ki üç yıl önce babası ansızın ölene kadar. Öldürüldüğü o pazartesi gününe kadar da, tek başına kalan anasının yanında babasına benzemeyi sürdürmüştü. İçgüdüsünü anasından almıştı. Babasından da çok küçük yaştan başlayarak ateşli silahları kullanmayı, at sevgisini, yüksekten uçan av kuşlarını eğitmeyi öğrenmişti, ayrıca cesaretli olma sanatını da, ihtiyatlı olmanın yollarını da babası öğretmişti ona. Baba-oğul, aralarında Arapça konuşurlardı, ama kendini dışlanmış hissetmesin diye Plâcida Linero’nun yanında konuşmazlardı hiç. Kasabaya silahlı olarak indikleri hiç görülmemişti, eğitilmiş şahinlerini kasabaya bir tek kez götürmüşlerdi, o da yardım amaçlı bir panayırda yırtıcı kuş yetiştiriciliği konusunda bir gösteri yapmak içindi. Babasının ölümü üzerine, ailenin çiftlik işlerini üstlenebilmek için liseyi bitirdiğinde okulu bırakmak zorunda kalmıştı. Santiago Nasar kendi doğası gereği neşeliydi, barışçıldı, açık yürekliydi.
Onu öldürecekleri gün, annesi oğlunu beyazlar giymiş görünce günlerini şaşırdığını sanmıştı. “O günün pazartesi olduğunu hatırlattım ona,” dedi bana. Ama oğlu, olur ki piskoposun yüzüğünü öpme fırsatını bulur diye böyle şık giyindiğini söylemişti. Annesiyse en küçük birilgi belirtisi göstermemişti. “Piskopos, gemiden inmeyecektir bile,” demişti ona. “Her zamanki gibi görev gereği hayır dua edecek, geldiği gibi dönüp gidecektir. Bu kasabadan nefret eder o.”
Santiago Nasar da öyle olacağını biliyordu, ama kilisenin debdebesi karşı konulmaz derecede büyülüyordu onu. “Tıpkı sinema gibi,” demişti bir defasında bana. Oysa piskoposun gelişinin annesini tek ilgilendiren yanı, oğlunun yağmur altında ıslanabilecek olmasıydı, çünkü uykusunun arasında aksırdığını duymuştu. Yanına şemsiyesini almasını tembih etmiş, ama oğlu ona eliyle bir veda işareti yaptıktan sonra odadan çıkıp gitmişti. Bu onu son görüşü olmuştu.
Aşçı kadı n Victoria Guzmân, ne o gün, ne de tüm şubat ayı boyunca yağmur yağmadığından emindi. “Tam tersine,” dedi bana, ölmeden kısa bir süre önce ziyaretine gittiğimde, “güneş ağustostakinden daha erken ısıtıyordu ortalığı.” Santiago Nasar mutfağa girdiğinde o, çevresi soluk
soluğa köpeklerle sarılı olarak, öğle yemeği için üç tane tavşanı parçalamaya çalışıyordu. “Sabahları hep kötü bir gece geçirmiş gibi bir suratla kalkardı,” diye anımsıyordu Victoria Guzmân, içinde hiçbir sevgi duymadan. Daha yeni gelişip serpilmeye başlamış olan kızı Divina Flor, bir önceki geceden kalma sersemliği üstünden atabilsin diye, her pazartesi yaptığı gibi, içine bol miktarda şekerkamışı alkolü katılmış koca bir fincan kopkoyu kahve getirmişti ona. O koskoca mutfak, ateşin çıtırtıları ve tüneklerinde uyuyan tavuklarıyla, ağır ağır soluk alır gibiydi. Santiago Nasar, bir aspirin daha çiğnemiş, ocağın üzerinde tavşanların içini temizlemekte olan iki kadından bakışlarını ayırmadan, derin derin düşünerek, oturup kahvesini yavaş yavaş yudumlamaya koyulmuştu. Victoria Guzmân yaşma rağmen hiç bozulmamıştı. Henüz biraz kaba saba olan kızıysa, hormonlarının coşkusundan soluk soluğa görünüyordu. Santiago Nasar, boş fincanı elinden almaya geldiğinde kızı bileğinden yakalamıştı.
“Artık evcilleştirilecek yaştasın,” demişti ona.
Victoria Guzmân da elindeki kanlı bıçağı göstermişti ona.
“Çek elini kızımdan, beyaz adam!” diye buyurmuştu ciddi bir tavırla. “Ben hayatta oldukça sen o pınardan içemezsin.”
Tam yeniyetmelik yaşlarındayken İbrahim Nasar baştan çıkarmıştı Victoria Guzmân’ı. Çiftliğin ahırlarında yıllarca gizli gizli sevişmişti kızla, sevgisi tükenince de hizmet etsin diye onu alıp evine götürmüştü. Kadının daha sonraki kocasından olan kızı Divina Flor, kaderinin Santiago Nasar’ın kaçamaklar yaptığı yatağına girmek olduğunu biliyor, bu düşünce onu şimdiden kaygılandırıyordu. “Öyle bir adam bir daha anasının karnından doğmamıştır,” dedi bana, o tombul, porsumuş haliyle, çevresi başka başka aşkların meyveleri olan bir sürü çocukla sarih olarak. “Hık demiş babasınınburnundan düşmüştü,” diye karşılık verdi Victoria Guzmân da. “Cenabet herifin biriydi.” Ama tavşanlardan birinin iç organlarını kökünden söküp dumanı tüten işkembeyle bağırsakları köpeklerin önüne attığında Santiago Nasar’rınasıl dehşete kapıldığını hatırlayınca bir an korkuyla ürpermeden edememişti.
“Bu kadar acımasız olma,” demişti ona Santiago Nasar. “Onu bir insan olarak düşünsene.”
Savunmasız hayvanları öldürmeye alışmış bir adamın birdenbire böyle dehşete kapılabileceğini anlaması Victoria Guzmân’ın neredeyse yirmi yılını almıştı. “Yüce Tanrım!” diye bağırdı korku içinde. “Demek içine doğmuş!” Yine de cinayet sabahı içinde geçmişten kalma öyle çok hınç vardı ki, sırf Santiago Nasar’ın kahvaltısını berbat etmek için köpekleri öteki tavşanların iç organlarıyla beslemeyi sürdürmüştü. İşte tam o sırada
piskoposu getiren geminin tüyler ürpertici düdük sesleriyle tüm kasaba uykusundan uyanmıştı.
Ev, duvarları kaba saba kalaslardan yapılmış, iki katlı eski bir ambardı, çatısı iki yana da eğimli çinkodandı, üstünde limandaki artıkları gözleyen akbabalar bekleşirdi. Irmağın adamakıllı işe yaradığı zamanlarda yapılmıştı, o zamanlar denizde işleyen mavnalar, hatta bazı açık deniz gemileri, haliçteki bataklıkların arasından buralara kadar sokulmayı göze alırdı. İbrahim Nasar, iç savaşların ardından oraya son gelen Araplarla birlikte çıkageldiğinde, ırmak yer değiştirdiğinden gemiler artık gelmez, bu ambar da kullanılmaz olmuştu. İbrahim Nasar, hiçbir zaman açamadığı bir ithal mallar dükkânı açmak üzere burayı pek ucuza satın almış, ancak evleneceği zaman onu içinde yaşanacak bir eve dönüştürmüştü. Zemin kata her işe yarayan bir salon, dip kısmına da dört hayvan konulabilecek bir ahır, hizmetçi odaları, pencerelerinden sularının pis kokusunun her saat içeri girdiği limana bakan bir çiftlik evi mutfağı yapmıştı. Salonda dokunmadığı tek şey, bir batık gemiden kurtarılmış olan sarmal merdiven olmuştu. Eskidengümrük bürolarının bulunduğu üst kata iki tane geniş yatak odasıylaileride sahip olacağını düşündüğü bir sürü çocuk için beş tane küçük odayapmış, meydandaki badem ağaçlarının üzerine, Plâcida Linero’nun mart akşamlarında yalnızlığını avutmak için oturduğu ahşap bir de balkon inşa etmişti. Yapının cephesindeki ana kapıya hiç dokunmamış,tornadan çekilmiş kulpları olan boydan boya iki pencere açmıştı. Arka kapıyı da olduğu gibi bırakmış, yalnız at sırtında geçebilmek için boyunubiraz yükseltmişti, ayrıca eski rıhtımın bir bölümünü de kullanılır halde bırakmıştı. Yalnızca hayvan yemliklerine ve mutfağa kolaylıkla ulaşıldığından değil, meydandan geçmeye gerek kalmadan yeni limanın sokağına da açıldığından, en çok kullanılan kapı buydu. Öndeki kapı,bayram günleri dışında, kol demiri takılı olarak kapalı dururdu hep. Amayine de Santiago Nasar’ı öldürecek olan adamlar onu arka kapıda değil,bu ön kapıdabekliyorlardı; limana varmak için evin etraf ında tam bir tur atması gerektiği halde, o da piskoposu karşılamak için bu kapıdançıkmıştı.

Onca talihsiz rastlantıya kimse akıl sır erdiremiyordu. Bunları Riohacha’dan gelen sorgu yargıcı da kabullenmeye cesaret edemeden hissetmiş olsa gerekti, çünkü bu sorulara mantıksal bir açıklama getirme çabası soruşturma raporunda da kendini açıkça belli ediyordu. Meydana açılan bu kapıya, gazete tefrikalarına layık bir biçimde Uğursuz Kapı denilerek raporun pek çok yerinde değiniliyordu. Aslında geçerli tek açıklama, bu soruya bir anne mantığı yürüterek yanıt veren Plâcida Linero’nunkiolmuştu: “Oğlum iyi giyimli olduğunda asla arka kapıdan çıkmazdı,”demişti. Bu o kadar basit bir gerçek gibi görünüyordu ki, sorgu yargıcı bunu bir kenara not etmiş, ama rapora koymamıştı.
Victoria’a Guzmân’a gelince; aşçı kadın, Santiago Nasar’ı öldürmek için beklediklerini ne kendisinin ne de kızının bildiği yanıtını kesin bir tavırla vermişti. Ama yaşadığı bütün o yıllar boyunca, Santiago Nasar kahve içmek üzere mutfağa girdiğinde her ikisinin de bunu bildiğini kabullenmişti. Saat beşten sonra oradan geçip Allah rızası için bir parça süt isteyen bir kadı n söylemişti bunu onlara, üstelik bunun nedenleriyle onu bekledikleri yeri de açıklamıştı. “Onu uyarmadım, çünkü bunların sarhoş palavraları olduğunu sanmıştım,” dedi bana.Buna karşın Divina Flor, annesi öldükten çok sonra oraya gittiğim bir keresinde, annesinin Santiago Nasar’a hiçbir şey söylemediğini, çünkü ruhunun derinliklerinde onu öldürmelerini istediğini itiraf etti. Oysa kendisi o zamanlar tek başına karar vermekten aciz, küçücük ürkek bir kızdan başka bir şey olmadığı için uyarmamıştı onu ve Santiago Nasar, tıpkı ölümün elini andıran buz gibi soğuk, taş gibi sert eliyle onu bileğinden yakaladığında büsbütün korkmuştu.
Santiago Nasar, piskoposu getiren geminin sevinçle çalman düdük sesleri arasında, yarı karanlık evin içinden uzun adımlar atarak yürüyüp geçmişti. Divina Flor, yemek odasında içlerinde kuşların uyuduğu kafeslerin, hasır mobilyaların ve salonda asılı duran eğreltiotu saksılarının arasından peşinden yetişmesine fırsat vermemeye çabalayarak ondan önce koşup kapıyı açmış, ama kapının kol demirini indirdiğinde o etobur atmacanın elinden bir kez daha kurtulamamıştı. “Oramı sımsıkı avuçladı,” dedi bana Divina Flor. “Zaten evin bir köşesinde beni tek başıma sıkıştırdığında hep öyle yapardı, ama o gün o her zamanki korkuyu değil, korkunç bir ağlama isteği duydum içimde.” Dışarı çıksın diye kenara çekilmiş,yarı açık kapının aralığından meydanda yeni doğan günün ışıltısı altında kar gibibem beyaz görünen badem ağaçlarını görmüştü, ama daha fazlasını görecek cesareti bulamamıştı kendinde. “O sırada geminin düdük sesleri kesildi, horozlar ötmeye başladı,” dedi bana. “Öyle bir hengâme koptu ki, insanın kasabada bu kadar çok horoz olabileceğine inanası gelmiyordu, ben de piskoposun gemisiyle geldiler sanmıştım.” Kızın aslakendisine yâr olmayacak olan o adam için yapabildiği tek şey, acil bir durum olursa yeniden içeri girebilsin diye, Plâcida Linero’nun emirlerine karşı gelerek, kapının kol demirini takmamak olmuştu. O arada kimliği hiçbir zaman belli olmayan birisi, zarf içine konulmuş bir kâğıdı kapının altından atmıştı, içinde onu öldürmek için birilerinin pusuda beklemekte olduğu Santiago Nasar’a haber veriliyor, üstelik bu komplonun yeriyle nedenleri ve son derece kesin daha başka ayrıntıları da açıklanıyordu. Santiago Nasar evden çıktığında bu pusula yerde duruyordu, ama bunu ne o görmüştü, ne Divina Flor, ne de cinayet işlendikten çok sonrasına kadar başka herhangi biri.
Saat altıyı vurmuştu, sokak ışıkları henüz yanıyordu. Badem ağaçlarının dallarında ve bazı balkonlarda düğünün çelenkleri hâlâ
Asılı duruyordu, bunların piskoposun onuruna daha yeni asıldığını düşünebilirdi insan. Ama kilisenin önünde çalgıcıların oturduğu platformun bulunduğu avluya kadar döşeme taşlarıyla kaplı olan meydan boş şişelerle ve halka açık cümbüşten arta kalmış her türlü atıkla dolu bir çöplüğü andırıyordu. Santiago Nasar evinden çıktığında, vapurun düdük seslerinden telaşa kapılan pek çok insan Umana doğru koşuşmaktaydı.
Meydanda açık olan tek yer, kilisenin bitişiğinde, Santiago Nasar’ı öldürmek için bekleyen o iki adamın bulunduğu bir sütçü dükkânıydı. Sabahın ilk ışıkları altında Santiago Nasar’ı ilk gören, dükkân sahibesi Clotilde Armenta olmuş, sanki Santiago Nasar’ın üzerinde alüminyumdan giysiler varmış izlenimine kapılmıştı. “Daha o zamandan hayaleti andırıyordu,” dedi bana. Onu öldürecek olan adamlar, gazete kâğıtlarına sarılı bıçaklarını kucaklarında sımsıkı tutarak, dükkândaki sıralarda uyuyakalmışlardı, Clotilde Armenta da onları uyandırmamak için soluğunu tutmuştu.
Adamlar ikiz kardeştiler: Pedro’yla Pablo Vicario. 24 yaşındaydılar; birbirlerine o kadar benziyorlardı ki, onları ayırt etmek meseleydi. “Halleri tavırları kaba sabaydı, ama iyi huylu insanlardı,” deniyordu raporda. Onları ilkokuldan beri tanıyan ben de olsam aynı şeyleri yazardım. O sabah sırtlarında hâlâ akşamki düğünden kalma, koyu renk abadan giysileri vardı, bizim Karayipler’e göre fazla kalın ve fazla ciddi görünüyordu bu giysiler, onca saatlik cümbüşten sonra yorgunluktan bitkin haldeydiler, ama tıraş olma görevlerini yerine getirmişlerdi. Eğlencenin bir gün öncesinden başlayarak içkiyi ellerinden bırakmadıkları halde, üçüncü günün sonunda sarhoş değillerdi de, uykusuzluk çeken uyurgezerlere benziyorlardı. Clotilde Armenta’nm dükkânında neredeyse üç saat bekledikten sonra günün ilk ışıklarıyla uyuyakalmışlardı, bu da cumadan beri uyudukları ilk uykuydu. Geminin ilk düdük sesiyle şöyle bir uyanır gibi oldularsa da, Santiago Nasar evinden çıktığında içgüdüleri onları tümden uyandırmıştı. O zaman ikisi de dürülü gazeteleri sımsıkı kavramışlar, Pedro Vicario yerinden kalkmaya yeltenmişti.
“Tanrı aşkına,” diye mırıldanmıştı Clotilde Armenta, “sayın piskoposun hatırı için olsun bu işi daha sonraya bıraksanız.”
“Kutsal Ruh’tan bir esinti olmuştu bu,” diye sık sık tekrarlardı kadın. Gerçekten de takdiri ilahî gibi olmuştu, ama geçici bir iyilikti bu. Onun bu sözlerini duyunca ikiz Vicario kardeşler şöyle bir düşünmüşler, yerinden kalkmış olan Pedro Vicario yeniden oturmuştu. Her ikisi de, meydanı geçmeye koyulmuş olan Santiago Nasar’ı gözleriyle izliyordu. “Ona daha çok acıyarak bakıyorlardı,” diyordu Clotilde Armenta. Tam o sırada, üzerlerinde yetim formalarıyla darmadağınık koşuşan rahibe okulu kızları geçmişlerdi meydandan.
Plâcida Linero’nun hakkı vardı: Piskopos gemiden inmemişti. Yetkililerle okul çocuklarından başka daha pek çok insan vardı limanda; piskoposun en sevdiği yemek horoz ibiği çorbası olduğundan ona armağan olarak götürdükleri adamakıllı semirtilmiş horozların kafesleri her yanda görülüyordu. Yük iskelesinde istiflenmiş o kadar çok odun vardı ki, onları gemiye yüklemek için en az iki saate ihtiyaç olacaktı. Ama gemi durmamıştı. Irmağın kıvrımında tıpkı bir ejderha gibi homurdana homurdana geldiği görülmüş, bunun üzerine bando piskoposluk marşını çalmaya başlamıştı, kafeslerin içindeki horozlar da ötmeye koyulmuşlar, kasabadaki öteki horozları ayağa kaldırmışlardı.
O zamanlar odun ateşiyle çalışan o efsanevi yandan çarklı gemiler artık tükenmek üzereydi, hâlâ çalışan pek az sayıdaki gemide artık ne laterna bulunuyordu, ne de balayı kamaraları, akıntıya karşı yol almayı zar zor beceriyorlardı. Ama bu gemi yeniydi, iki tane baca yerine üzerine pazıbent gibi bir bayrak boyanmış tek bir bacası vardı, kıç tarafındaki ahşap çarkı ona bir deniz teknesiymiş gibi itici güçveriyordu. Üst güvertede, kaptan köşkünün bitişiğinde, yanında İspanyol maiyetiyle birlikte, beyaz cüppesinin içindeki piskoposduruyordu. “Tıpkı Noel zamanı gibiydi,” demişti kız kardeşim Margot. Anlattığına göre, geminin düdüğü limanın önünden geçerlerken öyle basınçlı bir istim salıvermişti ki, kıyıya en yakın olanları sırılsıklam bırakmıştı. Çok kısa süren bir görüntü olmuştu bu: Piskopos iskeledeki kalabalığın hizasına gelince havada istavroz çıkarmaya başlamış, sonrada gemi gözden kaybolup geriye yalnızca horozların yaygarası kalana kadar, hiçbir art niyet taşımadan ya da herhangi bir heves göstermeden, aynı hareketi düşünmeden yapmayı sürdürmüştü.
Santiago Nasar’ınkendini hayal kırıklığına uğramış hissetmesi için nedenleri vardı. Peder Carmen Amador’un halka yaptığı çağrılara birkaç çeki odunla o da katkıda bulunmuş, ayrıca en iştah açıcı ibiklere sahip horozları kendi elleriyle seçmişti. Ama bu hoşnutsuzluk kısa sürmüştü. İskelenin üstünde onun yanında duran kız kardeşim Margot, yuttuğu aspirinler hiç de rahatlatmadığı halde onu son derece keyifli ve eğlenceyi sürdürmeye hevesli bulmuştu. “Soğuk almış gibi görünmüyordu, düğünün kaça mal olduğunu düşünüyordu yalnızca,” dedi bana. Onların yanında duran Cristo Bedoya, şaşkınlığı artıran birtakım rakamlara çıklamıştı. Cristo Bedoya saat dörtten az öncesine kadar Santiago Nasar’la ve benimle birlikte eğlenceye katılmış, sonra da yatmaya anababasının evine gideceğine büyükbabasının evinde sohbete dalmıştı. Eğlencenin maliyetini hesaplamaya yarayacak pek çok bilgi edinmişti orada. Anlattığına göre, davetliler için kırk hindiyle on bir domuz kesmişlerdi, ayrıca damadın kasaba halkı için meydandaki ateşte çevirttiği dört tane dana vardı. 205 kasa kaçak alkollü içkiyle neredeyse 2.000 şişe şekerkamışı romu tüketildiğini ve bunların kalabalığa dağıtıldığını anlatmıştı. Kasabada o güne kadar görülmedik derecede ses getiren bu eğlenceye şu ya da bu vesileyle katılmamış, zengin ya da yoksul, tek bir kişi bile yoktu. Santiago Nasar yüksek sesle duyurmuştu herkese.
“Benim düğünüm de böyle olacak,” demişti. “Anlata anlata bitiremeyecekler.”
Kız kardeşim, sanki kız doğmuş gibi bir sessizlik olduğunu hissetmişti. Hayatta onca şeye sahip olan, üstelik o yılın Noel’inde bir de Santiago Nasar’a sahip olacak olan Flora Miguel’in ne kadar şanslı olduğunu bir kez daha düşünmekten kendini alamamıştı. “Ondan daha iyi bir kısmet olamayacağının birden farkına vardım,” dedi bana. “Düşünsene: Yakışıklıydı, aklı başındaydı ve yirmi bir yaşında kendisine ait bir serveti vardı.” Kız kardeşim evde manyok unundan gözleme olduğunda onu kahvaltıya çağırırdı hep, o sabah da annem gözleme yapmaktaydı. Santiago Nasar çağrıyı seve seve kabul etmişti.
“Üstümü değişeyim, sana yetişirim,” demişti, sonra da saatini komodinin üstünde unuttuğunun farkına varmış, “Saat kaç?” diye sormuştu.
Saat 6.25’ti. Santiago Nasar, Cristo Bedoya’yı kolundan tutup onu meydana doğru sürüklemişti.
“Bir çeyrek saate kadar senin evindeyim,” demişti kız kardeşime.
Kız kardeşimse hemen birlikte gitmelerinde ısrar etmişti, çünkü kahvaltı hazırdı. “Bu garip bir ısrardı,” dedi bana Cristo Bedoya. “O kadar ki, bazen Margot’un onu öldüreceklerini bildiğini ve onu evinde saklamak istediğini düşündüğüm olmuştur.” Yine de Santiago Nasar, kendisi eve gidip binici kıyafetini giyerken onu önden gitmesi için ikna etmişti, çünkü danaları iğdiş etmek için Kutsal Çehre’ye erkenden gitmesi gerekiyordu. Annesiyle vedalaştığı aynı el hareketiyle ona veda etmiş, Cristo Bedoya’nın koluna girerek meydana doğru uzaklaşmıştı. Kız kardeşimin onu son görüşü olmuştu bu.

Gabriel Garcia Marquez
Kaynak: Kırmızı Pazartesi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz