İnsanın Atadan Kalma Ezeli Düşmanı: Güven – Paul Watzlawick

insanBir zamanlar bir adam vardı, kendi halinde mutlu bir hayat sürmekteydi, ta ki amaçsız bir merakla, belki de tamamen saçmalamaktan, kendisine, yaşamın kendi kuralları olup olmadığını sorana kadar. Bununla kastettiği dünyanın her yerinde varolduğu herkesin malumu olan yasa kitapları, bir yerde yemekten sonra geğirmek ayıp sayılırken, başka bir yerde evin hanımına iltifat kabul edilmesi ya da insanın eğer doğru dürüst imla bilmiyorsa duvarlara ayıp deyişler karalamaması gerektiği gibi şeyler değildi.

Hayır, onun derdi başkaydı; insanlar için insanlar tarafından yapılmış bu kurallar onu ilgilendirmiyordu. Aniden öğrenme merakına tutulduğu şey, yaşamın biz insanlardan bağımsız olarak her şeyi düzenleyen kendi kurallarının olup olmadığıydı.

Keşke bu hayırsız soruya hiç bulaşmasaydı zira bu som onun kendi halindeki mutlu yaşamına son vermişti. Onun derdi, hamamböceğinin “nasıl bu kadar çok bacağı, böylesine bir zarafet ve kusursuz bir uyumla hareket ettirebiliyorsun?” sorusuyla karşılaşan kırkayağınkiyle aynıydı. Kırkayak saflıkla sorulmuş bu som üzerine düşünmeye başladı o andan itibaren de yürüyemez oldu.

Biraz daha yüksek düzeyli bir örnekle anlatacak olursak, adamımızın derdi, kayıktan aşağı atlayıp suyun üzerinde yürüyen İsa’nın ardı sıra koşturan ve bu olayın imkansızlığının farkına varmasıyla suya batıp boğulma tehlikesi geçiren Aziz Petrus’unkiyle aynıydı. (Bilindiği gibi balıkçılar ve denizciler genellikle yüzme bilmezler.)

Adamımız tartışmasız cevaplar arayan biriydi sorunu da zaten biraz bundandı. Ona göre, dünyanın düzeni konusunda kafasına takılan som aynı zamanda dünyanın (ona) sunduğu güvenle de ilgili olmalıydı ve verilecek cevap da ya evet ya da hayır olmalıydı. Eğer hayırsa ama daha burada takılıp kalmıştı işte. Kuralsız bir dünya, düzeni olmayan bir yaşam mı vardı o zaman? Kendisi o güne kadar nasıl yaşamış, kararlarını neye göre vermişti? Öyleyse kendinin o güne kadarki hayatında ve eylemlerinde bulduğu doğal güven, anlamsız ve gerçeğe

aykırı bir güvendi. Bu durumda bilgi ağacının meyvesini tatmış, ama sadece kendi bilgisizliğini görmüştü. Ve Aziz Petrus gibi Genesaret denizinin suları yerine, Dostoyevski’nin anti kahramanının yukardaki ışık dünyasına tiradlarını okuduğu bodrum deliğine düşüvermişti:

“Saygıdeğer baylar, sizi temin ederim, çok fazla bilmek gerçek bir hastalıktır. […] Zira bilginin doğrudan, kaçınılmaz meyvesi atalettir, yani kollarını kavuşturup oturmaktır.”

Hayır bu tür bir bodrum insanı olmak istemiyordu o. Kötümserler şimdilik öyle olmadığını söyleyebilirler. Çünkü o sorularım daha da derinleştirme peşindeydi. Hayır’ ı sorusuna cevap olarak kabul edemediğinden Evet için kanıtlar aramaya başladı. Hiçbir kuşkuya yer bırakmamak için de bu Evet’i en yetkili ağızdan duymak istedi ve bilimler şahının bir temsilcisine başvurmaya karar verdi.

Böylece kalkıp bir matematikçiye gitti. Gitmez olaydı! Aralarındaki uzun konuşmayı buraya almanın yararı yok; en azından, matematikçi bu su duruluğundaki bilimin çoğu temsilcisi gibi, en basit ve anlaşılmayacak bir yanı olmayan kavramlarla konuştuğunu sanıp, adamın kendisini nasıl olup da anlamadığına şaştığı için.

Adam birçok kez bilginimizin sözünü nazikçe kesti: Aradığı şeyin, sonsuz sayıda kanıtlanabilir asal sayının varlığı olmadığını, matematiğin yaşam sorunlarında karar vermeyi sağlayacak belirgin ve kesin kurallar sunup sunmadığını veya gelecekteki olaylara ilişkin tahminde bulunmayı sağlayacak güvenilir yasalar tanımlayıp tanımlamadığını merak ettiğini belirtti. Bunun üzerine uzmanımız, karşısındakinin nereye varmak istediğini nihayet anladığını sandı.

Tabii ki bu sorulara matematiğin bir alt dalı kesin cevaplar veriyordu; bu da olasılıklar kuramı ve buna dayanan istatistikti. Bu sayede sözgelimi uzun yıllara dayanan incelemeler sonucunda limit kesinlikte bir olasılıkla yolcu uçaklarından yararlanan yolcuların yüzde 99,92’sinin güvencede olduğu, ama yüzde 0,08’inin uçak kazalarında öleceği söylenebilirdi.

Adamımız bunun üzerine, son olarak kendisinin hangi yüzde içinde yer aldığını bilmek istediğini söylediği zaman, matematikçinin sabrı taştı ve onu kapı dışarı etti.

Adamımızın bundan sonra yöneldiği ve felsefe, toplumbilim, dinbilim, bir iki tarikat ve diğer ikinci dereceden inanışlardan geçen uzun ve zahmetli yolun seyrini anlatmanın pek bir anlamı yok. Sonuç üç aşağı beş yukarı matematikçininkiyle aynı olmuştu: Her seferinde el attığı bilgi dalı gerçek çözümü sunuyor gibi görünüyordu; ama her seferinde de araya bir kara kedi giriyor veya erişilmek üzere olan kesin çözümü tekrar uzağa atan bir karışıklık oluyordu örneğin zamanın sonuna, olağanüstü bir düşünsel düzeye erişilmesine veya maalesef ancak kendilerini gösterdiklerinde umulabilir olan birtakım önkoşullara kalıyordu çözüm.

Bu kesinlik arayışının elle tutulur tek meyvesi ise, adamın kendisinden ziyade, çevresindekilerin dikkatini çekmişti. Belirttiğimiz gibi daha önceleri doğal güvenle ve çocuksu saflıkla kendini yaşama adamışken, şimdi güven hastası olmuştu. Gerçi zaman zaman kendisine sormuyor değildi, nasıl olup da güven ve kesinlik üzerine düşünmediği onca zaman güvenle ve halinden memnun yaşayabildiğini; şimdi ise gittikçe daha sık gözlenebilir olan tehlikeleri önlemek için somut önlemlere başvurduğu halde, giderek kendini daha az güvende hissettiğini. İşte başkalarının dikkatini çeken de bu önlemlerdi. Zira aklına gelenler, pek de yadırganmayacak gibi değildi.

Ama burada ayrıntılara girmeye gerek yok. Genel olarak söylemek gerekirse, bu önlemlerin sıradan batıl inançlardan üstün yanı şuydu ki, batıl inançlara dayanan davranışlar birazdan göreceğimiz gibi korkulan olayları defetme etkisini göstermezken, bunlar istenen koruyucu etkiyi her zaman ve kesinlikle gösteriyordu. Bu kesin güvenilirliğin dayandığı şey, korkulan tehlikenin zaten ortada olmamasıydı; örneğin Grönland’da malarya tehlikesi gibi veya Avrupa ormanlarında sürekli el çırparak ürkütülüp, ortalıkta görünmemeleri sağlanan vahşi fil sürüleri gibi.

Kuşkusuz bu yolla her seferinde tek (ve ihtimal ki pek de yakın olmayan) tehlikenin önü alınmaktaydı. Kendi önlemlerinin kapsamadığı daha ne kadar çok tehlikenin olabileceğini düşünmek yetiyordu! Üstelik sorun bununla da kalmıyordu çevresindeki insanların, kendisi dünyanın genel güvenliğine katkısını artırdıkça giderek kendisine karşı daha anlaşılmaz davrandıklarına da tanık oluyordu. Onu görünce yollarını değiştiriyorlardı; anneler çocuklarını ondan uzak tutuyorlardı; ardından gülüyorlar ve fısıldaşıyorlardı. Bu onu rahatsız ediyordu, güvensizliğini artırıyor ve kendi açısından bu insanlara karşı daha dikkatli olması gerektiğini düşündürüyordu. Kendini korudukça, kendini korumak için daha fazla neden buluyordu.

Ama başka insanların işin içinde olmadığı yerlerde de yaşamı giderek daha tehlikeli hale geliyordu. Sözgelimi gazetedeki yıldız falına dikkat etmeye başlamıştı. İyi, sevindirici öngörüler çıkabiliyordu veya çıkmayabiliyordu. Çıkmamaları hayal kırıklığı yaratıyordu, ama özel bir tehlike oluşturmuyordu. Uyarıcı öngörülere gelince, bunlara ne hikmetse daha fazla güvenilebiliyordu.

Sözgelimi bir sabah kahvaltıda, o gün özel dikkat göstermenin yerinde olacağı, çünkü onun burcunda doğanlar için (yaklaşık 350 milyon kişi) bir kaza tehlikesinin bulunduğu belirtiliyordu. Önce paniğinden kahveyi üstüne döktü. Ama bu kendisine göre dünyayı yeniden yerine oturtacak kadar ciddi bir kaza olmadığından, o gün otobüse binmemeye, yürüyerek işe gitmeye karar verdi. Yürümek arabaya binmekten daha güvencelidir, ama bilindiği üzere her 13. adım tehlikelidir, bir merdivenin 13. basamağına atılan adımı anmaya ise hiç gerek yok. Alt geçitte söz konusu basamağa gelip bunu atlamaya çalıştığında tökezleyerek dizini sıyırdı. İşte yıldız falı doğruyu söylemişti.

Teknik bir mesleği vardı ve lisede de klasik bir genel eğitim görmemişti. Bir psikiyatrın analizinden de geçmemişti (henüz). Bu nedenle de, konusunda ünlü bir öncüsünün olduğunu bilmiyordu: İlerde babasını öldüreceği ve annesiyle evleneceği kehanetine konu olan Ödipus’du bu. Ödipus’un kendisi ve babası, bu lanetten kaçmak için ne yaptılarsa, bütün yaptıkları kehanetin gerçekleşmesini sağlamaktan başka işe yaramadı. (Her şey olup bittikten sonra, bizim için şimdi, Ödipus’un babası, kehanete gülüp geçseydi, bütün bu aksiliklerin hiçbiri olmazdı demek kolay tabii.)

Ama biz adamımıza dönelim. Yıllar geçti, ama sorunu geçmedi. Sorun giderek daha örtülü, daha kontrollü duruma geldi, ama aynı zamanda da daha fazla önemsenmeyi hak etti. Çünkü epey zamandır sorun sıradan bir güven konusu olmaktan çıkmış, dünyaya ve yaşama ilişkin çok daha kapsamlı bir tutuma dönüşmüştü; adını tam koyamadığı bir özlem duyuyordu içinde, mutluluk, uyum, denklik, çözüm gibi; ilginç anlarda, müziğin veya görünüşte sıradan olayların yol açtığı anlaşılmaz bir duygusallığa kapılıyordu.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz