Evrim geniş anlamda üç aşama içermektedir: İnorganik, organik ve insan. İlk aşamada yürürlükte olan yalnızca fizik-kimya yasalarıdır. Uydumuz ay bunun iyi bir örneğidir: Cansız bir yörüngede salt bir devinim.
Sonra, günümüzden yaklaşık iki milyar yıl önce şimdi “dünyamız” dediğimiz yeryüzünde organik aşama başlar. Bu aşamada biyolojik yasalar geçerlidir. Bildiğimiz kadarıyla bitki ve hayvanlardan oluşan bu aşamanın dünyamız dışında izlerine henüz rastlanmamıştır. İnsan öncesi bu dönemde arzın durumunu fosiller üzerindeki incelemelerden öğrenebiliyoruz. Doğanın ileriki kuşaklar için geçmişe ait bazı özellikleri koruma yoluna gittiği anlaşılıyor.
İnsanın ortaya çıktığı üçüncü aşama ne zaman başlamıştır? Araç yapan insana ilişkin izler iki milyon yıl gerilere uzanmaktadır. “Homo sapiens” denen bildiğimiz insanın ise aşağı yukarı otuz bin yıllık geçmişi olduğu söylenebilir, insanın çevresine egemen konumuna gelişi ise on bin yıllık bir geçmişe dayanmaktadır. Canlıların ortaya çıkmasıyla sayısız form ve türlerde deniz, kara ve havada dünyanın her yanına yayılıp serpilmesi hayret verici bir olaydır. Aynı olay insanda daha belirgin olarak göze çarpmaktadır.
Evrimde üçüncü aşamanın başlıca özelliklerini insana özgü bilinç, amaçlı yaşam, psiko-sosyal düzenlemede bulmaktayız. Bu, Darwin’in belirsizlik içine düştüğü dönemdir. Öyle ki, o bu dönemin ayrı bir aşama olarak varlığını açıkça kabul etmekten çekinmiştir. Ona göre, insan dönemi biyolojik dönemin sadece bir uzantısıydı. Onun ilgi konusu, kültürel tarih değil, türlerin kökeniydi.
Evrimin ilk iki aşaması bakımından Darwin bir öncüydü. Keskin kavrayışı ona inorganik aşamadan organik aşamaya geçişe ilişkin modern görüşleri önceleyen açıklamalar sağlamıştı. 1871’de yazdığı bir mektuptan şunları okuyoruz:
“Canlı bir organizmanın ilk oluşumunu sağlayan tüm koşulların günümüzde de varolduğu sık sık söylenir. Ama gözden kaçırılan bir nokta vardır: Kimyasal olarak yeni değişimlere hazır bir protein bileşiminin oluşumuna elveren her türlü amonyak ve fosforik tuzlarla ışık, ısı, elektrik v.b. nesneleri içeren bir havuzu düşünelim. Canlıların oluşumuna elveren böyle bir ortamda, organik aşamada yeni canlıların oluşmasıyla birlikte tüketilmesi kaçınılmazdır. Oysa inorganik aşamada oluşan ilk organizmaların tüketilmesi söz konusu değildi.”
Ancak hayvandan insana, yaşamdan bilinçli yaşama geçiş konusunda Darwin’in keskin kavrayışı yetersiz kalmıştır. Yetenekleri insanı değil, doğayı anlamaya yönelikti. Kaldı ki, yaşadığı dönemde öncelikli sorun, insanı da içine alan canlı türlerin kökenini doğal seleksiyonla açıklamaktı. Sürekli hastalığına ve aldığı tepkilere karşın Darwin bunu başarır. İnsanın evrimsel kimliğini tanımak ve belirlemek bir sonraki kuşağa kalmıştır.
Kraliyet Bilim Akademisi’nin (The Royal Society) kuruluşundan önce, bilimsel çalışmalara ilk adımların atıldığı günlerde, Francis Bacon, evreni masa başı teorilerle değil, doğrudan doğruya, gözlemsel olgulara giderek açıklamayı ısrarla vurguluyordu. Önerdiği yeni yaklaşımı “aklın olgu ve nesnelerle alışverişi” diye nitelemekteydi. Bu öğüdü hiç kimsenin Darwin’den daha içten bir bağlılıkla ciddiye aldığı söylenemez. Ne var ki, Bacon, Darwin’in gözden kaçırdığı bir ruhsal zaafa değinmekten de kendini alamamıştı. Bu, belli bir alanda yoğun bir çabayla ulaşılan bir açıklamanın, diğer alanlar için de geçerli olduğu eğilimidir. Darwin’de bu eğilim vardı. İçgüdüsel hayvan yaşamını oluşturan evrim sürecini açıklayan büyük kuramını insanın ussal yaşamına da uygulamakta en küçük bir duraksamaya yer vermediğini görüyoruz.
Oysa bu iki yeti (içgüdü ile us) öylesine farklıdır ki, biri için geçerli olan bir açıklamayı öbürüne uygulamaya kalkmak düpedüz bir aymazlıktır. Darwin’in yaptığı gibi, farkı görmezlikten gelmek, insanın gelişim tarihine gözlerini kapamak demektir. İnsan, yarattığı kültürel kurumlarla kimliğini bulmuştur. Hayvan dünyasında içgüdüsel olan davranış biçimleri biyolojik kalıtım düzeneğiyle kuşaktan kuşağa aktarılır. Bu, hayvanların insan iletişim etkinliğini en çok andıran davranışlarında (örneğin, tehlikeyi haber veren uyarı çığlıklarında, arıların balın varolduğu yere yönlendirici danslarında) bile böyledir. Oysa insan toplumunda kültürel kalıtımın aktarılması söz konusudur; bu da biyolojik olarak değil, eğitimle sağlanır.
Darwin bunu biliyordu kuşkusuz; ama bu bilgisi evrim kuramını insanın kültürel yaşamını da kapsayacak biçimde geniş tutmasını önleyememişti. Nitekim, çıplak barbar toplulukları uygarlaştırmada gerekli değişikliklerden söz ederken, bu değişiklikleri kültürel değil biyolojik anlamda düşündüğü görülmektedir. Bu tür yanlış yönelimlere kimi kez bilgimizdeki beklenmeyen gelişmelerin de yolaçtığı söylenebilir. Darwin’i 250 yıl önceleyen Bacon bu yanlışlığa düşmemişti. İngilizlerin Kızılderili yerlilerle ilk karşılaşması sırasında kaleme aldığı bir yazıda şunları okuyoruz: “Avrupa’nın uygarlıkta ileri düzeye ulaşmış toplumsal yaşamıyla Amerika’nın yerli barbar yaşamı arasındaki uçurumu düşünün. Bu uçurum öylesine derindir ki, biri diğerine bir Tanrı gibi görünmektedir… Bu topraktan, iklimden ya da bedenden değil, sanat ve bilgiden kaynaklanan bir farktır,” Başka bir deyişle, barbarlıktan uygarlığa geçişin Bacon eğitimle, Darwin evrimle sağlanacağı görüşündedir. Darwin, bu işi eğitime değil doğal seleksiyona bağlı görmektedir. Oysa daha önce de değindiğimiz gibi, kişi olarak Darwin insancıl ve sevecen biriydi. Ne yazık ki, onun farkına varamadığı yanlışlığın etkisinde, geri kalmış kişi ve toplulukları yeterince evrimleşmedikleri gerekçesiyle günümüzde bile ezen ve horlayan despotlar çıkmaktadır.
Modern evrim anlayışı göz önüne alındığında, Darwin’in insaın biyolojik aşama kapsamında düşünmüş olması görüşünün en zayıf boyutunu oluşturmaktadır. Doğal olarak, modern sosyologlar modası geçmiş bu görüşten uzak durmakta gecikmemişlerdir. Ginsberg bu konuda can alıcı noktayı, “İnsanda ussal gelişim sosyal bir süreçtir,” diye özetlemektedir. Darwin’in talihsiz biyolojik saplantısını artık bir yana itebiliriz. Düşünce beynimizin bir salgısı değil, toplumsal ortamda insana özgü bir oluşumdur. Öyleyse, sosyolojik ve biyolojik süreçler arasında benzerlik arayışı yanıltıcıdır. Ünlü arkeolog ve bilgin Gordon Childe, “Türlerin evrimi ile toplumların evrimi arasında hiçbir analoji geçerli değildir,” diyor.
Kuşkusuz, ne Ginsberg ne de Childe insan beyninin biyolojik evrimin ürünü olduğunu yadsımamaktadır. Burada sorun beynin evrimi değil, “akıl” dediğimiz yetinin varlığıdır. Beyinsiz akıldan söz edilemez, elbet. Ne var ki, beyin biyolojik evrimle, akıl ise sosyal ortamda insan evrimiyle ulaşılan bir gelişmedir. Durkheim’in bu noktayı vurgulaması ilginçtir. “Sosyoloji başlangıcından beri doğal değil, kültürel etkinliklere yönelik bir çalışmadır…” Son olarak, biyolojik ve kültürel dünyalar arasında başarılı bir köprü kuran çağdaş evrimci Julian Huxley’den bir alıntı verelim: “Beyin, aklın oluşumunda gerekli bir organ ise de yeterli değildir. Kendi başına beyin biyolojik bir organ olmanın ötesinde bir anlam taşımamaktadır: Tıpkı kendi başına kalmış bir birey gibi!” Modern evrim kuramı bakımından bu sözlerin taşıdığı anlam büyüktür. Şöyle ki, doğal seleksiyon evrimi arkadan iten mekanik bir düzenektir; oysa bilinçli amaç ve yönelim içeren psiko-sosyal seleksiyona insanı önden çeken bir işlev gözüyle bakabiliriz.
Biyolojik ve psiko-sosyal dünyalar arasındaki farkın açıklık kazanması genel evrim kuramında Darwin’den sonra ulaşılan en büyük gelişmedir. Ama hepsi bu kadarla kalmıyor. Mendel’in deneylerinden kaynaklanan kalıtım bilimi de Darwin’in evrim açıklamasını aşan önemli bir gelişmedir. Aslında, modern kalıtım biliminin kurucusunun da normal olarak Darwin olması beklenirdi. Ama bilim tarihine baktığımızda beklentinin pek de yerinde olmadığını görmekteyiz: Belli bir alanda devrim yaratan bir öncünün çoğu kez beklenen ikinci bir adımı atmakta yetersiz kaldığı pek çok örneği olan bir olaydır…
Ama Darwin’in kalıtım kuramında sergilediği yetersizliği sıradan bir olay saymak da pek yerinde bir değerlendirme olmaz. Yetersizliğin kaynağı ünlü yapıtında açıkça gördüğümüz yöntem yanlışlığındadır. Gerçi Türlerin Kökeni’nin bilim tarihindeki büyük yeri tartışılamaz, ancak kitabın bir başyapıtta olması gereken kimi özelliklerden yoksun olduğu da yadsınamaz. Bir kez Darwin’in kuramının tarihsel bağlamdaki yerini belirtmemiş olması göz ardı edilemeyecek bir eksikliktir. 1861 basımına eklediği tarihçe de bu eksikliği gidermekten uzak kalmıştır. Öncü bir bilim adamından tarihsel süreçte kendi çalışmasını hakça değerlendirme, yerli yerine koyabilme bilgeliği beklenirdi. Darwin evrim düşüncesinde kendini önceleyenlere borcundan söz etmediği gibi çalışmasının başkalarının çalışmalarıyla ilişkisine değinme gereğini bile duymamıştır. Okuyucuları evrim kuramında Darwin’in gerçek payının ne olduğu konusunda tam bir belirsizlik içinde kalmaktadır. Öyle ki, insan Darwin’in kendisinin de bu konuda yeterince açıklık içinde olmadığı kuşkusuna kapılıyor. Evrim kuramının tarihsel oluşumunu anlamak isteyen bir öğrenci için Türlerin Kökeni’nden daha yanıltıcı bir kaynak gösterilemez, kanımca!
Charles Darwin’in doğumundan önce “değişimli türeyiş” kavramı literatüre geçmişti. Buffon, Erasmus Darwin ve Lamarck kavramı benimsemekle kalmamış, canlıların değişen çevresel koşullara uyum sağlama sürecinde yeni türlerin oluşumuna ilişkin az çok farklı görüşler ileri sürmüşlerdi. Charles Darwin’in büyük özgün katkısı, arada bir kendiliğinden ortaya çıkan varyasyonlara dikkat çekmesi, daha da önemlisi bunlardan uyuma elverenlerin doğal seleksiyon eyleminde korunduğunu açıklamasıydı… Ayrıca, evrim kuramını temellendirmede ortaya koyduğu kanıtlayıcı gözlemsel veri yığınının büyük önemi unutulmamalıdır.
Ancak, Darwin’e hak ettiği üstünlüğü tanırken, yetersiz kaldığı noktaları belirtmekten de geri kalmamalıyız. Bu yetersizlik en çok daha önce değindiğimiz iki noktada kendini göstermektedir. Bugün bildiğimiz kalıtım kuramına ters düşen görüşlere saplanıp kalması; evrim düşüncesinde kendisini önceleyenlerin katkılarından söz etmemesi!…
Darwin’in çalışmasını değerlendirirken, yetersiz kaldığı noktalar üzerinde durmak, yerinde bir tutum olarak görülmeyebilir. Ama bizim amacımız burada Darwin’in başarılarını sıralamak değil, düşünce tarihindeki yerini belirlemektir. Türlerin Kökeni, canlılara ilişkin uzun süren çalışmalara yol açan yeni bir kavramın benimsenmesinde bir dönüm noktası olmuştur. Darwin’le yerleşik, durağan evren anlayışı yerini evrimle oluşan dinamik yeni bir evren anlayışına bırakmıştır. Paley gibi teologların Tanrısal dizayn argümanlarının olgusal dayanaktan yoksun uydurma görüşler olmaktan ileri geçmediğini göstermekle, Darwin evren anlayışımızda köklü bir devrime yol açmıştır. Ama Darwin bizi ne uzun süren bir savaşımın tarihi konusunda ne de din ve felsefe açısından ortaya çıkan temel sorunlarda aydınlatmıştır… Doğaya derin bir tutkusu vardır, ama doğa bilimleri dışına çıkıldığında görüşleri yüzeysel ve üstünkörü olmaktan ileri geçmemektedir. Buna tek istisna, tazeliğini hiç yitirmeyen Beagle Gezintisi adlı kitabıdır. Nitekim Argyll Dükü, bu kitabı “yapıtları içinde en ilginç olanı” diye nitelemişti. Darwin hiçbir anlamda klasik bir yazar değildir. Sabırlı, çalışkan, büyük bir gözlemci olduğu kesin, ama özgün, derin bir düşünür, bir deha olduğu söylenemez…
Darwin’in ileri sürdüğü gibi eğer tüm evrimsel süreç, doğal seleksiyonun kuşaklar arasında ortaya çıkan rastlantı varyasyonlar üzerinde işleyen kör bir eylemden başka bir şey değilse, o zaman ussal ve amaçlı yaşamın nasıl oluştuğu açıklanabilir mi?… Maddeden canlıları, canlı yaşamdan aklı üreten evrim süreci gerçekliği azaltan değil büyüten bir eylem olmalıdır. Darwin’in biyolojik evrim kuramının doğru olduğu ölçüde, biyolojik sürecin bile tümünü değil, ancak bir bölümünü açıklamakla sınırlı kaldığı kolayca yadsınamaz. Doğal seleksiyon kuramı gerçekliğin tümünü kapsamamaktadır.
Bu makale yazarın What Darwin Really Said kitabının son bölümünden özetlenerek Cemal Yıldırım tarafından Türkçeye çevrilmiştir.