“Hayvan olmak için masum olmak gerekir”* Yirminci Yüzyılda Nietzsche – Ernst Behler

Nietzsche

“Bana bugüne dek o Avrupalı, Amerikalı “libres penseurs” (Özgür düşünür) ulusundan daha uzak, daha yabancı olan hiçbir şey bilmiyorum. O “çağdaş ülküler”e inanan, uslanmaz kuş beyinlilerle, soytarılarla aramdaki uçurum, düşmanlarıyla aramda olandan daha derindir. Onlar da bir yol tutturmuş, insanlığı kendilerine göre “düzeltmek” isterler; benim kim olduğumu, ne istediğimi bir bilseler, amansız bir savaş açarlardı bana karşı, -topu da “ülkü”ye inanır daha… İlk töresizci’yim ben…”**

Nietzsche’nin 1888 yılında yayımlanan özyaşamöyküsel yapıtı Ecce Homo’da bir yazar olarak başarısına ilişkin söylediği bir söz o günden bugüne birçok okurunu şaşırtmıştır. Übennensch (üstinsan) kavramını anlamadıkları, onu Darvinciler safında gördükleri ve İyinin ve Kötünün Ötesinde’yi kesinlikle yanlış yorumladıkları için Almanları paylayan Nietzsche sözlerini şöyle sürdürür:

“Almanlara yararı olsun diye söylenmiştir bunlar; çünkü başka her yerde okurlarım var  hepsi de seçkin kafalar, yüksek makamlarda ve görevlerde yetişmiş, kendilerini göstermiş kişiler; gerçek dehalar bile var okurlarım arasında. Viyana’da, Petersburg’da, Stockholm’de, Kopenhag’da, Paris’te, New York’ta, her yerde beni buldular; bir o Avrupa’nın sığ ülkesi Almanya dışında.”

Nietzsche’nin bu tür olağanüstü okurları bulunduğu yönündeki iddiası genellikle ciddiye alınmamış; bu söyledikleri, ya yazılarının son derece sınırlı başarısının bilincinde olan ve bundan acı çeken kırgın bir yazarın kendisiyle ilgili bir değerlendirmesi olarak, ya da Ocak 1889’da kendini gösterecek olan zihinsel çöküşün habercisi olan bir büyüklük kuruntusunun göstergesi olarak görülmüştür.

Yalnızca son yıllarda insanlar bu sözleri olduğu gibi almışlar ve şaşırtıcı sonuçlara ulaşmışlardır. Yayımlanmış metinlerinden birinin, sözgelimi Şen Bilim’in ilk sayfasına bakacak olursak, Nietzsche’nin sözünü ettiği şehirlerde yayımcısı Ernst Schmeitzner’in şubelerinin bulunduğunu görürüz.

Ne var ki Nietzsche’nin sözü, Schmeitzner’e bağlı olan bu kuruluşların onun yayımlanmış yapıtlarını bu şehirlerde dağıtabildikleri anlamına gelmiyordu yalnızca; düşünürün ya doğrudan ilişki kurmak yoluyla, ya da başkalarının verdiği bilgilere dayanarak tanıdığı gerçek okurları gösteriyordu.

Yüzyıldan uzun bir süredir devam eden Nietzsche’yi algılama tarzını artık kolaylıkla ikiye ayırabiliriz; İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1945 yılı bu iki tarihi birbirinden ayıran ara noktadır. On dokuzuncu yüzyılın son on yılı ile yirminci yüzyılın ilk yarısı boyunca, Nietzsche’nin Avrupa entelektüel yaşamındaki olağanüstü egemenliği öncelikle yazınsal nitelikliydi ve düşünürün şiirsel imgelemine çok şey borçluydu. Gabriele d’Annunzio, Fransız Simgecileri ve Stefan George, Nietzsche’yi bir yalvaç konumuna yükseltmiş, onu yeni insanın mitsel bir ilkörneği gibi görmüşlerdi. Andre Gide, Nietzsche’yi yaşamın taşkın, ahlak dışı kutsanması ile varoluşun dekadan, umarsız bulantısı arasında sıkışıp kalmış son derece ikircikli bir figür olarak görüyordu.

Thomas Mann, Nietzsche yorumunda düşünürle ironi, zihinsel ve sanatsal yaşamımızın akla vurucu, psikolojikleştirici ve köktenci yazınsal yaklaşımları arasında bağlantı kuruyordu. Dışavurumcu şair Gottfried Benn, Nietzsche’nin özünü “‘her ne pahasına olursa olsun’ anlatım fanatikleri” sözünde görüyordu; Benn’e göre bu görüş, parıltı, şeytanileştirme ve uyuşturma dışında hiçbir şeyi arzulamayan ve gerçekleştiremeyen bir dille sonuçlanmıştı. Nietzsche’nin Avrupa edebiyatı ve öteki sanatlar üzerinde çok büyük bir etkisi vardı; bu etki, aralarında Waçeslav İvanov, Aııdrei Belyi ve Valeri Brysov gibi sanatçıların bulunduğu Rus Simgecilerinden August Strindberg, Georg Brandes, William Butler Yeats, Walt Whitman, Robert Musil ve Hermann Hesse gibi birbirinden son derece farklı yazarlara uzanıyordu. Gustav Mahler, Frederick Delius ve Richard Strauss, Nietzsche’nin müzik konusundaki görüşlerini dikkate almış; George Bernard Shaw da “üstinsan”ı “superman” şeklinde 1903 gibi son derece erken bir tarihte Londra sahnesine taşımıştı.

Edebiyattaki bu çok yönlü alımlamaya karşı, Nietzsche’nin 20. yüzyılın ilk yarısında felsefe disiplini içinde alımlanması başlangıçta şaşırtıcı ölçüde dar ve dargörüşlü olmuştur. Elbette, Max Scheler ile Karl Jaspers’in Nietzsche yorumları yalnızca Nietzsche uzmanlığı alanında değil, felsefe kavramının kendisinin genişletilmesine yönelik daha geniş bir çerçevede önemli felsefi katkılardı. Heidegger, Nietzsche derslerine 1936 yılında başlamış, 1945’te savaşın bitimine dek bu derslerini sürdürmüştür. Ne var ki, Heidegger bu derslerini 1961 yılına dek yayımlamadı; bu da söz konusu dersleri savaş sonrası dönemin eşeı’eıi arasında görmemizi gerektirir. Nazi dönemi boyunca Scheler ile Jaspers’in etkisi kesin olarak engellenmiş ve onların yazılan da ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra tam olarak değerlendirilebilmiştir.

Belki de şunu söyleyebiliriz: Nasıl 20. yüzyılın ilk yarısında Nietzsche’ye yönelik ilgi edebiyat ve sanat kültürü ağırlıklı idiyse, 1945 yılından sonra bu ilgi felsefi sorular ve sorunlara yönelmiştir. Gene de, II. Dünya Savaşı sırasında ve özellikle sonrasında, Nietzsche’ye yönelik ilginin azaldığını ve düşünürün çevresinde büyük bir sessizliğin hüküm sürmeye başladığını ekleıu..:ıiiiz gerekir. Nietzsche’nin yeniden incelenmesine yönelik itki, Walter Kaufmann’ın “filozof, psikolog ve Hıristiyanlık karşıtı” olarak Nietzsche yorumları ve çevirileriyle Amerika Birleşik Devletleri’nden gelmiş; kısa sürede İtalya, Fransa ve daha sonra Almanya’ya yayılmıştır. Burada vurgu felsefi ya da kuramsal sorular ve sorunlar üzerinde olmakla birlikte, Nietzsche’ye yönelik bu yeni ilgiyi felsefi bir kaygı ya da Nietzsche’nin geleneksel çerçevede bir filozof olarak irdelenişi olarak nitelendiremeyiz. Nietzsche’nin yeniden ele alındığı entelektüel atmosferde felsefe ile edebiyat arasındaki tür ayrımı ilginçliğini yitirmiş, hatta anlamsız hale gelmiştir. Ne var ki, daha önemli olanı, Nietzsche’nin bu ihlali başlatan kişi olarak, hatta postmodem yönelimi yaratan kişi olarak görülmesidir.

Nietzsche’nin İngiltere’de, özellikle Londra’da, 1900 yılı sıralarında gördüğü ilgi, modem bir filozofun yaşadığı en büyük popüler başarılardan biri şeklinde nitelendirilmiştir. Bu başarının dayanağı belirli bir öğreti, bilimsel bir keşif değil, yalnızca Nietzsche’nin Hıristiyanlık ve burjuva ahlakı eleştirisiydi; bu eleştiri, Victoria dönemi ahlakına meydan okumayı olanaklı kılıyor ve bu düzeni yıkmak isteyenlere destek sağlıyordu. İngiltere’de George Eliot’ın insan merkezli ahlak anlayışı, Walter Pater’in sanatı din konumuna yükseltmesi ve Oscar Wilde’ın “sanat yoluyla kusursuzluğa ulaşabiliriz” varsayımı, Nietzsche’nin görüşlerine oldukça uygun bir ortam hazırlamıştı.

Ayrıca, Fabiancılık ve Fabian Derneği vardı; bu dernek, işçi sınıfının özgürlüğünü ve kadınların eşitliğini savunan bir entelektüeller örgütüydü. Burada da, son derece gelişkin bir toplumsal bilince sahip bir grup insan Nietzsche’yi demokrasiye ve döneminin toplum hareketlerine yönelik saldırılarına rağmen kolaylıkla benimsedi. Fabian Derneği’nin en önde gelen üyesi elbette George Bernard Shaw’du; Shaw, Fabian Nietzscheciliğinin gelişmesine katkıda bulundu, hatta bu tür Nietzscheciliği kendi “Shaw tarzı” yaşamının bir parçası haline getirdi. Bu son derece karmaşık, özgün ve aynı zamanda ironik bir Nietzschecilik biçimi olup, bir nokta üzerinde kesinlikle kararsız kalmamıza yol açar: Shaw, Nietzsche’nin düşüncelerini geliştirmek ve yaymak mı istiyordu, yoksa İngiltere’deki Nietzschecilik hareketinden kendi düşüncelerine pay çıkarmak için Nietzsche’den yararlanmak mı?

Sosyalist bir bireycinin Nietzsche’yi bu benimseyişinin ana ilkesini yalın Übennensch (üstinsan) sözcüğü oluşturur; bu sözcük Shaw’un 1903 tarihli felsefi komedisi Man and Superman’in başlığında da yer alır. Nietzsche bu sözü daha çok kendini aşma anlamında kullanmış, ama zaman zaman ironik bir dönüştürmeyle bu sözü üstinsan yetiştirme fikriyle birleştirmişti. Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün “Çocuk ve Evlilik Üzerine” bölümünde, Nietzsche eşler arasındaki cinsel sevgiyi üstinsanı dünyaya getirme arzusuna bağlar. Shaw söz konusu kavramı kullanışında bu fikre ağırlık vermiş, ama onu kendi toplumsal programıyla zekice bağdaştırmıştır. Shaw, komedisinin Arthur Bingham Walkley’e ithaf mektubunda, insanın yerine üstinsanı geçirmemiz gerektiğini dile getirir; bakıcısı ona sık sık “domuz kulağından ipek kese yapamazsın” dermiş, yazar zamanla onun haklı olduğunu düşünmeye başladığını belirtir. Shaw “kiliselerin, üniversitelerin ve edebiyat erbabının kitleleri bulundukları düzeyin üzerine çıkarma çabaları”nı gördükçe, “ilerlemenin birçoğumuzu olduğumuz yerde bırakmaktan başka bir şey yapamayacağı” ve “ya siyasi kapasitemizi geliştirmemiz, ya da demokrasi tarafından yok edilmemiz” gerektiği kanısına varmıştır: “Gelişigüzel eğitim, tamamıyla rekabetçi bir yaşam savaşımının bütün katılığıyla yüzleşemeyecek kadar çekingen ve işbirliği yoluyla toplumu örgütleyemeyecek kadar tembel ve sorumsuz bir karakter zaafı yaratmıştır”.

Shaw, sorunu bilinç düzeyine çıkarmak için, bu fikirleri bir Don Juan komedisinde verir; oyunda eski Sevillalı Don Juan öyküsünün karakterlerinden yararlanılır, ama bunlar çağdaş gereklere göre yeniden düzenlenir. Yeni Don Juan bir “siyasi risale yazarı” olup, esin kaynağını “cinsellik sorunu politikası”ndan almaktadır: “Artık Ovidius’u okuduğunu iddia etmek yerine aslında Schopenhauer’i ve Nietzsche’yi okur, Westermarck’ı inceler ve kendi içgüdülerinin özgürlüğü yerine soyunun geleceğiyle ilgilenir”. Oyun kahramanının yazdığı risalenin tamamı komedinin sonunda Devrimcinin Elkitabı başlığıyla aktarılır.

Olasılıkla en iyi Mozart operası olan Don Giovanni’den bildiğimiz eski Don Juan öyküsündeki bir başka önemli değişiklik, cinsler arası ilişkide kadının rolüyle ilgilidir. Shaw’un komedisinde Don Juan artık “cinsellik düellosunun galibi” değildir. Daha önce öyle olup olmadığı da tartışmalıdır ya, en azından daha yakın tarihlerde “kadının bu konudaki doğal konumunun ona verdiği tartışılmaz üstünlük gerçeği giderek daha büyük bir güçle ortaya koymaktadır”. Bu yüzden, cinsellik sorunu politikasında, üstinsanı dünyaya getirmek kadına düşer, bu arada erkek onun hakkında risaleler yazar. Shaw’un komedisi elbette bu durumu sonuna kadar kullanır:

Kadının, doğanın en ivedi görevini yerine getirebilmek için erkeğe gereksinme duyması, erkeğe karşı herhangi bir zaferle sonuçlanmaz, ta ki erkeğin direnci kadının enerjisini en üst noktaya ulaştırıncaya ve kadın artık o geleneksel şefkatli, vefakâr tutumlarını, her zamanki gibi bu tutumlarla sonuç alma girişimlerini bir yana bırakıp, doğal hakkı uyarınca, her ikisinin de kişisel amaçlarını çok aşan bir amaç için erkeği sahipleninceye kadar.

Bu da tipik Nietzscheci bir görüştür. Şen Bilim’de Nietzsche şöyle diyordu: “Hayvanlar, erkekler gibi dişiler üzerine düşünmezler; dişiyi üretken varlık olarak görürler”.

Sonuç, son derece karmaşık bir oyundur; oyunun itici gücü Nietzsche olsa da, çok geçmeden Shaw’un dramatik imgelemi onu içselleştirilip aşar. Bu girift yapıt, bütün sorunsalı ortaya koyan uzun ve nükteli bir giriş mektubuyla onu izleyen dört perdeden oluşur; oyunun tamamının sahnelenmesi altı saati gerektirir. Don Juan Tenorio, John Tanner’dir, Dona Anna ise Ann Whitefield; ama John Tanner “avcı yerine av” haline gelmiştir. Öykünün öteki kişileri de buna uygun olarak değişmiştir; örneğin Octavio, Tavy Robinson olmuştur. Üçüncü perdede, bu kişiler uyurken ve rüya görürken tarihsel ya da mitolojik kimliklerine dönerler, Şeytan ve Heykel ile insanın ilerlemesi üzerine tartışırlar. Dördüncü perde ise John Tanner ile Ann Whitefield’in birleşmesiyle sona erer. Tanner’in bitmek bilmeyen konuşmaları bir başka karakterin, Violet’ın ona “yabani” sıfatını yakıştırmasına yol açar; bunun üzerine Ann müstakbel kocasını yatıştırır: “Sen ona aldırma, hayatım. Konuşmana devam et.”

Yapıt, Z.A.S.Ü. (Zengin Aylak Sınıf Üyesi) John Tanner’in kapsamlı “Devrimcinin Elkitabı”yla sona erer; bu kitap Tanner’in insanlık, ilerleme, eğitim ve insan soyunun “yaşam gayesi” olarak görülen üstinsan üzerine görüşlerini ortaya koyar. Nietzsche, Shaw’un metninde bu bağlamda karşımıza çıkar: Üstinsanı haber veren yalvaç olarak değil, yeterince işleyemediği bir görüşü artık her yönüyle geliştirilecek olan bir filozof olarak. Şeytanın heykele Cehenneme son gelenler arasında “Üstinsan fikrini çatan” her ne kadar fikrin kendisi “Prometheus kadar eski” olsa da “şu deli Polonyalı Alman”ın da bulunduğunu söylediği üçüncü perdede de Nietzsche karşımıza çıkar. Nietzsche, John Tanner’in üstinsan anlayışından uzakta tutulmakla birlikte, Shaw’un kendisinin bu görüşleri benimseyip benimsemediğini söyleyemeyiz. Shaw, Tanner’in görüşlerinden de, öteki karakterlerin görüşlerinden de “tamamıyla sorumlu olduğunu” belirtir, ama görüşler burada “dramatik âna uygun olarak” belirirler. Dolayısıyla Man and Superrnan, 20. yüzyılın başlarında pek moda olan bir Nietzsche temasının son derece ironik bir yaklaşımla oyunlaştırılması izlenimini verir.

İngilizceden Çeviren: Kemal Atakay


*Böyle Buyurdu Zerdüşt – Friedrich Wilhelm Nietzsche
** Ecce Homo – Friedrich Wilhelm Nietzsche

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz