Anadolu Aydınlanma Felsefesi terimi, sohbet geleneği üzerine kurulu, teorik ve pratik yanları olan bir tarihsel süreç olarak değerlendirilebilir. Sohbet kavramı ise, ‘özgür özneler arası anlamlı iletişim kuruluşu etkinliği’ olarak tanımlanabilir.
Felsefe kavramı ‘durağan bir tanımsal yapı’ olarak değil fakat bir ‘insanî etkinlik süreci’, ‘şekilsiz maddenin doğanın oluşum sürecinde biçimli bütünlükler oluşturması’ gibi ‘insan usunun düşünme, söz, yazı etkinlikleriyle ussal bütünlükler oluşturduğu’ bir ontolojik ve epistemolojik süreçtir. Doğanın oluşum sürecini varlık kavramından başlatarak kuran ontolojik bilgi süreci, bir felsefe kuramının oluşturulmasına örnek alınabilir. Kurgul felsefe, “kavramı”, ‘varlık’tan ya da ‘onto’ dan başlatarak bir oluşum süreci olarak kurar.
Muhyiddin Arabi Okulu’nun “vahdet-i vücud” ya da “varlık birliği” teriminde de vücut ya da varlık kavramı bu tür bir tanıma işaret eder.
Hegel felsefesinin üç terimli dizgesinin ilk terimi de Saf Varlık’tır (reine Sein). İkinci terim Doğa (Natur), üçüncü terim ise Tin’dir (Geist). Tin kavramı da kendini bilme sürecini tamamlamış özgür tin olarak Muhyiddin Arabi dizgesindeki kâmil insan ya da yetkin insan ile benzer bir tanıma sahiptir.
Varlık temelli kurgul ya da spekülatif felsefenin yönteminin temelindeki ‘mantıksal hareket bütünü’, doğa nesnelerinin oluşum süreçlerinin temelindeki ‘mantıksal hareket bütünü’ ile bir tür uygunluk ya da harmoni içindedir.
Kurgul felsefe bağlamında mantık kavramı, “hareketin akılsallığı” olarak; akılsallık kavramı ise “hareketin mantıksallığı” olarak tanımlanabilir.
Hareket ya da ‘devim olarak devim’ ise ‘us’un ve ‘mantık’ın zorunlu temelidir. Bu önermeler zincirinde
Hareket, gerçek öznedir. Bir başka deyişle, doğanın ve felsefenin oluşum süreçlerinin ortak temeli ‘Mutlak Hareket’ ya da ‘Devim olarak Devim’ dir.
Hegel’e göre, Spinoza felsefesinde töz kavramı, ölü bir töz olarak tanımlanmıştır. Hegel ise tözün aynı zamanda öznelik içerdiğini ve doğa olarak dışlaşıp özden görünüşe çıktıktan sonra, bilinçlenmiş bir insanın tininde tekrar kendisine döndüğünü ve geçtiği bütün süreci anlamlandırarak kendini bildiğini vurgular. Başkaca deyişle, Mutlak Hareket kendini bilmek zorundadır.
Şimdi, ‘Anadolu Aydınlanma Felsefesi’ kavramının kuruluşu için bir model oluşturmaya çalışalım.
Başlangıç sorumuz, ‘Anadolu Aydınlanma Felsefesi nedir ve nasıl kurulabilir?’ olsun. Böylece anlamlandırma etkinliğimiz olan ‘düşünme’mize bir ‘konu-nesne’ vermiş oluyoruz. Bu aynı zamanda projemizin ‘öncülü’, ‘ilkesi’ ve ‘temeli’ olarak değerlendirilebilir. Bu temelimiz için nedenler göstermeli ve gerekçelerle doğrulamalıyız.
Projemizin birinci ögesi ilke ya da ‘temel’di. İkinci ögesi ise erek ve yön olacak. Ereğimiz olan ‘Felsefe Projemizin Kuruluşu’na yöneltmeliyiz düşünme etkinliğimizi. Düşünme etkinliği, bir bilinç hareketi olarak her zaman’bir şeye yönelmiş’ durumdadır. Bilincimizin yöneldiği bu ‘Şey’; ya ‘herhangi bir şey’dir, yani ‘bilincin kendisinin dışında bir herhangi şey’dir ki bu durumda düşünme eylemimiz ‘Anlık niteliğinde’ ve ‘soyut ya da Aristo mantığıyla hareket eden bir bilinç’ olacaktır; ya da ‘kendi’ olacaktır ki bu ‘bizzat bilincin kendisi’dir. Bu durumda düşünme eylemimiz kendinin bilinci ya da özbilinç niteliğinde ve ‘diyalektik mantıkla hareket eden bir bilinç’ olacaktır.
Herakleitos’a göre “aynı bir varolana, aynı anda, iki karşıt nitelik yüklenebilir.” Aristo’ya göre ise yüklenemez. Hegel’in mantık bilimi dizgesinde birinci terim özdeşlik mantığıdır (olumlama) ve Aristo kıpısını temsil eder. İkinci terim diyalektik mantıktır (negatif ussallık ya da olumsuzlama) ve Herakleitos kıpısını temsil eder. Üçüncü terim ise spekülatif mantıktır (pozitif ussallık ya da karşıtların birliği) ve Hegel kıpısını temsil eder.
Özdeşlik mantığı ile çalışan anlıksal düşünme kıpısından, diyalektik ya da ussal düşünme kıpısına geçiş, kendinin bilinci terimiyle belirlenmiştir. İnsan öznesinin düşünme etkinliğinin’kendisini düşünmesi’ bir çeşit soyutlama eylemi, sıfıra götürme eylemi olarak görülebilir. Muhyiddin Arabi’de aklın en önemli etkinliği tenzih ya da soyutlama eylemidir. Hegel felsefesinde bu problematik ‘boş bilincin saf varlık olduğu’ önermesiyle temellenir. İşte Leibnitz’in İngiliz empristlerine cevaben söylediği “zihinde duyumlardan gelen izlenimler dışında hiçbir şey yoktur, zihnin kendisinden başka” önermesi de aynı noktayı vurgular. Boş zihnin ya da boş bilincin dikkatini kendi üzerinde yoğunlaştırması, bir öz düşünme, saf düşünme, kendini düşünme eylemidir.
Bu nokta Kant terminolojisinde Arı Tam Algı olarak belirtilir. Kendi dışındaki nesnelerin duyumsal algılan içinde kendiliğini yitirmiş olan öznenin, “bu nesneleri algılayan bilincinin” farkına varması, kendi bilincini algılamasıdır. Bu durumsallığa “bilincin bilinci” de denilebilir. İşte Metin Bobaroğlu’nun vahdet-i vücud terimini tanımlarken belirttiği “O, bilen, bilinen ve bilme eyleminin birliğidir” sözü, öznenin aynı anda hem bilen, hem bilinen, hem de bilme eylemi konumunda belirlenmesidir.
Anlıksal düşünme etkinliği projemizi ‘soyut bir felsefe kuramı’ ile sınırlarken, kendinin-bilinci olarak düşünme etkinliği projemizin bu ‘soyut kalma sınırından’ kurtulmasını, bu sınırı aşmasını sağlayacak ve bu projeyi kurmaya yönelmiş bilincimiz bir ‘nesne olma’ ya da ‘nesnelik’ durumundan, bir ‘özne olma’ ya da ‘öznelik’ durumuna geçecektir. İşte bu geçiş bizim bilincimize bir ‘Felsefi Ben’ olma niteliği sağlayacaktır.
Felsefi Ben, projeyi kurmaya yönelen bilincin, ‘duyum-duygu-alışkanlık ve anlık’ sınırlarının ötesine geçerek, belki tüm yaşamında ilk defa bir niteliksel dönüşüm geçirip olgunlaşarak, ‘felsefi ben olarak kendini yaşama ve konu nesnesini anlamlandırma’ sürecine pratik olarak girecektir. Bu bir ‘anlamlandırma-eylemi’dir, fakat aynı zamanda bir özneleşme eylemi ve bir özgürleşme eylemidir de. Burası Dekart’ın ‘Ego Cogito’ dediği yere benzer. ‘Ben Düşünüyorum.’
Bu kişinin “yaşamının daha önceki safhalarında hiç ‘düşünme eylemi’ yok muydu?” diye sorulabilir. Tabiî ki vardı, fakat henüz öznesinde ‘Felsefi-Ben’ durumu kurulmamıştı. Öznesinin niteliği farklıydı, akıl yürütme biçimi farklıydı. Kant ve Hegel bu kişinin ‘önceki düşüncelerini’ Ego’nun düşünmesi olarak ayırırlar. ‘Kendinin Bilinci’nin ve ‘Arı Tam Algı’nın kuruluşundan sonraki düşünmelerini ise Ich’in düşünmesi olarak kavramlaştırırlar. Bu Ich durumu, ‘Felsefi-Ben’ olarak kavramlaştırılabilir.
Bu kişinin ‘Felsefi-Ben’ kuruluşundan önceki bilinç durumuna ise ‘Duyumsal Anlıksal-Ben’ denebilir.
Anlık kavramı ile Kendinin-Bilinci kavramının birliği ise bize ‘us’ kavramını verecek. Us kavramı bu bağlamda ‘saltık us’tur ve saltık özgürlüğün ilkesi olan ‘Felsefî-Ben’ in kendi kendisiyle özdeşliğidir. Kendisinden önceki bilinç durumlarını aşılmış olarak içinde kapsar. “Karşıtlık içeren özdeşlik” deyimi Muhyiddin Arabi Okulu’nda “O’dur, O değildir” şeklinde vurgulanır. Bu sözler diyalektik mantık ile kurulmuş önermelerdir ve usun ürünleridirler. “Allah zıtların cemmidir” önermesi de bu tür bir diyalektik yapı içerir ve bir coincidentia oppositorum (karşıtların örtüşmesi ya da birliği) olarak değerlendirilmektedir. Hint kültüründe Brahma kavramı “hem Varlıktır, hem de değildir, hem belirlenmiş olandır, hem de belirlenmemiş olandır, hem sesliliktir, hem de sessizliktir, aksi halde ‘O’, gerçekten Saltık Bütünlük olamazdı” şeklinde tanımlanır.
‘Us’tan önceki bilinç durumları ‘Duyum’, ‘Tasarım’ ve ‘Anlık’ olarak belirtilir. Us, bu bağlamda ‘yokluktan geçmiş Felsefi-Ben’dir. Yokluktan geçmiş ‘Felsefi-Ben’ olarak us, düşünme ve bilgilenme etkinliğinden ve aşk, irade ve mutluluk etkinliklerinden geçerek yeni nitelikler giyer, gelişir ve dönüşür. ‘Kendinin Bilinci’ kıpısında, anlık ve öncesi giymiş olduğu niteliklerden soyunmuştu. Şimdi kendine yeni giysiler giyer. Bilgi-nesnesi değişirken bilgi-öznesi de değişir ve ‘Özgür Tin’ olur.
‘Özgür Tin’, aynı zamanda ‘Edimsel Özgür İstenç’tir de. Özgürlük durumu irade ya da istenç durumu ile bağıntılıdır. Mutluluk kavramı ise ‘kılgıl duygu’ olarak aşk kavramıyla (Amor Intellektualis Dei) bağıntılıdır.
Projemizin ikinci ögesi olan erek ve yön kavramlarını irdelerken düşünme etkinliğini ele almış ve incelemiş olduk.
Projemizin üçüncü ögesi ‘ögeler’dir. Yani, ‘Anadolu Aydınlanma Felsefesi’ kavramının ögeleri. Bu kavramın iki ögesi vardır: Kuramsal yan olan ‘Felsefî-Ben’in ‘düşünme ve bilgilenme’ ögesi ile eylemsel yan olan ‘Felsefî-Ben’in ‘aşk, irade ve mutluluk’ ögesi. Bu ögelere, sonunda ‘Özgür Tin’in kuruluşuna yol açan ‘Kuramsal Tin’ ve ‘Eylemsel Tin’ de diyebiliriz.
‘İnsan tin’i, duyumsayan ve gören tin olarak duyusal nesneleri, hayal gören tin olarak imgeleri, irade eden tin olarak erekleri konu edinirken, düşünen tin olarak da düşünce-nesnelerini, yani en olgun deyişiyle kavramları konu-nesne olarak alabilmeli ve düşünen tin olarak da doyum sağlamalıdır. İşte ‘Felsefi-Ben’ arı kavramlarla düşündüğünde, tin sözcüğün en derin anlamında ‘kendine gelmekte’dir. Bu eylem onun en katıksız kendiliğidir.
Tin, her şeyin, ister doğa nesnesi ister düşünce nesnesi olsun, hem aynı bir kökten türediğini, hem birbirinden ayrı ve farklı olduğunu, hem de bir ağ örgüsü şeklinde karşılıklı ilişkiler sürecinde var olabildiklerini ve bir bütünsel bilincin bütün bu farklılıkları ve ayrılıkları kapsadığını düşünür ve yaşar.
‘Anadolu Aydınlanma Felsefesi’ projesini bir bilim olarak kurmak demek, onu bir dizge olarak kurmak demektir. Çünkü bu proje ancak kendini kendi içinde açındırarak ve sonra bu açındırdığı ögelerini bir birlik içine getirip bir arada tutarak, eş deyişle ‘organik bir bütünlük’ olarak varolabilir.
Projemizin dördüncü ögesi ‘ilişki’dir, yani ögeler arası ilişki. Bir anlamda ‘bilimsel düşünen tin’ ile ‘yoğun duygular yaşayan tin’in karşılıklı ilişkisidir bu. ‘Felsefî-Ben’, anlıksal tepkilerini aşmış olduğundan artık ‘düşünme’ ile ‘duyum ve duygular’ı, kesin uzlaşmaz kavramlar olarak, ayrı ve farklı kavramlar olarak düşünmemektedir. Özdeşlik mantığıyla sınırlı bir akıl yürütme yapmamaktadır. O artık ‘olgun bir ben’dir ve evrenin ve kendisinin ontolojik temelini olgun olarak bilmektedir. Bu ontolojik temelde hem her şeyin temeli bir ve aynıdır, hem doğa nesneleri ve kavramlar birbirlerinden ayrı ve farklıdır ve hem de bütün bu ayrı ve farklı olan şeyler, doğada varolan bir insanın tininde, karşılıklı ilişkilerden oluşan bir ağ şeklinde, bir bütünsel ve dizgesel bilinç oluşturmaktadır.
Projemizin beşinci ögesi yöntem’dir. Yani ‘Anadolu Aydınlanma Felsefesi’nin ya da ‘özgür tin’ kavramının kuruluşu ereğini gerçekleştirebilmek için belirli bir plâna göre belirli bir yol izlemeliyiz. Bu yolu izlemek bir harekettir ve bu hareketin akılsallığı ise ‘Mantıksal Olan’dır. Mantıksal olan’ı bir prizma gibi düşünürsek, bunun bir yanı özdeşlik mantığı ya da olumlama mantığı, diğer yanı ayrım mantığı ya da olumsuzlama mantığı ve bu iki yanın birlikte işlemesiyle oluşan mantık ise ‘Kurgul Mantık’tır. Bu mantık ‘soyut’ bir mantık değil aksine ‘en somut olan’ dır.
Projemizin altıncı ögesi ‘dizge’dir. Dizge hem bir yapıdır hem de bütünsel-bilimsel bir süreçtir. Ögeler arası karşılıklı ilişkilerle oluşan, sanki ‘ögeler artı bir’dir.
Projemizin yedinci ögesi ‘bağlam’dır. Yani, kurmaya çalıştığımız proje, nasıl bir olgunun içinde ortaya çıkmaktadır? Ortaya çıktığı olaylar, durumlar ve ilişkiler örgüsü ya da ağı nasıl bir şeydir?
‘Felsefî-Ben’in ve ‘Özgür-Tin’in kuruluşuna yönelik dizgemiz her şeyden önce üç alanla ilişkilidir:
Duyum, duygu ve alışkanlıklarıyla ‘antropoloji’ alanıyla; algı, anlık, arzu ve Kendinin-Bilinci ile fenomenoloji’ alanıyla; düşünme, aşk, irade, mutluluk ve özgür tin ile de ‘psikoloji’ alanıyla ilişkilidir.
Projemizin sekizinci ögesi ‘işlev’dir. Tıpkı ‘yöntem’in bir yapının kuruluş mantığı, ‘içerik’in biçimin ilişkilerinden doğması gibi, projemiz, oluşturduğu tepkilerle, tartışmalarla ve eleştirilerle bir işlev kazanacaktır. Bunlar projemizin işlevi olacaktır. İlk sorulacak soru şu olabilir: “Siz bu ‘Anadolu Aydınlanma Felsefesi’, ‘Felsefi-Ben’ ve ‘Özgür Tin’in Kuruluşu’ projeniz ile varolan hangi sorulara cevap vermiş olacaksınız, hangi sorunları çözeceksiniz ve hangi problematiği karşılayacaksınız?”
Projemizin dokuzuncu ögesi “İşlev ile ‘Yön ve Erek’ in Uygunluğu” dur. Bu öge proje oluşmadan önceki, oluşum sırasındaki ve oluştuktan sonraki süreçlerin denetlenmesidir. Burada sorulacak sorulardan birisi şudur:
“Sizin bu projeyi oluşturmadan önce bir ereğiniz, bir ilkeniz ve bir temeliniz vardı. Şimdi proje oluşup ilişkilere girdikten sonra ortaya çıkan işlev, sizin başlangıçtaki ereğinize ve yönünüze uygun mu?”
Projemizin onuncu ögesi ‘sonuç’tur. Buradaki temel kavramımız kültürün dinamik bir süreç olduğu bilinciyle işlevleri, tepkileri, tartışmaları değerlendirerek ‘önü açık bir sonuca bağlamak’tır.
II. AYDINLANMA EĞİTİMİ ÜZERİNE
Yaşamın anlamsızlığı (anomie) ve yabancılaşma (alienation) sorunları için bir çözüm arayışı olarak aydınlanma (aufklaerung) olgusunun, bir eğitim süreci ile kazanılabilir olup olmadığı sorusu, bu bölüme bir giriş oluşturmakta. Aydınlanma kavramından tek bir şeyin anlaşılmadığı, bu derginin birinci sayısında yeterince işlenmişti. Çeşitli alternatifler arasından benim seçtiğim, aydınlanma kelimesini, arınma ve sevgi kelimeleriyle bağıntılı bir model içinde ele almaktır. Eğer bir sıralama gerekiyorsa, birinci terim arınma, ikincisi aydınlanma ve üçüncüsü de sevgi olabilir. Eğer bu kelimelerden bir dizi değil de bir dizge (system) oluşturursak, o zaman her kelime bir kavram (begriff) olacak ve ancak diğerleri ile karşılıklı ilişki içinde varolup anlam taşıyacaktır. Diğerlerinden ayrı olarak ele alındığında ise bu anlamı yitirecek ve yine gündelik dilin sıradan bir kelimesi olacaktır.
Öyleyse biz de aydınlanma kavramını bu dizge içinde ele alalım ve dizgemize de ‘özgürleşim dizgesi’ adını verelim. Bu dizgemizi ikinci bir üçgenin içine yerleştirelim ve anlamlandırma, ‘özneleşme’ ve ‘özgürleşme’den oluşan bu üçgen, dizgemizin bağlamı (context) olsun. Dizgemiz; bedende, duyularda, duygularda ve düşünmede bir saflaşmayı ve aydınlanma süreci içinde sevgi duygusunun kalıcı yerleşimini vurgularken, dizgemizin bağlamı ise dil, düşünme ve konuşma eğitiminin vurgulandığı bir süreç olmakta.
‘Yaşamın anlamsızlığı’ kavramını biraz açmaya çalışalım. Durkheim, toplumların kriz dönemi ortamlarını; normsuzluk, yasasızlık, kuralsızlık anlamlarına gelen ‘Anomie’ kavramıyla isimlendirmişti. Anomi durumundaki insanlar toplumsal, kültürel ve ahlâksal değerlerde kopmalar yaşamakta, kimlik bunalımına girmekte, psişik bir boşluğa düşerek toplumsal kimliklerini ve yönelimlerini kaybetmekteydiler. Bu tür uyumsuzluk durumu içindeki bireyler, yalnızlık, çaresizlik ve korku duygularının etkisiyle şiddete ve intihara yönelebilmekteydi, karşıtı ‘anlamlı yaşam’dır. Metin Bobaroğlu’nun deyimiyle, “aydınlama süreci içindeyken yaşamın anlamını yaşamaya başlamak” tır. Anlamlı yaşam için Anadolu kültür kimliğinde bir anlam arayışına girişecek olursak, yüzyıllardan beri gelen bir sohbet-muhabbet geleneğinin özgün çalışmaları içinde, kişilerin, ‘öznelerinin değişmesi’ ve ‘yaşamın anlamını kavradıkça özneleşmeleri’ ve ‘bu anlamla günlük hayatlarını yaşadıkça özgürleşmeleri’ olgusuyla karşılaşırız.
“Sohbet-muhabbet geleneğinin ereği, özgür özneler arası anlamlı iletişimin kurulmasıdır” diyebiliriz. Aydınlanma çalışmalarının sonucu, yaşamın anlamını yaşamaktır. Bu olgunun oluşum süreci ise aydınlanma sürecidir. Anomi kavramı, yabancılaşma kavramıyla birlikte, bireyin psikolojisinde beş alanda yoğunlaşmaktaydı: güçsüzlük, normsuzluk, izolasyon, yaşamın ânlamsızlaşması ve insanın kendine yabancılaşması. Bu durum güvensizlik, kötümserlik ve korku duygularının kişide yerleşmesine neden oluyordu. Böylece saldırganlık durumu ortaya çıkıyordu. Yabancılaşma kavramı burada, Marksizmdeki ‘üreticinin emeğinin ürününe, ürettiği nesneye yabancılaşması’ndan farklı olarak, ‘kişinin bizzat kendi öznesine yabancılaşması’nı, artık kendini ve eylemlerini tanıyamaz duruma gelmesini, insan kavramına ve bütün kavramına yabancılaşmasını vurgulamaktaydı.
‘Yaşamın anlamsızlığı’ kavramının Metin Bobaroğlu’nun söyleminde kullandığı arınma, aydınlanma ve sevgi dizgesinin kaynağı İsmail Emre’deki (1900-1970) safiyet, irfaniyet ve aşk dizgesidir. İsmail Emre’ye göre, sevginin insanda yerleşik hale gelebilmesi için, o kişinin kin, kibir, haset, şehvet, riya, gadap, yalan gibi duygulardan arınmış olması gerekmektedir.
Metin Bobaroğlu Anadolu irfan geleneğinin üç önemli kıpısını şu şekilde belirler: Birinci kıpı olan Muhyiddin Arabi söyleminde temel kavram ‘bilgi’dir. Fakat bu bilgi kelimesi günlük sıradan anlamında değil “bilen, bilinen ve bilme eyleminin birliği” olarak kullanılmıştır. İkinci kıpı olan Mevlâna ve Yunus Emre’de temel kavram ‘aşk’tır. Üçüncü kıpı olan İsmail Emre’de ise temel kavram ‘Yokluk’tur.
Arınma, kişide duyguların ‘harmonize olması’ ve iyilik, sevgi, şefkat gibi duyguların yerleşik hale gelmesidir diyebiliriz. Bu süreç, sezgisel içe doğuşların, kalbî saf bilginin, ilhamların başlamasıdır. Anadolu geleneğinde şiir, müzik ve raks, yüzyıllarca bu ereği gerçekleştirme doğrultusunda kullanılmıştı. Felsefe, bazı akımların ileri sürdüğü gibi yalnızca kavramlardan ve tanımlardan oluşan, yalnızca teorik olan bir yapı değildir. Aksine o içselleştirilmiş bütünsel dizgedir. Pratik felsefe çalışmaları, kişilerin duygusal süreçlerini, iradî gelişimlerini, kalıcı mutluluk yaşantılarını ve yetkinleşmiş ben olarak özgürlüklerini yaşamalarını da kapsar. Kısaca hem kavramayı hem de yaşamayı kapsar.
Dizi kelimesinin dizge kelimesinden farkı, dizinin ‘zorunluluk’ ve ‘karşılıklı ilişki içinde varolma’ durumsallığı içermemesidir. Bir dizi içindeki her kelime, birbirlerinden ayrı olarak bir anlama sahiptirler. Dizi kuruluşunun mantığı, soyut mantıktır. Her terim diğerinden ayrı ve farklıdır. Oysa bir dizge içinde her terim, ancak diğer terimlerle karşılıklı ilişki içinde varolabilir. Dizge kuruluşunun mantığı ise, diyalektik mantıktır. Söyleminde ya da yazısında ‘kelimeleri kullanış biçimi’, konuşmacının ya da yazarın düşünme biçimini de işaret eder. Dizgenin bütününün, parçaların toplamından ayrı bir anlamı vardır. Dizge, ögelerinin toplamı artı birdir. Buna ‘ilişkiler bütünü’ veya ‘bütünsel-anlam’ da denir. Her parçanın anlamı, dizgenin bütünsel anlamı içindeki konumu ile belirlenir ki, bu aynı zamanda diğer parçalar ile arasındaki ilişkiler bütünüdür de. Kişi, ilişkilerinde açığa çıkan ne ise odur.
‘Süreç’ kelimesini ise şöyle açabiliriz: üçlü akıl yürütmenin birinci kıpısı başlangıç terimi, ikinci kıpısı bu terimin gelişim, gerçekleşme, ya da oluşum süreci, üçüncü kıpısı ise oluşumun tamamlandığı sonuç kıpısıdır. Örneğin bir felsefî model kurarken, birinci kıpıyı (moment) nur, ikinci kıpıyı doğa ve üçüncü kıpıyı kâmil-insan olarak belirlersek, bu model ‘nurun kâmil insan olma sürecidir’ diyebiliriz. Modelimizin terimlerini biraz daha felsefileştirirsek, birinci kıpısı saf varlık (reine Sein) olan, ikinci kıpısı doğa olan ve üçüncü kıpısı (Geist) tin olan bir model kurabiliriz. Bu model için de, ‘saf varlığın tin olma süreci’ diyebiliriz. Bu modelleri birleştirirsek, özgür tin, ya da yetkin tin, ya da kâmil insan, nurun ya da saf varlığın ereğidir ve bu modeller bu ereğin kendini gerçekleştirme sürecidir diyebiliriz.
Dil kelimesine gelince; İsmail Emre’nin ‘Kuran Arapça değil Rabça’dır’ sözü, dil sorununun konumuz ile bağıntısını çok açık bir şekilde vurgulamaktadır. Yani Türkiye’de doğmuş olmak, alfabeyi öğrenmiş olmak, gündelik dilde Türkçe’yi konuşuyor, yazıyor ve okuyor olmak, ele aldığımız ve Türkçe yazılmış her metni bir okuyuşta anlayacağımız anlamına gelmez. Üstelik Türk dili profesörü olmak bile, karşılaştığımız her Türkçe metni anlayacağımızı belirleyemez. Sorun Türkçe dilinin hem aynı alfabeyi kullanan aynı bir dil olması, hem de her farklı bağlamda farklı anlama sahip olmasıdır. Aynı kelime farklı bağlamlarda farklı anlamlar kazanabilir. İşte bu olgu, kültür metinlerinin bir başka dile çevrilmesinde de büyük sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Schleiermacher (1768-1834), çeviri yöntemi üzerine yazdığı bir incelemesinde özetle şu noktaları vurguluyordu: “Metnin yazıldığı dilin tini, metnin yazarının tini, metnin çevrildiği dilin tini ve metni çevirenin tini”. Bir anlamda Türk dilinin tini, Türkçe ile yazılmış bütün yazıların bir bileşkesi olmakta. Çeviri ile oluşturulmuş üç kelime ile dil ve düşünme bağlantısı için bir örnek verelim: ‘Öz Türkçe Sözlük’ten aldığım üç kelime şunlar: anlama, benzetme ve birleştirme. Bu kelimeleri yanyana sıralayıp bir dizi oluşturduğumuzda ne anlıyoruz? zatlarından arındırılmış, zat olarak zat, ya da töz (substance) olarak töz alanıdır.
Benzetme ile karşıladığımız ‘teşbih’ ise, ilineklerin ve tikel tözlerin, ya da sıfatların ve sıfatların zatlarının alanıdır.
Birleştirme ile karşıladığımız ‘tevhid’, tenzih ve teşbihin ayrım içindeki birliğini göstermektedir. Tevhid mantığıyla kurulmuş bir önerme örneği olarak: ‘Allah zıdların cemmidir’ önermesini verebiliriz. Her yargı cümlesi kendi akılsallığını, kendi mantıksallığını içinde taşır. Bir mantıksal dizge olarak ‘tenzih, teşbih, tevhid’, ‘olumsuzlama mantığı’, ‘olumlama mantığı’ ve ‘olumsuzlama ile olumlamanın birliği mantığı’nı işaret etmekte. Her kavram, olumsuzlama ile olumlamanın birliğinden oluşur. ‘Doğa kavramı’, ‘hem doğanın yokluğu olarak Saf varlık’tır, hem de doğanın varoluşu olarak doğadır. Bu, onun diyalektik yapısını gösterir. Aynı anda, aynı bir varolanda, iki karşıt niteliğin birlikte varolmasıdır.
Şimdi bu kelimelerin bir başka dildeki orijinallerini ele alalım: tenzih, teşbih ve tevhid. Bir başka dilde bu kelimeleri bir mantıksal dizge içinde kullanmış bir yazarın, yani Muhyiddin Arabi’nin bu kelimelerle ne ifade etmek istediğine bakalım:
Arılama kelimesiyle karşıladığımız ‘tenzih’, tümellik ya da arı varlık, saf varlık alanını işaret etmekte. Bir başka deyişle, tenzih, ilineklerden ve tikel tözlerden, ya da sıfatlardan ve sıfatların Mantık, düşünmenin yasalarının bilimi ise mantık eğitimi, felsefî düşünmeyi başarabilmek için bir zorunlu koşul olmakta. Muhyiddin Arabi’deki tenzih ve teşbihin ayrım içindeki birliği olarak ‘tevhid mantığı’na Batı felsefesinden bir örnek vermek istersek, bu örneği Hegel’de bulabiliriz: Soyut mantık ya da olumlama mantığı ile, diyalektik mantık ya da olumsuzlama mantığının birliği olarak ‘spekülatif mantık’. Buna örnek olarak, spekülatif mantıkla kurulmuş şu önermeyi verebiliriz: ‘Saltık (Absolute), özne (Subjekt) ile nesnenin (Objekt) ayrım içindeki birliğidir (Einheit)’. Bu mantığa göre ne özne nesneden ayrı olarak varolabilir, ne de nesne özneden ayrı ya da bağımsız olarak varolabilir. Özne ve nesne aynı bir olgunun, aynı bir sürecin iki yanlarıdırlar.
devamı>>http://www.cafrande.org/?p=10146