Halkımızı “Yoksulluk”, “Kader” ve “Sabır Denemesi” Felsefesiyle Zavallı Kılan Din Adamı – İlhan Arsel

İlhan ArselBilim çevrelerimizin ve çoğu aydınlarımızın hayal eder oldukları şey şudur ki ülkemizde “ekonomik gelişme” sağlanabildiği, “sanayi/toprak sorunları” çözümlenebildiği ve “feodal düzen” yıkılabildiği an din siyasal ve sosyal önemini yitirip Tanrı ile Kul arasında özel bir bağ durumuna inecek ve “evimizin en temiz bir köşesinde yer verdiğimiz Kutsal Kitabın sayfaları arasında olan gerçek yerine kavuşacaktır” Bir kere hemen belirtmek gerekir ki “Kutsal” diye bilinen kitabın sayfaları arasında olduğu sanılan “gerçek”, siyasal ve sosyal yaşamların en ince noktasına varıncaya kadar her şeyin şeriat verileriyle düzenlemesi amacını kapsar. Bu itibarla İslam’da din’in siyasal ve sosyal önemini yitirmesi ve “özel bir bağ” durumuna girmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Olamadığı içindir ki yukardaki dileğe temel edinilen formülü ters yüz etmek gerekir.

Çünkü ekonomik gelişme ancak ekonomik canlılıkla, yani yeryüzü yaşamlarına öncelik ve üstünlük ve değer vermekle mümkündür. Ekonomik canlılığı oluşturacak olan “akılcı” koşulları sağlamadan ne “sanayi toplumunu” var kılmak, ne “ticaret ve iş düzenini” kurmak ve ne de tek deyimle “ekonomik kıpırdanmalara” yönelmek düşünülebilir. Şeriat verileri aracılığıyla insan beyninin içerisine çöreklenmiş “müptezellik” ve “yoksulluk felsefesi” mikrobunu oradan çıkarmadıkça hiç bir ekonomik gelişme hayal edilmemelidir.

Ekonomik canlılık ise, gelecek dünya yaşamlarından önce bu dünya yaşamlarına önem ve öncelik vermekle, daha doğrusu yeryüzünde yoksulluktan uzak ve varlıklı olarak insanca yaşamaya özlem duymakla mümkündür.

Şeriat dini’nin sarıldığı “Bir hırka, bir lokma” felsefesiyle, “müptezelliği” “fazilet” bilen eğitimiyle, “Yoksulluğu veren Tanrı’dır, fakirler zenginlerden önce Cennete gireceklerdir” şeklindeki inandırmalarıyla, yeryüzünün “misafirhane” olduğunu öngören masallarıyla, ve öte yandan bütün bunlara kanıp rızık denen şeyin Tanrı’nın keyfiliğiyle sağlanabileceğini sanan ve kendisini kul’luktan yukarı bir kerteye layık görmediği için insanca yaşamlara gerek duymayan insanlarla ekonomik canlılık yaratmak abes olur. İnsanlarımızı her şeyden önce saf inançlardan kurtarmak gerek; bunu yapmadıkça ve yoksulluğun fazilet değil utanç verici bir şey olduğunu öğretmedikçe, fakirlerin zenginlerden önce Cennete gideceklerinin yalan olduğunu belletmedikçe, ya da benzeri kandırmalardan vazgeçmedikçe hiç bir ekonomik kıpırdanma olanağını sağlamak mümkün değildir. Mümkün olmadığını kanıtlayan iki örnek vardır önümüzde ki, bunlardan biri, kişilerin dünya yaşamlarıyla ilgili inançlarını değiştirerek ekonomik şahlanmayı sağlayabilmiş olan Batı örneği, diğeri ise bu tür inançları hiç değiştiremediği için ekonomik (ve sosyal) geriliklerden kurtulamamış olan İslam dünyası ve bu dünyanın bir parçası olan kendi toplumumuzdur

Biraz ilerde göreceğiz ki Orta Çağ döneminde yoksulluğu “fazilet” sanan, yeryüzü yaşamlarını değersiz bulan, çalışmayı dahi bir bela sayan Batı dünyasında ekonomik miskinlik ve “atalet” denen şeyler geçerli iken, “Renaissance” ve “Reformasyon” hareketleriyle birlikte, daha doğrusu çalışmanın ibadet’ten önce gelen bir “iman” sorunu olduğunun kafalara sokulmasiyle (ki bu işi özellikle Luther ve Calvin gibi Reformasyon liderleri yapmışlardır) ve yoksulluğun “fazilet” değil “nakise” (kusur) olarak sayılması gereğinin kabulü ile birlikte ekonomik canlılık kendisini göstermiştir. Böylece Batı dünyası modem zamanların mucize yaratıcısı durumuna girmiştir. Yoksulluğu “fazilet” imiş gibi gösteren din hükümleri, ileri görüşlü bazı din adamlarının etkisiyle değiştirilmiş, yeni yorumlarla süslendirilmiş, muhtemelen Tanrı’nın pek hoşnut olmayacağı niteliklere dönüştürülmüştür. Birazdan göreceğiz ki Luther, İncil’deki hükümleri kendi toplumunun dili olan Almanca’ya çevirirken “emek” öğesini ibadet’in ve dua’nın önüne geçirmiştir. Calvin ise “yoksulluğu” değil fakat aksine “varlık edinmeyi”, Tanrı’ya hizmet olarak tanımlamış, varlıklı olmanın Cennet kapılarını açacağını dinsel . inanış olarak yerleştirmiştir. Luther ve Calvin gibi daha nice din adamları ve aynı doğrultudaki yazar ve düşünürlerin çabaları sayesindedir ki Batı halkları ekonomik kalkınma yoluna girmişlerdir. Bütün bu çabalara egemen olan şey akılcı eğitimdir.

Batı’lı aydın, kendi toplumunu din adamının pençesinden kurtarmakla ya da din adamını akılcılığa zorlamakla başarı yolunu açmıştır.

Batı’da din adamı “emek” öğesini “dinsel görev” haline getirirken:

Batı’da ekonomik yaşam, “Katolikler” ve “Protestanlar” bakımından farklı ve genellikle ikincilerin birincilere oranla daha avantajlı durumda bulunmaları şeklinde kendisini göstermiştir. Bununla beraber her iki mezhep de ekonomik canlılığı Şeriat toplumlarına nazaran çok daha başarılı oluşumlara ulaştırmışlardır. Her ikisi için de emek (çalışma), en güç ve zahmetli yönleriyle, bir bakıma din sayılmıştır. Şu bakımdan ki Katolik’lik çalışmayı, Adem Havva’dan gelme günahların kefareti olarak görmüş, Protestanlık ise Tanrı’yı yüceltme anlamına almıştır. Fakat Protestanlık kişi’yi ekonomik bakımdan ölçüsüz bir hırs ve şevk’e sürüklerken, Katoliklik maddi ihtiraslara gem vurmağa çalışmıştır. Bundan dolayıdır ki Protestan ülkelerde çalışma hevesinin ve gücü’nün, Katolik ülkelere nazaran daha yüksek olduğu ve iş alanında Protestanların daha başarılı sonuçlar aldıkları kabul edilir. Nitekim 1958 yılında yapılan bir anket vesilesiyle sokaktaki yurttaşa sorulan: “insanlar (ellerinde) olanla yetindikleri ve olandan fazlasını aramadıkları zaman mı Tanrı’nın dileğini yerine getirmiş olurlar, yoksa olandan çok fazlasını elde etmek için uğraştıkları zaman mı ? ” şeklindeki soruya Protestan’ların verdikleri yanıt şu olmuştur: “Tanrı’nın hoşlandığı şey insanların var olanla (nasipleriyle) yetinmeyerek çok daha fazlasına sahip olmak için çalıştıklarını görmektir”.

Yine aynı yıl yapılan diğer bir bilimsel araştırma sonucunda Protestanların, ekonomik yaşamlar ve çalışma hırsı ve hevesi bakımından Katoliklere oranla çok daha üst düzeyde bulundukları, varlık edinmek ve ekonomik refaha ulaşmak hususunda çok daha fazla istek ve kararlılık içerisinde davrandıkları anlaşılmıştır.

Bu zihniyeti, İslam’ın “rızık Tanrı’dandır, Tanrı’nın verdiği rızık ile yetinen kişi Cennet’lere girer” şeklindeki emirleriyle eğitilen ve bu nedenle fazla varlık edinmek için fazla çalışmayı düşünmeyen zihniyetle karşılaştırınız.

*

Hıristiyanlığın ilk ortaya çıkışı tarihlerinde havariyunlardan St. Paul, İncil’in satırları arasına “Kim ki çalışmak istemez, rızık yoktur ona” şeklinde hükümler yerleştirmek suretiyle her insana çalışma zorunluluğunu yüklemişti. Onun yaptığını daha sonra, Orta Çağ’larda Thomas d’Aquinos, biraz daha geliştirdi ve çalışmayı, günlük rızkı sağlamanın ilk koşulu saydı. Böylece “rızık” denen şey Tanrı’dan ve Tanrı’nın dilek ve keyfinden doğma bir şey değil fakat asıl kişi’nin kendi emeğinin ürünü oluyordu.

Daha başka bir deyimle St. Paul ve Thomas d’Aquinos, az ölçüde de olsa çalışma gücüne itiş sağlayan bir yenilik getirmiş oldular. Onların bu buluşlarına, daha sonra Luther, Calvin ve Richard Baxter gibi reformcular sayesinde yeni ve daha önemli dinsel unsurlar eklendi. Buna göre kişi, sadece günlük ekmeğini, rızkını sağlamak için çalışmamalıydı; çalışma eyleminin bunun da üstünde bir amacı olmalıydı ki o da Tanrı’yı yüceltme amacına dayalı bulunması idi. Yani kişi bütün gücü ve enerjisiyle çalıştığı taktirde Tanrı’yı yüceltmiş sayılacaktı. Tanrı’nın kişi’den istediği ve beklediği şey buydu. Kişi için günlük rızkı sağlamakla yetinmek yeterli değildi; günlük rızkını sağlamış olsa dahi, daha fazla, mümkün olduğu kadar fazla çalışmalı idi ve ancak bu taktirde Tanrı’ya layık olabilir, onun emirlerine uymuş sayılabilirdi. Bu şekildeki çalışmasıyla kişi ne kadar çok para kazanır ve varlık edinirse Tanrı’yı da o kadar hoşnut etmiş olurdu. Yoksulluk fazilet değil fakat adeta günahkarlık demekti.

Söylemeye gerek yoktur ki böylesine ekonomik bir canlılığa kavuşturulan kişi, hem kendi kendisini ve hem de mensup bulunduğu toplumu kalkındırma yoluna girmiş oluyordu.

Öte yandan Luther, Calvin ve diğerleri “Kutsal” bilinen kitap’taki din hükümlerini öylesine yorumlayıp halka sundular ki yoksulluk fazilet değil fakat utanç verici bir şey sayıldı. İncili Latince’den kendi dillerine çevirirlerken öylesine bir dil ve deyimler kullandılar ki. yoksulluğu, kanaatkarlığı (az ile yetinme geleneğini) o zamana kadar fazilet ve meziyet gibi gören inanışlar değişti; yoksulluk “fazilet” değil fakat “rezillik” gibi bir şey sayıldı. Luther İncil’i Latince’den Almanca’ya çevirirken, Tanrı’nın insanlara yüklediği görevlerle ilgili sözcükler Latince aslından farklı anlamlar yaratacak şekle soktu ve örneğin “Beruf sözcüğünü kullandı. Almanca’da bu sözcük “Tanrı çağırısı” anlamındadır. Böylece Tanrı, kişileri, çok çalışmak suretiyle kendisine hizmet etmeye, bu yoldan kendisini yüceltmeye çağırmaktaydı. Luther “Beruf’ deyimini uygularken onu yepyeni bir anlam içerisinde halka kabul ettirdi. Bu yeni anlama göre “Beruf , Tanrı çağırısına çalışma yolu ile koşmak dernek oldu. Böyle olunca, kişi bakımından dünya yaşamını çalışmaya dayatıp bol varlığa, refaha kavuşmak, tıpkı ibadet etmek, tıpkı Tanrı’ya tapmak kadar kutsal bir anlam taşır oldu. Daha başka bir deyimle yeryüzü yaşamı için çalışmak dernek, Tanrı’yı yüceltmek sayıldı. Çalışma duygusu böylece dinsel bir inanç niteliğini aldı. Bir başka deyimle Luther ve Calvin gibi din adamları, kendi toplumlarına, dünyevi işleri görürlerken Tanrı’ya en iyi şekilde ibadet ve dua ediyorlarmış, Tanrı’yı yüceltiyorlarmış inancını aşıladılar. Şu durumda kişi için en makbul, en kutsal yaşam, bir köşeye çekilip yeryüzünü misafirhane şeklinde görmek, dua edip beklemek, yoksulluğu fazilet bilmek, yoksul kalarak Tanrı’yı hoşnut etmek değil fakat aksine yeryüzünü yaşanacak yer bilmek ve cennet haline getirmek, çalışıp para kanarak varlığını arttırarak Tanrı’yı yüceltmekti. Tanrının ondan beklediği şey buydu; Tanrı onu bu şekilde çalışmaya ve varlığını arttırmağa çağırmaktaydı.

Protestan din adamlarının ve Reformasyon liderlerinin yerleştirdikleri dinsel inanç işte bu olmuştur. Bunu yaparlarken kişi’yi Cennet meselleriyle oyalamamışlar, aksine Cenneti bekleme hevesinden kurtarmışlardır. Onlara göre kişi gelecek dünyaların nimetlerine konmak için değil fakat sadece yeryüzü dünyasının görevlerini yerine getirmek için çalışmalıydı, çünkü Tanrı’nın onaylayabileceği tek yaşam türü bu olabilirdi Şu durumda kişi bakımından dinen ve ahlaken ideal olmak gereken şey, dünya yaşamlarından el çekmeyip varlık edinmek, kişiliğini geliştirmek, dolayısıyla yaratıcı güce sahip olmak, ve Tanrı’ya karşı verimli hale gelmektir.

Bu sayede kişi, asıl yaşanmak gereken dünya’nın gelecek dünyalar değil fakat her şeyden önce bu yer yüzü dünyası olduğunu öğrenmiş,

kendi kem “mahrumiyetlere”, eziyetlere” sokmanın ve sırf gelecek dünyalarında her türlü zevklerden uzak kalmanın budalalık olduğunu anlamıştır.

Bununla beraber Luther ve Calvin gibi din adamlarının yerleştirdikleri inançlara göre “feragat” ve “nefse egemen” olmak gibi meziyetler terk edilmiş değildir. Bunlar rasyonel bir ayarlama ile dünya yaşamları bakımından yararlı şekle dönüştürülmüştür. Şu bakımdan ki, kişi için sırf para kazanmak, varlık sağlamak ve basit çıkarlar uğruna çalışmak değil fakat Tanrı uğruna çalışmak fazilet sayılmıştır. Protestan liderlerin düşünüşü şu olmuştur ki eğer para kazanmak, mal mülk sahibi olmak sırf maddi çıkarlar maksadına dayalı olacak olursa bundan sakıncalı sonuçlar doğabilir, çünkü mal ve para hırsının sonu ve sınırı yoktur; bu hırs uğruna kişi her türlü kötülüğe, her türlü ahlak dışılıklarına kaçabilir. Üstelik bu hırs yüzünden çalışma’yı küçümsemesi, tembelliğe yönelmesi de mümkündür. Çünkü yeteri kadar para ve mal kazandığı an daha fazlasını elde etmek için çalışmak istemez. Oysa ki eğer çalışarak para kazanmayı, Tanrı’yı yüceltmek, O’na hizmet etmek amacına dayalı bir şey olarak görürse, böyle bir düşünceye yönelmez. Kendi ihtiyaçlarını bol miktarda karşılayabilecek varlığa kavuşsa bile yine çalışmaktan geri kalmaz, varlık sağlamak için yaratıcı olmağa, verimli sistematik, rasyonel bir şekilde iş görmeğe devam eder, böylece Tanrı’yı hoşnut ederken aynı zamanda topluma yararlı olmuş olur “Çalışma” denen şey Tanrı’ya hizmet şeklinde “fazilet” niteliğini alınca kişi’nin karakteri de bu doğrultuda olmak üzere olumlu şekilde gelişme göstermiştir.

Oysa ki İslam’da yoksulluğun fazilet ve meziyet olduğu inanışı bir yana fakat bir de “rızık” denen şeyin, tam bir keyfilik içerisinde Tanrı’dan gelme olduğu kabul edilmiştir: Tanrı dilediğine dilediği kadar rızık verir, dilediğininkini arttırır, dilediğininkini kısar. Bundan dolayıdır ki İslam ülkelerinde kişi için yoksulluğu nimet bilip her zevkten, her iyi ve rahat yaşamdan (hatta fazla gülüp eğlenmekten) kaçınmak “fazilet” sayılmıştır. Cinsel münasebet bile, zevk için değil sadece nesil üretmek için gerekli kabul edilmiştir. Bundan dolayıdır ki Müslüman toplumlarda insanlar miskinleşmiş, müptezelleşmiş, dünya yaşamlarını küçümsemiş, adeta bitkiselleşmiş, yaratıcı güçten yoksun sadece cennetleri hasretle bekler hale girmişlerdir.

Konuyu Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına adlı kitabımda ele aldığım için burada fazla durmayacağım fakat şunu ekleyeyim ki, her ne kadar Hıristiyanlıkta da kişiyi, rızkını Tanrı’dan bekleyici, miskinleştirici ve dünya yaşamlarını küçümser duruma getirici hükümler olduğu kabul edilirse de, biraz yukarda belirttiğim gibi Luther ve Calvin gibi din adamları, çalışmayı dinsel görev şekline sokmakla Batılı insanın kaderini çizmişlerdir. “Reformasyon” dönemini getiren ve sürdürenler, Luther ve Calvin’in görüşlerini pekiştirmişler ve çalışmayı daha da kutsal, rasyonel ve sistematik şekle sokmuşlardır. Örneğin rasyonel şekilde çalışmamanın zaman israfına sebep olacağını, oysaki israfın ve boş durmanın dinsel günah sayıldığını, zamanı en verimli bir şekilde değerlendirmenin din gereği bulunduğunu anlatmışlardı . Fikren ve bedenen bütün gücüyle, en ağır şekilde yılmadan çalışmanın kişi bakımından Tanrı’ya hizmet etmek olduğu inancını pekiştirmişlerdir.

Akıl çağını hazırlayan ve getiren düşünürler ise, hamuru bu şekilde yoğrulmuş olan kişi’yi, özellikle rasyonel yönden ele almışlar ve aklı Tanrı ve Tanrı’yı da akıl şekline sokmak suretiyle çalışkan, yaratıcı, uygar bir insan tipi yaratmışlardır.

*

“Reformasyon” liderleri (ve özellikle Calvin) , “kader” sorununa da yeni bir dinsel anlayış getirmek suretiyle kişiyi canlı ve çalışkan ruha sahip kılmışlardır. Her ne kadar hareket noktaları “katı” bir kadercilik felsefesi olmakla beraber, yine de kaderciliği ekonomik gelişmesinin motoru haline getirebilmişlerdir. Şöyle ki:

Genellikle ve yanlış olarak sanılır ki Katolik’lik kaderciliğe körü körüne bağlıdır ve bu nedenle insan iradesinin bağımsızlığını ve kişi sorumluluğunu kabul etmez. Yine yanlış olarak sanılır ki Protestanlık kaderciliği reddeder ve özgür düşünce ilkesini izler. Aslında her iki kanı da yanlıştır. Şu son dört yüz boyunca Protestanların kaderciliğe yöneldikleri, oysa ki en koyu Katoliklerin dahi irade bağımsızlığına yer verdikleri görülmüştür. Örneğin “Puritain’ler” diye bilinen ve Protestanlığın en güçlü ve etkili mezheplerinden birini oluşturanlar kadar kaderciliğe inanmış olanlar azdır. Buna karşılık “Jesuit’ler”, ki Katolikliğin en koyu taraftarı ve yayıcılarındandırlar, özgür irade tezine bağlı görünmüşlerdir.

Söylenen şudur ki kadercilik denen şey, her ne kadar atalet ve miskinlik yaratır sanılırsa da, eğer bilgili ellerde işlenecek olursa olumlu ve verünli sonuçlar verebilir. Buna karşılık irade özgürlüğü denen şey, bazı hallerde dogmacılığa dönük nitelik kazanabilir. Daha başka bir deyimle ister kadercilik ve ister irade özgürlüğü olsun, her ikisi de insan varlığını canlı, yaratıcı, dinamik kerteye getirmede iş görebilir. Nitekim Calvin, kaderi Tanrı tarafından çizilmiş olan kişi’nin sadece çalışmak suretiyle Tanrı’nın iradesine uymuş olacağını söylerken çalışma olgusunu “iman” haline sokmuştur. Modern kapitalizm’in, ekonomik gelişme’nin ve varlık birikiminin oluşmasında Calvin’in büyük rolü olduğu kabul edilir. Niteliği ne olursa olsun her türlü emeği, ekonomik faaliyeti ve çalışmayı “fazilet” şeklinde tanımlayan ilk sistematik düşüncenin temsilcisidir o. Hıristiyanlığın uyguladığı din hükümlerine öylesine yeni bir anlam vermiş, bunları öylesine olumlu şekilde yorumlamıştır ki, Batı’da ticaret serbestisi ve Kent endüstrisi ancak onun çabalarıyla oluşan canlılıkla sağlanabilmiştir. Din kitaplarında faiz yasaklarıyla ilgili, ya da yoksulluk felsefesini destekler nitelikteki hükümleri Calvin ters yüz ederek ekonomik zindeliği yaratmıştır. Kredi sistemini (örneğin faiz karşılığı borç almayı) sosyal yaşamların kaçınılmaz ve zorunlu gerekleri olarak din hükümleri şekline dönüştürmüştür; daha doğrusu dinsel verileri bu gereklere oturtmuştur. “Bir lokma ekmek, bir hırka” zihniyetini ya da “az ile yetinmeyi ” dinsel meziyet sayılmaktan çıkarmıştır. Kendisini disiplinli ve metodik şekilde çalışmaya zorlayan kişi’nin Tanrı gözünde değer kazanacağım “inanç” haline sokmuştur. Daha başka bir deyimle Calvin, kaderciliği miskinlik ve sorumsuzluk yaratan şekliyle değil takat çalışma gücünün motoru ve enerji kaynağı olarak ele almıştır. Onun anladığı şekliyle kadercilik, kişilerin içinde bulundukları durum bakımından değer taşır olmuştur. Kişiler Tanrı tarafından belli görev ve hizmetlerde bulunmak üzere yaratılmışlardır. Tanrı her insanı belli bir meslekte belli bir işte ve sırf kendisine hizmet etsin için var kılmıştır. Kişi iş görürken, başkalarına değil fakat her şeyden önce Tanrı’ya hizmet etmiş olma duygusu içerisindedir: işini ne kadar şevk, azim ve verimlilikle yapacak olursa Tanrı’ya o kadar layık olmuş olacaktır. Kişi bakımından çalışkan olmak, dinin bizatihi gereği olarak önem taşır.

Calvin, bu konuda Luther’den biraz farklı bir düşünce yörüngesindedir. Çünkü Luther’e göre iman denilen şey, çalışmanın bizatihi kendisi olduğu halde Calvin’e göre bunun da ötesinde bir şeydir, çünkü iman ancak çalışma yolu ile sağlanabilir; yani çalışmayı yapan iman değil fakat imanı yapan çalışmadır; iman çalışma’nın ürünüdür ve ondan doğar.

Bu böyle olunca çalışmak suretiyle sınırsız şekilde varlık edinmekte dinsel hiç bir sakınca yoktur. Çünkü “varlık” sadece maddi kazanç sağlama dileği ve hırsı ile değil fakat Tanrı’ya hizmet düşüncesiyle, yani iman gereği olarak elde edilmiş olmaktadır; bu nedenle “kutsal” bir anlam taşır. Böylece “Emek”, “Çalışma” hem nitelik (kalite) ve hem de nicelik (kantite) bakımından ortaya çıkmış olur. Nitekim Calvin’in etkilediği ülkeler (örneğin İsviçre, İngiltere, vs) çalışmayı bu şekilde din haline sokmuş ülkelerdir. Bu ülkelerde çalışma bilinci, iş düzeni, iş sorumluluğu ve çalışma verimliliği diğer ülkelere oranla çok yüksek olmuştur.

*

Her ne kadar Calvin Tanrıyı otoriter ve hatta despot nitelikte tanımlar görünürse de bu yeni dinsel anlayış içerisinde kişi’yi, hem verimli ve hem de hiçbir aracıya, hiçbir din adamının fetvasına ve yardımına gerek duymadan, hiç bir umuda kapılmadan, sadece kendi çalışması ve emeği ile Tanrı’yı yüceltme, kendisini Tanrı’ya beğendirme olanağına sahip kılmıştır; başkaları ve örneğin mensup bulunduğu Kilise’deki din adamları ne derse desinler, ne hüküm verirse versinler kişi, Tanrı indindeki yerini sadece kendisi, kendi çalışması ile saptamış olacaktır.

Oysa ki Katolik dininde kişi, ancak Kilise’nin, yani din adamının aracılığı ile Tanrı’nın inayetlerine sahip olabileceği inancındadır. Kişi için kurtuluş yolunu çizen güç Kilise’dir, din adamıdır. Bu böyle olunca kişi’deki iman anlayışı çalışma gücü’nü etkiler nitelikten biraz uzaktır.

Calvin Kilise’ye üye olmayı, Kilise’de ibadette bulunmayı engellemiş değildir; aksine bunu koşul bilmiştir. Fakat kişi’yi, kendi başına, kendi çabası ve çalışması ile kendisini Tanrı’ya beğendirebilen, kendi sorumluluğu ile başbaşa bulunabilen bir varlık yapmıştır.

Yine tekrarlayalım ki Calvin’in doktrininde bu yeryüzü bir bekleme, yoksulluk içinde günlerini geçirme, gelecek dünyanın Cennetlerindeki nimetleri ve dilberleri hayal etme ve bu Cennet’ler için hazırlanma yeri değildir. Bu bakımdan Calvin doktrini, miskinlik, durgunluk ve yoksulluk felsefesini kökten red etmiş sayılır. Bu doktrine göre yeryüzü, belli iş alanlarında kişilerin Tanrı’ya hizmet ettikleri, emek ve çalışma yolu ile Tanrı’yı yüceltmeye uğraştıkları, daha doğrusu Tanrı’nın emrine uydukları yer’dir. Tanrı’nın verdiği emir “Çalış!” emridir. Bu emri en iyi ve en verimli şekilde yerine getirmek suretiyle Kişi Tanrı’ya “ibadet etmiş”, onu yüceltmiş olur. Daha başka bir deyimle kişi için dinsel yaşam, sadece Tanrı’ya yalvarıp yakarmak, ibadet ve dua etmek şeklindeki dinsel görevleri yerine getirmekten ibaret değildir. Asıl ibadet, asıl dinsel görev yeryüzü yaşamlarını bereketli, verimli, kazançlı ve varlıklı hale getirmektir; bu da ancak çalışmakla olur. Sadece el açarak Tanrı’ya dua ile dinsel görev yerine getirilmiş olmaz. Böylece Calvin, “Kader” felsefesi, “Tanrı anlayışı” ve “İş gücü” (Çalışma) gibi unsurları birbirleriyle bağlantılı olarak Kişi’nin yeryüzünde refah içinde ve insan gibi yaşaması olasılığına araç yapmıştır.

Fakat hemen ekleyelim ki Batı’da, insan varlığının kutsallığına asıl inananlar akılcılığı rehber edinen aydınlardır. Onlar, kader felsefesinin bu yukardaki olumlu yorumunu dahi yeterli bulmayıp insan şahsiyetinin haysiyeti sorunlarına akılcı yoldan çözüm aramışlardır. 17. ve 18. Yüzyıl düşünürlerinin çoğunun yaptıkları budur. Örneğin Fransa’da Pierre Bayle, kişilerin “iyi” ya da “kötü” bir kadere sahip olmaları nedenini Tanrı’ya atfeden görüşleri “Kader” felsefesi adı altında savunan din adamlarına karşı en amansız tenkitleri savurarak savaş açmıştı. Dictiorinaire adlı ünlü yapıtında şöyle der: “Eğer Hıristiyan teolojisi, örneğin St. Augustin ‘in ya da Calvin ‘in ve Jansenist okul mensuplarının görüşleri doğru ise, bu taktirde Tanrının bir canavar olduğunun kabulü gerekir” . Daha sonra, 18. yüzyılda J. Wesley, bu ayni görüşlerin en ateşin savunucularından olmuştur. Ona göre Tanrı’yı kader çizen, keyfilikler içerisinde hareket eden bir “Yaratan” olarak göstermek, O’na karşı en çirkin, en küstah bir davranışta bulunmak demektir. Yine ona göre kaderci felsefeye inanmak Tanrı’yı her türlü kötülükleri yapabilir şekilde kabul etmek demektir. Tanrı’nın insan kaderini önceden çizer olduğuna dair “Kutsal” bilinen kitaplarda yer alan sözler, Tanrı’ya haksızlık ve hakaret anlamına alınmalıdır. Çünkü Tanrı “keyfilik” Tanrısı olamaz, “Korkutucu” bir Tanrı olamaz; O sevgi Tanrı’sıdır, iyilik Tanrı’sıdır, adalet Tanrı’sıdır; yüceliğinin nedeni de budur. Bundan dolayıdır ki hiçbir din kitabı insanların kaderlerinin kendi iradeleri dışında, başka bir güç tarafından (velev ki bu güç Tanrı olsun), önceden çizilmiş olduğunu kanıtlayamaz.

Batı dünyası, özellikle 18. yüzyılda, bu tür akılcı görüşleri savunan aydınlarla doludur. Bu sayededir ki Batı dünyası karanlığı yenebilmiş, aydınlıklara çıkabilmiş, her alanda olduğu gibi ekonomik alanda da insanlarını geliştirebilmiştir 574.

Ne acıdır ki Şeriat dünyası bu doğrultuda yol alamamıştır. Bırakınız akılcı düşünceye benzer bir yeniliği ve fakat “Reformasyon” liderlerinin Hıristiyanlığa soktukları dinsel anlayış doğrultusundaki gelişme’ye benzer bir şey dahi, hiç bir dönem itibariyle söz konusu olmamıştır İslam ülkelerinde. Daha önceki sayfalarda değindiğimiz gibi, İslam’ın özü kişi’nin Tanrı kulu olduğu inanışına dayalıdır. Tanrı’ya kulluk, Tanrı’ya hizmet, her şeyden önce Tanrı’ya dua ve ibadet etmekle olur ki bunun tezahürleri Tanrı’nın “Tek” olduğunu tekrarlamak, namaz kılmak, oruç tutmak, hac etmek, Cihad’a çıkmak gibi davranışlardır. Bu davranışlar Tanrı’nın yerine getirilmesini emrettiği ve tamamıyla şekilcilikten oluşan şeylerdir. Öte yandan dünya yaşamları, dünya kazançları değersiz ve önemsiz olup “yoksul” ve “müptezel” yaşamlar “asıl’dır”. Kişi için en büyük görev, en kutsal iş Kur’an okumak ve Kur’an’ın beş koşuluna uymaktır ki bu koşullar biraz önce dediğimiz gibi namaz kılmak, oruç tutmak, din adına savaşa çıkmak, hac etmek üzere Kabe’yi ziyarette bulunmak vs… gibi şeylerdir.

Din Adamı, Halk Yığınlarına “Mübtezel’liği” ve “Yoksulluğu “, Fazilet Diye Belletir; “Kaderciliği” İse Bu Zihniyetin Temeli Bilir.

Yeryüzünün pek az bölgesi vardır ki İslam ülkelerinde olduğu kadar “mübtezel’lik” ve “yoksulluk” gibi müsibetleri “fazilet” ve “meziyet” niteliğinde saysın ve insan haysiyetiyle bağdaşmaz bu tür yaşamları kader ve sabır işi yapsın. Yırtık, yamalı, pejmürde giysiler içinde ve saçı sakalına karışmış olarak dolaşmak, toprak altı evlerde oturmak, hayvanlarla altalta, üstüste bir arada bulunmak, yere çöküp parmaklarla yemek yemek ve yerken parmakları yalamak, abdest yaptıktan sonra tek sayıda taş ya da kerpiç kullanarak temizlenmek, günlük rızkı edinecek kadar çalışmayı yeterli bilmek, onu dahi Tanrı’ya yalvar yakar olup O’ndan beklemek, bütün bunların Tanrı’nın dileği olduğunu düşünmek vb…, evet bu ve buna benzer hususlar, müslüman ülkeler insanlarının ortak yönlerindendir. Çünkü bu insanların kafalarına din adamları aracılığı ile sokulan inanış, müptezelliğin, yoksulluğun, rızık azlığının (ya da bolluğunun), yeryüzü mutsuzluklarının hep Tanrı dileğince oluştuğu, Tanrı’nın kendilerini “zor” bir sınavdan geçirmekte bulunduğu ve bu sınavdan geçenlerin Cennet’teki bolluklara, yeşil ırmaklara, “yakut gözlü ve memeleri yeni sertleşmiş” güzel kızlara kavuşacaklarıdır.

Bu inanışları tam bir sihirbaz ustalığıyla yoğuranlar din adamlarıdır. Din adamının tek uğraşısı “müptezelliği” ve “mahviyet” duygusunu “fazilet” halinde gösteren şeriat hükümlerini hiç değiştirmeden uygulamak, kişi’yi kader oyuncağı yapmak, “sabır” hamuru ile yoğurarak onu zavallı, her şey’e boyun eğen, rızkını kendi gayretinden ziyade Tanrı’nın inayetinden bekleyen bir yaratık durumunda tutmak olmuştur. Kişi’nin, insan haysiyeti içerisinde, irade özgürlüğüne sahip ve kendi kaderinin sorumlusu olarak yaşaması, din adamını ilgilendirmemiştir. Maddi ve manevi bakımdan kişi’nin eziklikler, gerilikler, çileler ve ilkellikler içerisinde yaşaması onu üzmemiştir. Aksine kişi’yi (ve toplumu) bu durumlarda tutmaya yararlı şeriat verilerini en büyük bir kurnazlık ve ustalıkla geçerli kılmayı marifet bilmiştir.

Bu konuyu ve söz konusu bu verileri “Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına” adlı kitabımızda incelediğimiz için burada fazla durmayacağız ; fakat tekrarlama pahasına da olsa bazılarını anımsamakta yarar vardır.

Din adamlarının insanlarımıza bu konuda aşıladıklar’ inançların başında, “mübtezellik” ve “yoksulluk” gibi şeylerin, “fazilet” niteliğinde olduğu inancı gelir. “Mübtezel” sözcüğü esas itibariyle “hor görülen” ya da “değersiz” şeyler için kullanılır. Din adamı bu sözcüğü müslüman kişilere, şeriatın öngördüğü şekliyle belletir ki o da saçı sakalına karışmış, üstü başı toztoprak dolu, eski ve pejmürde giysilere ya da peştemala bürünmüş insan tipini temsil eder. Belletirken de Muhammed’in “mübtezelliği” yücelten şu sözlerini tekrarlar: “Al/ahu Teali giydiğine aldırış etmeyen mübtezel insanları sever” 576, Bu gibi kimselerin doğruca Cennetlere gideceklerini müjdelemek için yine Muhammed’in sözlerine başvurur ki bunlardan biri söyledir: “Dikkat edin, Cennet’in hükümdarlarının size haberini vereyim mi? Her hakir görülen zayıf, tozlu topraklı, saçı sakalı karışık, eski iki elbiseye bürünmüş, kendisine kıymet verilmeyen ve nazara alınmayan… kimselerdir” 571.

“Mübtezel’lik” yanında yoksulluğun da “fazilet” demek olduğunu anlatmak için din adamının elinde sayısız denecek kadar çok şeriat verileri bulunur. Bir kere her şeyden önce Muhammed Örneğini sergiler: güya Muhammed ömrünü yoksulluk içinde geçirmiştir, arpa ekmeği, hurma ve sudan gayrı bir şey yememiştir, kaba kumaştan gömlek ve peştemaldan başka bir şey giymemiş ve yoksul kişiler gibi ölmüştür. Güya Ebû Hüreyre: “Rasülullah doyasıya arpa ekmeği bile yiyemeden dünyadan ayrıldı” demiştir. Güya Ayşe: “Peygamber ailesi Medine’ye hicretten vefatına kadar üç gece peşi peşine doyasıya buğday ekmeği yememiştir” diye bildirmiş ve “Peygamberimizin yatağı, içi hurma lifleri ile doldurulmuş hayvan postu idi” 511 (c) diye eklemiştir. Güya İbn Abbas: “Rasülullah peşipeşine bir kaç gece aç yatar, ev halkı da akşamleyin yiyecek bir şey bulamazdı. Buldukları zaman da yiyecekleri arpa idi” demiştir.

Hemen açıklayalım ki din adamının Muhammed’i yukardaki şekilde açlık ve yoksulluk içerisinde yaşamış gibi göstermesi gerçeklere aykırıdır. Çünkü Muhammed, Medine’ye geçtikten sonra çeşitli saldırılar ve savaşlar yolu ile edindiği ganimetler sayesinde mallar, geniş araziler ve köleler edinmiştir. Ganimet paylaşımı sayesinde kendisi gibi varlıklı olmuş olanlar da çoktur.

*

Öte yandan rızkın Tanrı’dan ve Tanrı’nın keyfine göre gelme olduğunu anlatmak için din adamı yine Kur’an’a sarılır. Kur’an’da yer alan hükümler arasında: “…bol nimet Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir” (3 İmran 73); “Allah dilediğine lütfeder, ihsanda bulunur” (14 İbrahim 11); “Allah dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır” (24 Nûr)

“Allah dilediği kimselerin rızkını genişletir” ( 13 Ra’d 26); “…Eğer fakirlikten korkarsanız bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir… ” (K. 9 Tevbe 28) şeklinde olanları çoktur.

Bütün bu hükümlerin anlattığı o’dur ki, rızkı veren Tanrı’dır ve Tanrı, “say ve emek’! ne olursa olsun, kullarına dilediği şekilde ve dilediği miktarda rızık dağıtır. Onun bu keyfiliğini etkileyen tek şey, olsa olsa kişi’nin kendisine kul olarak boyun eğmesi, yalvarıp yakarması, dua etmesidir.

Öte yandan yine” din adamının belletmesine göre, “yoksulluk”, “açlık”, “hastalık” ve “bela” gibi şeyler Tanrı’nın kendi sevdiği kul’larına, sırf onları sınamak için “ihsan” ettiği şeylerdir ve bu gibi durumlarda kul’ların sabır göstermeleri, Tanrı’ya hamd etmeleri gerekir:

“Sizi birazcık korkuyla, açlıkla, mal, can ve meyve noksanıyla sınayacağız, müjdele sabredenleri” (K. 2 Bakara 153);

“Allah rızık bakımından bir kısmınızı bir kısmınızdan üstün etmiştir” (K 16 Nahl 71);

“…’Biz Allah’ın aramızdan seçip lütfettiği bunlar mı?’ demeleri için halkın bir kısmını bir kısmiyle sınarız” (K. 6 En’am 53) şeklindeki ayet’ler verilebilecek örneklerden sadece bir kaçıdır.

Bu konuda “Hadis” şeklinde iş gören pek çok hükümler de vardır. Örneğin Şeddat İbni Evs’in rivayetine göre Muhammed şöyle demiştir: “Allahu Teala buyurdu ki: ‘Ben bir kulumu belaya uğrattığımda bana hamd ederse ve başına gelen musibete sabrederse, o kimse anasından doğduğu gibi günahlardan arınarak yatağından kalkar” . Enes’in rivayetine göre şunu bildirmiştir: “Ulu Tanrı buyurdu ki: Mağfiret etmek istediğim kulumu vücudunda hastalık, maişetinde darlıkla müptela ederek boynundan bütün günahlarını almadıkça dünyadan çıkarmam” . Ebû Hüreyre’nin rivayetine göre de şöyle eklemiştir: “Mümin kulumu belaya uğrattığımda kendisini ziyaret edenlere benden şikayet etmezse, onu uğradığı felaketten kurtarırım, Sonra eti yerine evvelkinden daha hayırlı et, kanı yerine evvelkinden daha hayırlı kan veririm. Artık o, taptaze (günahtan azade) olarak işine başlar” 578.

Rızkı az verilen yoksul kişilere, Tanrı’nın en sevgili kul’ları olduklarını anlatmak için din adamı: “Tanrı bir kulunu sevdiği zaman onu bela ile, iptila eder. Sevgisi son haddine vardığı vakit aile, mal, evlat diye kendisine hiç bir şey bırakmaz” 579 şeklindeki hükümleri sunar.

Ayrıca da Muhammed’in: “Beni seven fakirliği sever” 580 ya da “Allah. ..,fakir (olanları) sever… Bu ümmetin hayırlısı fakirler(dir)…” 581 dediğini hatırlatır . Bu arada varlıklı olmanın pek akıllıca bir iş olmadığını belirtmek üzere: “Bu dünya, evi olmayanların evi, malı olmayanların da malıdır. Dünyalığı ancak aklı olmayanlar toplar” 582 şeklindeki hadis’ler yanında: “Allah’a fakir olarak mülaki ol, zengin olarak mülaki olma” 583 şeklindeki hükümleri sergiler. ‘

Fakat “yoksulluğu” cazip göstermenin en etkili yolu Cennet vadilerinden bulunmaktır. Kur’an ve hadis kaynağında, yoksulların, Cennet’lere, zenginlerden 500 yıl önce ulaşacaklarına, orada en güzel, en tatlı yaşamlara, “güzel bakire kızlara”, bol şarap ve meyvelere vs … kavuşacaklarına dair nice hükümler yer almıştır. Din adamının söylemesine göre Muhammed şöyle demiştir: “Yoksul müminler zenginlerden önce Cennete girer, yer içer ve istifade ederler” 584 Yine din adamının bildirmesine göre Muhammed şöyle eklemiştir: “Cennete muttali oldum, halkının çoğunluğunu fakirlerden gördüm. Cehenneme de muttali oldum, ehlinin çoğunluğunu zenginlerden… gördüm” 585 Öte yandan Kur’an’ın alNaba’ Sûresi’nde: “Şüphe yok ki çekinenlere bir kurtuluş… bir murada eriş yeri var; bahçeler, üzümler ve memeleri yeni sertleşmiş yaşıt kızlar, ve dopdolu kadeh…” , (K. 78 alNaba’ 3135) diye yazılıdır; buna benzer daha nicelerini eklemek mümkün.

Kişileri, sadece yoksulluğu kader işi olarak benimsemeğe değil fakat aynı zamanda perişan kılıkta, saçı başı karışık, yırtık pırtık giysilerle, daha doğrusu “müptezel” şekilde yaşamağa sürüklemek için de din adamının elinde şeriat malzemesi bulunur ki bunlar arasında, biraz yukarda belirttiğimiz gibi, Muhammed’in: “(Allah) giydiğine aldırış etmeyen müptezel insanları sever” şeklinde konuştuğuna ya da “…tozlu topraklı, saçı sakalı karışık, eski elbiseye bürünmüş, kendisine kıymet verilmeyen… kimseler (Cennet’in hükümdarlarıdır)” dediğine ve bu tür yaşamları yücelttiğine dair olanlar çoktur 581

Din adamı yoksulluğu ve rızık azlığım “fazilet” niteliğinde gösterirken, varlıklı sınıfın güvenliğini sağlar nitelikteki hükümlerin de bekçiliğini yapar:

Halk yığınlarına yoksulluğu fazilet şeklinde gösteren din adamı,

aynı zamanda toplumun azınlığını oluşturan varlıklı sınıfların güvenliği için konmuş hükümlerin de en etkili ve kurnaz uygulayıcısıdır. Bu sayede varlıklı olanların cömert bağışlarından yararlanma olasılığını bulur.

Bu hükümler arasında mal ve varlığın ve sermaye’nin Tanrı’dan gelme olduğuna dair hükümler vardır ki bazıları şöyledir: “Tanrı dilediğine az, dilediğine fazla rızık verir”, ya da “Zengin eden ve sermaye veren O’dur” (K. 53 Necm 48); “Allah kendilerini, lütfü ile zenginleştirene kadar” (K. 24 Nûr 33)

Ayrıca da Tanrı’nın lütfüne mazhar olmuş kişiler bakımından yeryüzünde varlık sahibi olmanın sakınca taşımadığına dair olanları çoktur. Bu hükümler sayesindedir ki İslam’ın ilk anlarından itibaren toplumun çok küçük bir bölümü, çete saldırıları, savaşlar ve yağma ve talan siyaseti sayesinde elde ettikleri varlığı koruyabilmişlerdir. Bu “mutlu azınlık”, yukarda değindiğimiz hükümler sayesinde, kendilerine “yoksullar çoğunluğu”ndan her hangi bir tehlike gelmeyeceğini bilerek huzur ve rahat içerisinde yaşamıştır. Bu yeryüzünde varlık edinmiş olarak keyif çatarlarken yoksul sınıflara yoksulluğun “fazilet” olduğunu tekrarlamaktan ya da muhtemelen: “Siz bizlerden önce Cennet’lere ulaşacaksınız” şeklindeki sözlerle kandırmaktan geri kalmamışlardır.

O tarihten bu yana durum hep bu olmuştur. Bugün dahi İslam ülkelerinin hepsinde Tanrı’ya “layık” olabilmek için yoksulluğu “fazilet” sayan fakirler çoğunluğu ve bunları sömüren “mutlu azınlıklar” vardır. Yer altı zenginliğine sahip Arap ülkelerinde genellikle durum budur. Arap şeyhlerinin saltanatını sağlayanlar din adamları olmuştu. Varlıklı sınıf olan “mutlu azınlık”, varlıksız olanları açlıktan ölmeyecek durumda tutar ve din adamları da bu varlıksız çoğunluğu, varlıklı sınıflar bakımından tehlikeli olmaktan uzak kılar: şeriat düzeni sayesinde

Din adamı insanlarımızı “Hiçbir şey kişi’nin kendi emeğinin ürünü değildir” şeklindeki şeriat verileriyle uyuşturur.

Biraz önce gördük ki Batı’lı din adamı, daha Orta Çağ’larda çalışma’yı din haline getirmiş, “yoksulluğu veren Tanrı değil insanın kendisidir” zihniyetini yerleştirmiş, böylece gayret ve emek sarfı yolu ile varlık sağlamayı, para kazanmayı dinsel bir görev, daha doğrusu Tanrı’yı yüceltme eylemi olarak nitelendirmiştir. Oysa ki İslam ülkelerinde durum bunun tamamıyla tersine oluşmuş ve din adamı kişi’yi “rızık Tanrı’nın inayeti ve keyfi sayesinde edinilebilir” inanışlarına itmiştir.

Şeriat verileri içerisinde rızkın Tanrı tarafından saptandığına, sermayenin dahi Tanrı tarafından sağlandığına, Tanrı’nın bazı insanları bazı insanlardan rızıkça üstün yarattığına dair olan sayısız hükümler yanında bir de çalışma ürünü sayılabilecek her şeyin beşer emeği ve gayreti ile değil fakat Tanrı dileği ile ortaya çıktığı inancını pekiştiren hükümler pek çoktur. Bunun böyle olduğunu anlatmak üzere din adamı Kur’an’dan: “…görmez misiniz ektiğiniz tohumu… siz mi bitiriyorsunuz onu, yoksa Biz mi bitirmedeyiz. Dilersek elbet onu kurutup çer çöp haline getirirdik de şaşırır kalır, nadim olur dururdunuz… Gerçekten de: ‘Biz, derdiniz, ziyan ettik’…” şeklindeki örnekleri sergiler. Bu doğrultuda olmak üzere daha pek ayet ve hadis hükmü bulunmaktadır. Görülüyor ki ekin yetiştirmek, yani çipçilikle, ziraatla uğraşmak, bu yoldan ürün elde etmek kişi’nin kendi çalışması ve emeği ile olan bir şey değildir. Kişi ne kadar gayret sarf ederse etsin, ne kadar tedbirli davranmağa özenirse özensin sonuç yani ürün edinmek onun elinde değildir; her şey Tanrı’nın dilek ve isteğiyle, keyfi iradesiyle sonuç vermektedir. Çiftçinin, rençberin tarlayı ekip sürmesi önemli değildir, çünkü din adamının söylemesine göre Tanrı: “Dilersek elbet onu kurutup çer çöp haline getirirdik de şaşırır kalır, nadim olur dururdunuz…” diye konuşmuştur; yani ekilen ekini dilediği gibi “bitirir”, ya da “kurutup çer çöp haline getirir” olduğunu anlatmıştır.

Hatırlatalım ki şeriat verileri arasında rızkın emek ve çalışma karşılığı olduğunu bildiren hükümler hiç yok değildir. Örneğin Necm Sûresi’nde: “insan ancak çalıştığını elde eder … Çalıştığının karşılığı da gösterilir ona” (K. 53 Necm 3940) diye yazılıdır. Bakara Suresi’nde “Rabbinizden rızık fazlalığı isteyerek ticarette bulunmanızda beis yoktur” (K. 2 Bakara 197) şeklinde ayet’ler bulunur.

Yine bunun gibi din adamının elinde “Amellerin kıymeti ancak niyetlere göredir…Deveni bağla da öyle tevekkül et” şeklinde formüller de vardır. Ancak ne var ki bu hükümler dahi aslında Tanrı’nın keyfiliğine dayalı olmak üzere iş görecek niteliktedir: “Tanrınızdan rızık fazlalığı isteyerek… ” sözleri “istemenin” kişi’den, oysa ki “karşılığını vermenin” Tanrı’dan olduğunu gösterir; kaldı ki kişi bakımından “istemek” dahi Tanrı’nın isteğiyle olabilen bir şeydir. Yine bunun gibi “tevekkül” etmeden önce deve’yi bağlamak, kişi’nin değil fakat Tanrı’nın istemiş olmasıyla mümkündür, nasıl ki hastalık denen şey kişi’nin temizlik kurallarına uymamasıyla değil fakat yine Tanrı’nın isteğiyle oluşuyor ise 589

Din adamının bellettiği şeriat verileri arasında “rızk” denilen şeyin kişi’nin çalışması ya da iş gücü ile ilgili olmayıp Tanrı’nın “dünya düzeni” anlayışı ile ilgili olduğunu gösterenleri vardır. Anlaşılan o’dur ki Tanrı, bu dünya düzenini kurarken servet eşitliğini sakıncalı bulmuş, ve bu nedenle kul’larından kimini fakir kimini de zengin kılmıştır. Bunu anlatmak uzere din adamı Şûra Sûresi’nden şu örneği verir: “(Tanrı dileseydi hepinizi bol rızıklı yapardı, fakat) Eğer Tanrı her kese bol rızık verseydi yeryüzünde azgınlık olurdu” (K. 42 Şûra 27)590. Nahl Sûresi’nden şunu ekler: “(Tanrı) Rızık verirken kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur” (K. 16 Nahl 71). Bu söylediğini pekiştirmek için Zuhruf Sûresi’nden şunu okur: “Dünya hayatındaki geçimlerini aralarında böldük ve bazılarını bazılarından üstün kıldık” (K. 43 Zuhruf 32)

Görülüyor ki din adamının bellettiği bu ayet’lere göre Tanrı, her kese bol rızık vermek ve böylece servet eşitliğini sağlamak olanağına sahib bulunduğu halde böyle yapmamıştır; yapmamasının nedeni servet eşitliğinin yer yüzünde “azgınlık” yaratacağını düşünmüş olmasındandır: güya insan, kendisini ihtiyaçtan uzak gördüğü an mutlaka azan bir yaratıktır (K. 96 Alak 67) ve eğer Tanrı bütün kullarına bol rızık verse imiş yeryüzünde azgınlık egemen olurmuş (K. 42 Şûra 27), ve işte huzur sağlansın diye insanların bir kısmına bol fakat bir kısmına da az rızık dağıtmış imiş (K. 43 Zuhrûf 32).

Din adamının şeriat’a dayalı olarak öne sürdüğü yukardaki mantığı benimsemek biraz güç. Çünkü akla şu sorular geliyor: “Pek iyi ama her şeyi dilediği gibi ayarlamaya ve düzenlemeğe kadir bir Tanrı, servet eşitliğinin azgınlık yaratmasına engel olamaz mıydı acaba? Öte yandan eğer servet eşitsizliği Tanrı’dan ise bu taktirde yeryüzü azgınlıklarını, Tanrı’nın yarattığı bu eşitsizlikte aramak doğru olmaz mı?”

Öte yandan din adamının bellettiği şeriat verilerine göre Tanrı, hiçbir işi insanın kendi emeğinin ürünü olarak tanımlamaz. Her şeyi kendi yapmış gibi görünüp azametiyle övünür ve kişi’yi aciz, zavallı, güçsüz kerteye indirip kendisine şükürler ettirir. Bunun böyle olduğu din adamının belletiği şu hükümden anlaşılmakta: “Söyleyin, ektiklerinizi yerden bitirenler sizler misiniz, yoksa Biz mi bitiriyoruz? Dilersek Biz onu çerçöp yaparız, şaşar kalırsınız… Söyleyin; içtiğiniz suyu buluttan indirenler sizler misiniz, yoksa onu Biz mi indiririz. Dileseydik onu acılaştırırdık, hala şükretmez misiniz” (K. 56 Vakıa 6370)

Pek muhtemelen denecektir ki, eğer din adamları istemiş olsalardı, tıpkı Batı ülkelerinde Luther ve Calvin vs… gibi kimselerin yaptıkları gibi, toplum yararına iş görebilirler ve örneğin, çalışmayı din haline getirebilirler, toplumu miskinlik yerine dinamizme sürükleyici girişimlere yönelebilirlerdi. Ancak ne var ki şeriat eğitimiyle yetişen din adamının bu doğrultuda iş görebileceğini düşünmek güçtür. Gerçek şudur ki din adamları hiçbir zaman kişi’nin ve toplumun ekonomik bakımdan gelişmesini ve bilinçlenmesini istememişlerdir, tıpkı diğer bakımlardan olduğu gibi. Aksine kişi’yi ve toplumu yoksul ve aç yaşamlara zorlamak suretiyle sömürücü sınıflara (özellikle İktidarlara) “koruyuculuk” işini görmüşlerdir.

Din adamı insanlarımızı şeriat verileriyle eğitirken “kader oyuncağı” haline getirir:

Her ne kadar şeriat sistemi, daha önce de değindiğimiz gibi, kişi sorumluluğuna yer verir gibi görünen ve “iyilik” ve “kötülük” gibi şeylerin insanın kendisinden gelme olduğunu belirten ve örneğin “Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhine” (K. 41 Fussilet 46) ya da “işlediklerinizden sorumlu tutulacaksınız” (K. 16 Nahl 93) şeklindeki hükümleri kapsar görünür bulunmakla beraber, esas itibariyle kaderciliği öngören ve kişi’yi kendi iradesi dışındaki güçlerin oyuncağı haline getiren bir düzendir. Din adamının bellettiği şeriat verilerine göre Tanrı, “yeryüzünde yürüyen her yaratığın” ve dolayısıyla kişi’nin kaderini, hem de daha doğuştan önce ana karnında iken çizer; kaderini çizdiği kişi’yi “sağ’dan” ya da “sol’dan” verilmiş defterle yeryüzüne çıkarır. Çıkardıktan sonra onun davranışlarına dilediği gibi yön verir; “ol” dediği zaman her şeyi olmuş hale sokar (K. Nahl 40; A’raf 57 vs) dilediğini doğru yola eriştirip dilediğini saptırır (K. Yûnus 25; Kehf 17; Ahzab 17; A’raf 186; Nûr 88; Ra’d 11 vs); dilediğinin kalbini açıp müslüman dilediğinin kalbini dar kılıp kafir yapar (K. En’am 125).

Bunları belletirken din adamı neden dolayı bazı hükümlerin kişi sorumluluğuna ve bazılarının da kaderciliğe yönelik olduğunu bilmez ve bu çelişkinin nereden doğduğunu düşünemez. Çünkü Kur’an’ın çelişkili hükümler kapsayabileceğini aklından geçiremez.

Oysa ki bütün bunlar Muhammed’in günlük siyasetinin gereksinimi olarak ortaya çıkan durumlardan doğmuştur. Şu bakımdan ki, kişi’leri “Ceımet mükafat’ları” ya da “Cehennem korkutmaları” yolu ile müslüman yapabileceğini düşündüğü hallerde: “Her kes kendi davranışından sorumludur; doğru yolu seçip İslam’a giren Cennetlik, girmeyen Cehennemlik olur” şeklinde konuşmuştur. Kişi’yi kendi kaderini çizer nitelikte gören bu hükümler arasında: “Rabb’ın gözetleme mevkiindedir. “iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük ederseniz o da kendinizedir… ” (K. 17 İsra 7), ya da: “Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhine” (K. 41 Fussilet 46), şeklinde ayet’ler vardır. Bunlar yanında: “Kur’an senin lehine yahut aleyhine hüccettir (kanıt’tır); herkes sabahleyin işine, gücüne çıkar da kendisini satar ya da kaybeder”, ya da: “Bir kul günah’a düşmekten korkarak günah olamayan şeylerden sakınmadıkça müttekiler (dayananlar) derecesine çıkamaz”, şeklinde hadis’ler de vardır 591.

Bir zamanlar Mutezile sınıfı mensupları bu hükümlere sarılarak kişi’ye biraz özgür irade sağlama hevesine kapılmışlardı. Fakat din adamı onları dinsizlikle suçlayıp susturmuştur, çünkü inandığı kaderciliktir ; elinin altında kaderciliğe ağırlık veren hükümler vardır. Bunları Muhammed’in günlük siyasetinin gereği olmak üzere konmuş şeyler olarak gösterir. Örneğin Tevbe Sûresi’nin 28ci ayeti’ni belletirken bu doğrultuda açıklama yapar. Bu ayette rızık edinmenin Tanrı’nın dileğine kalmış bir şey olduğu anlatılmak üzere şöyle denmiştir: “Bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirir” (K. 9 Tevbe 28). Bu hükmü Muhammed, Mekke’nin fethinden sonra “müşrikleri” ve “kafirleri” Mescidi Haram’a (yani Ka’be’ye) sokmamak için koymuştur. Düşündüğü şu olmuştur ki eğer “müşrikler” ve “kafirler”

Kabe’yi ziyaret vesilesiyle müslümanlarla bir arada olacak olurlarsa müslümanları pek muhtemelen dinlerinden caydırtabileceklerdir. Ancak ne var ki “Müşriklerin” ve “kafirlerin” Mekke’yi ve Ka’be’yi ziyaret etmeleri Mekke’nin ticari hayatı bakımından çok önemliydi. Böyle bir yasağı koymakla Mekke ticaretini aksatacağını ve müslümanların zarara uğrayarak yakınmaya başlayacaklarını bildiği için rızık işini Tanrı’nın keyfine ve dileğine bağlamak istemiş ve Kur’an’a şu ayeti koymuştur: “Ey inananlar! Doğrusu puta tapanlar pistirler, bu sebeple, bu yıllarından sonra Mescidi Haram ‘a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir. ..” (K. 9 Tevbe 28).

Bu örnekleri çoğaltmak kolay, fakat dikkat edilecek olursa yukarıdaki hükümlerden bazılarında kişi sorumluluğuna yer verilirken pek çoğunda kader öğesine ağırlık sağlanmıştır.

Ve din.adamı kaderciliği en katı şekliyle insanlarımızın beyinlerine aşılarken, ayni zamanda bu beyinleri çelişmeli hükümlerle hırpalar.

Ç) Din adamı insanlarımıza, “felaket” ve “müsibet”lerin Tanrı’dan geldiği ve Tanrı’nın sadece kendi sevdiği kul’larım yerden yere çarptığı inancım aşılar. Böylece müsibet’ten ders alma olanağını yok kılar:

Türk’ün İslam’a girdikten sonraki tarihi (ve özellikle Osmanlı dönemi) her ne kadar askeri bazı başarılarla ve toprak kazanmalarla süslenmiş ise de ekonomik, sosyolojik ve kültürel yaşamlar bakımından birbirini izleyen fakat birbirinden büyük felaketlerle doludur. “Felaket” derken sadece savaş yenilgilerinden, sadece haysiyet kırıcı geri çekilmelerden söz etmiyoruz. Din adına giriştiğimiz savaşlardaki yenilgilerimiz, milli servet ve değerlerimiz ve haysiyetimiz bakımından ne kadar yıkıcı, ne kadar utanç verici oldu ise, halk olarak yoksulluklar, açlıklar ve mutsuzluklar içerisinde yaşamış olmaklığımız da o kadar felaketli olmuştur.

Ancak ne var ki “kader” felsefesiyle yoğrulmuş insanlar topluluğu olan Osmanlı Devleti, bu felaketlerden ders almak şöyle dursun, aksine bunları Tanrı’nın bir “ihsanı” ya da “denemesi” gibi görmüş, daha doğrusu din adamı tarafından o şekilde görmeğe alıştırılmıştır5.

Bu alışkanlık ve bu inanış İslam ülkeleri bakımından çağımıza dek ortak bir nitelik taşır. Nufusu yüz milyonu aşkın Arap ülkelerinin (Mısır, Suriye, Ürdün vs), üç buçuk milyonluk İsrail karşısında bir biri ardına haysiyet kırıcı hezimetlere uğramasından sonra Mısır Başkanı Nasır, bu yenilgileri Tanrı’nın denemesine bağlamış ve molla’lar yatağı olan elEzher Üniversitesi de ayni görüşlerle ona katılmıştı. Bu arada nice Arap yazarlar yenilginin Tanrı “inayeti” olduğunu savunmuşlardır.

Bu inanış, islam’ın daha ilk anlarından itibaren yerleşmiş bir şeydir. Nice örneklerden biri olmak üzere belirtmek gerekirse, büyük bir yenilgi ile sona eren Uhud savaşından sonra müslümanların başına gelen felaket, Tanrı’nın “müslümanları denemesi” şeklinde tanımlanmış (K. 3 Ali İmran 152)593 ve savaşta ölenlerin “ölü” olmayıp “Allah’ın onlara kendi kereminden ihsan ettiği nimetlere kavuşmalarından dolayı sevinç içinde” bulundukları anlatılmıştır (K. Ali İmran 169170).

Felaketin Tanrı inayeti olduğu inanışları 1400 yıl boyunca din adamının gayretleri ve aldatmalarıyla sürdürüle gelmiştir. Din adamının elinde, bu konu ile ilgili olarak zengin bir şeriat kaynağı vardır ki, bunlar arasında: “Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir olay (bir felaket) yoktur ki Biz onu yaratmadan önce o Kitab’da bulunmasın… ‘ ‘ (57 Hadid 22) şeklindeki Kur’an ayetlerinden tutunuz da “Allah bir kulunun iyiliğini dilerse, dünya cezasını tacil eder. Eğer bir kuluna fenalık dilerse suçundan dolayı onu dünyada cezalandırmaz… Mükafatın büyüklüğü belanın büyüklüğü nispetindedir. (Allah) bir kavmini severse onları belaya uğratır. Bir kimse mukadderata razı olursa Allah ondan razı olur” 594 şeklindeki hadis hükümlerine varıncaya kadar pek çeşitli olanları vardır. Söylemeye gerek yoktur ki bu inançla yoğrulmuş toplumlar felaketten ders almazlar, almadıkları için de felaketten kurtulamazlar.

Din adamı insanlarımızı, şeriat’ın “sabır”, “tevekkül” vs gibi uyutucu malzemesiyle her türlü haksızlığa boyun eğme geleneğine yöneltir.

Din adamının uyguladığı şeriat verileri kişi’yi “sabırlı yaşamlara” çağıran emirlerle doludur. “Sabır” denen şey dinsel bir görev olduğu kadar kişi bakımından “meziyet” sayılmak gereken ve üstelik “mükafatlara” erişme vesilesi yaratan bir nitelik anlamındadır. Kur’an: “Sabretmelerine karşılık da mükafatları Cennettir ve ipeklilerdir” (K: alDahr 12) şeklindeki ayetlerle doludur. Bundan dolayıdır dünya yaşamı boyunca her musibeti sabırla karşılamak, iktidarların her türlü istibdadına ve haksızlıklarına sabırla boyun kırmak, yoksulluğa, açlığa, susuzluğa, kıtlığa ve rızık azlığına hep sabırla katlanmak müslüman kişi’nin Tanrı emri olmak üzere benimsediği şeylerden olmuştur. Daha ilk başlarda Muhammed, kendi taraftarlarını bu ruh ve anlayışla yoğurmuştur. Din adamının bellettiklerinden anlaşılmaktadır bunu çoğu zaman günlük siyasetinin gereği olmak üzere yapmıştır. Örneğin Uhud savaşında yenilgiye uğraması ve dolayısıyla o zamana kadar her şeyi Tanrı yardımı ile başardığı iddialarının boşlukta kalması üzerine, yenilgi’nin Tanrı’dan geldiğini, çünkü Tanrı’nın müslümanları “felaket” ile sınamak istediğini, bu nedenle “sabırlı” olmak gerektiğini söylemiş ve Kur’an’a bu doğrultuda ayet’ler yerleştirmiştir: “…Allah sizi denemek için onlardan geri çevirdi. Allah, muhakkak ki, sizin suçlarınızı bağışladı… ‘ ‘ (K. 3 Ali İmran 152); ”Allah sabredenlerdendir… Andolsun ki sizi birazcık korkuyla, açlıkla, mal, can ve meyve noksanıyla sınayacağız. Müjdele sabredenleri…” (K.Bakara 153 ve d.).

Yine din adamının söylemesine göre Muhammed, insanlara arız olan “mihnet” ve “musibet’leri farklı kısımlara ayırmış, kişilerin tutum ve davranışlarına göre bir kısmını “ukubet” (ceza, azab) şeklinde, bir kısmını da “sabır” yolu ile “mükafat’a” erişilir şeyler olarak tanımlamıştır. Örneğin Tanrı’ya (ve dolayısıyla kendisine) itirazda bulunanları “münafık” ilan edip bunlara arız olan musibetin “ukûbet” olacağını bildirmiştir. Buna karşılık “(Tanrı’ya ve peygamber’e itaatkar olan) müminlere arız olan “musibetlerin” Tanrı’dan gelme olup sabırla karşılanması gerektiğini, çünkü Tanrı’nın her türlü müsibeti sevgili (ve “hayır” dilediği) kul’larına musallat ettiğini belirtmiştir. Daha başka bir deyimle şunu anlatmak istemiştir ki Tanrı’nın “iyilik”, “hayır” dilediği kimse “bir takım musibetlerle iptilalaşır”. Ebû Hüreyre’nin rivayeti şöyledir: “…Resülu’llah’ın…: ‘Şu bir kimse ki (Tanrı) onun hakkında hayır dileye, onu bir takım musibetlere giriftar eder’ buyurduğu rivayet olunur” (Sahihi…, Cilt XV, sh. 63)595. Bundan dolayıdır ki mü’min kişilerin “Allah’dan geldi”, diyerek her türlü musibeti sabırla karşılamaları gerekir; sabır gösterdikleri taktirde onların “musibeti günahlarına kefaret olur”.

Eğer hem sabreder ve hem de musibet verdi diye Tanrı’ya “hamdı şükür” edecek olurlarsa Tanrı indinde derecesi yükselmiş olur (Sahihi…, Cilt XU, sh. 63) 596.

Kuşkusuz ki “sabr” denen şey, kişi karakterinde olumlu iş görebilecek olan meziyetlerden biridir. Fakat kişi’yi haksızlıklara, özgürlüksüzlüklere, insan haysiyetini zedeleyici durumlara (örneğin köleliğe, eşitsizliğe vs), miskinliğe, mübtezelliğe ya da benzeri yaşamlara sürükleme sonucunu yaratan şekliyle iş gördüğü taktirde yıkıcı olur. İslam ülkeleri tarihinin ortaya vurduğu gerçek o’dur ki müslüman halklar, “sabır” denen şeyi böylesine meziyet bildikleri içindir ki insan hakları ya da özgürlük adına hiç bir zaman ayaklanmamışlardır; sadece “din elden gidiyor” diyerek ayaklanmışlardır. Bundan dolayıdır ki haksızlıklardan, iktidarların tasallutundan, zavallılıklardan bir türlü kurtulamamışlardır. Onların bu tür yaşamlara zorlanmasında din adamlarının rolü büyük olmuştur.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz