Doğu-Batı İkileminde Cinsiyete Dayalı Kimlik Politikaları – Lêlav Zorîp

134

Edward SaidKökleri Descartes’e kadar uzanan düalist evren algılayışının 18. ve 20. yüzyıllarda yansıması olan ve Doğu-Batı ayrımları üzerinden güç kazanarak var olan oryantalizmin, kültürel kimliklerin tanımlanmasında sosyal bilimlerin tüm alanlarında etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Doğu’nun hiçbir koşulda epistemolojik olarak batıya indirgenemeyecek farklılıklar arz ettiğini söyleyen oryantalist bakış açısı bu ayrımlarla yetinmemiş; hegemonik anlamlandırmalarıyla da tartışmaların merkezinde yer almıştır.

Edward Said, doğuculuğun oluşumundaki asıl etmenin doğu coğrafyasının batıdan geri kalmış olduğuna dönük inanç olduğunu belirtir[1]. Esasında bu ikilem yakın dönem sömürgecilik ile yeni sanayi kapitalizminin büyük bir içerikle yaygınlık kazanmasıyla ortaya çıkmıştır.
Burada ekonomik ve siyasal çıkarların etrafında şekillenen sömürge durumunun kültürel açıdan belirleyici role dönüştüğünü söyleyebiliriz. Doğu-Batı ikililiği bakan/bakılan, gören/görülen ilişkisi çerçevesinde ele alınırsa, denilebilir ki epistemolojik bağlamda bir bilen/bilinen ilişkisi olarak özne-nesne ilişkisidir de. Çünkü Batı’nın kendi kodları ve kültür birikimi ile doğuyu yeniden algılama ve tanımlama çabasıdır. Örneğin; bir yandan batılı olanın, modern, ilerici, rasyonel, dönüştüren, üretici ve egemen olduğunu varsayan oryantalizmin, Doğu tasvirini ise geleneksel, gerici, irrasyonel, statik, tüketici ve itaatkâr tanımlarla ifade ettiğini görüyoruz. Tabi ki bu ayrım ve anlamlandırmalarda belirleyici olanın kültür olduğu kuşkusuzdur. Kültürel olarak batının egemen söylemini de içeren oryantalizmin dayandığı doğu-batı ikilemini cinsiyetlendirdiğimizde Batı’nın erkeksiliği karşısında Doğu kadınsı kalmaktadır.

Doğu-batı ikilemi aynı zamanda Batı’nın modernizmi karşısında kendi özgünlüklerini korumaya çalışan bir Doğu düşünüş hareketini de doğurmuştur. Bunu kadın üzerinden olanaklı kılmıştır. Böylece ‘erkek’ yayılmacı ve saldırgan olan batıya karşı, korunmacı bir ‘kadın’ doğu algısı belirlemeye başlamıştır. Doğu-batı ikilemini, feminist eleştirilere maruz kalmış önemli iki kavram zeminiyle de özdeşleştirebiliriz. Kuşkusuz bunlar özel ve kamusal alandır. Büyük ölçüde özel alanı ‘doğu’ olarak anlamak gerekirse kamusal alan ise ‘batı’ olarak kalacaktır. Bir zihniyet tarzı olarak oryantalizm, Doğu’yu Batı’dan farklı olarak tanımladığından, bu farkı cinsiyetlendirerek, hatta Doğu’nun kendisini de Batı karşısında, tahakküm altında tutulabilecek bir ‘dişil’ dünya olarak anlamlandırılarak var olagelmiştir[2]. Aynı zamanda batılılar “şark’ı ‘ebedi dişi’ olarak nitelemişlerdir”.[3] Bu durumda batının doğuyu yeniden tasvir edişi anlamlandırışı olarak oryantalizmin, bir kültürel cinsiyete dayanan fetih politikası olduğunu varsayarsak, batı için doğu “yabancı yer, kızlığının bozulmasını bekleyen saf bir bakire”[4] dir ve bu batı’nın doğuyu egzotik, şehvet dolu bir dünya olarak görmesindendir. Öte yandan batı, doğuya hakları teslim edilecek cahil, güçsüz ve kurtarılacak bir kadın olarak bakmaktadır. Bu açıdan batı erkeği düşünüldüğünde doğunun erkeği de kadınsı kalacaktır. Doğunun kültürel kimliği ve farklılığının kadın ile özdeş tutulması, aynı zamanda doğunun ‘kendine özgü ve ayırıcı’ niteliği olarak tanımlanan kadına, ‘mahrem, kültürün taşıyıcısı’ şeklinde manevi bir gösterge olarak bakılmasını güçlendirmiştir.

Edward Said, oryantalizm adlı eserinde “Fransız devrimi ile aynı zamanlarda, kadın bedenlerini bu sefer batıyı saran özgürlüğün ve eşitliğin değil egzotik, erotik doğu’nun sembolü olarak gören oryantalistler Avrupa’daki hızlı değişimlerden uzaklaşıp doğuda değişmeyen bir dünya aramışlardır. Resimlerdeki iki ‘öteki’nin iç içe geçtiğini görürüz: kadınlar ve doğu” demiştir. Bu noktadan bakıldığında Doğu-Batı ikilemi modern ve geleneksel olan üzerinden kadın-erkek tanımlamalarına dayanan cinsiyet tartışmalarına dönüşmüştür. Sanayi kapitalizminin istilasına uğramış doğunun, ulus devletlerinde birtakım cinsiyet rejimlerinin otaya çıkışı bununla beraberdi. Doğu-Batı çatışması karşısında uluslaşma sürecinde, modernleşmenin merkezi bir çatışma alanı olmaya başladığını söyleyebiliriz. Batı modern idi, doğu ise bu durumda modern olmayan-tepkisel-alanı seçmiştir. Sonra bu süreçte doğu-batı ayırımına, Doğu’nun kendini bir yanıt olarak ulus devlet zemininde var etmesi izlemiştir. Doğulu toplumların böylece kültürel kimlik politikalarıyla, dinsel, geleneksel, mistik yönleriyle modernleşmeyi bir bütün olarak değil teknik ve bilimsel olanaklarıyla sadece bir yönüyle kabul ettiği söylenebilir.

Cumhuriyet döneminde ağırlıklı olarak batılılaşma sürecinin, manevi değerlerin korunması şartıyla, egemen sınıf tarafından iyimser karşılandığını görüyoruz. Cumhuriyet Türkiyesi örneğindeki kimlik politikalarına baktığımızda, Türk modernleşmesi kendini yeni bir cumhuriyet ailesi[5] olarak tahayyül ederek uluslaşmıştır. Ulusçu çabaların, başından itibaren çok politize olmakla beraber bir tür cins rejimi oluşturduğu söylenebilir. Kısacası ulus, korunması gereken bir kadın uğruna ölünecek bir sevgili; el değmemiş, kutsal, her türlü çıkarın dışında tutulması gereken bir varlık olarak düşünülmüştür. Üniter devlet yolunda Kemalist milliyetçiliğe dayanan kültür ve kimlik politikalarının, kadın bedeni üzerinden şekillendiğini görmekteyiz. Kadın, batı modernizminin -kültürel- hegemonik yayılışı karşısında bir kale işlevi görmekteydi. Ulusa ‘özgü’ olan kadın üzerinden tanımlandığı için ve değişmezliği benimsendiği için kadın toplumsal dönüşümün-modernleşmenin- dışında tutulmaktaydı. Batının ahlak, değer ve kültürel yönünün örnek alınmasını reddeden yeni Türkçü, ulusçu söylem bu manevi değerleri temsil eden kadının batılılaşmasını Türk milli kültürün deformasyonu olarak algılamıştır. Genelde ‘kültürümüzün manevi kimliğini koruyabildiğimiz oranda, kendimize özgü benliğimizi kaybetmeksizin modern/maddi dünyanın gereklerine ayak uydurabildiğimiz sürece her türlü uzlaşmaları ve entegrasyonları yapmaya açığız’ tutumunu sergilemişlerdir. Türkçü-milliyetçi kesimin Cumhuriyet döneminde düzeltme yenileme iddiasında bulunduğu alan –teknoloji, iktisat, pratik bilim- erkekle ilgili iken, olduğu gibi kalmasını istediği ve yozlaşmaması gerektiğine kanaat getirdiği kurumsal özne olarak kadın alanı-kültür, batı sosyal yaşamı, moda ve sanatı-bu yenilik çabalarının dışında tutulmuştur. Bu temsili kesim, tam da bu yüzden erkeğe tekabül eden siyasal/teknik bilime sıcak bakarken, kadını doğrudan etkileyecek kültür, sanat ve eğitime kapılarını kapatmıştır; dolayısıyla kadını temsil eden alan ‘modernleşmeyi gerektirmeyen alan’[6] olarak tarif bulmuştur. Dolayısıyla kadının sosyal-kültürel hayatında değişimler erkelere nazaran görünmez derecede az olmuştur.

Doğu her zaman din aile, ahlak ve geleneklerin alanı olarak özel alanı, yeniden üretimin alanı olarak reform süreçlerini merkezine koymuştur. Ulusçu ve milliyetçi bağlam üzerinden güç kazanan bu alana, batının müdahalesini eleştiren milliyetçi -gelenekçi- tavır, manevi dünya olarak tanımladıkları kültürel maneviyatın merkezi dedikleri aileyi ve aile içi cinsiyet rollerinin korunmasını tavizsiz istemişlerdir. Batı ile özdeş tutulan kamusal alanın ise çok rasyonel, düzenlenebilir, herkesin ortak yüzü, devlet ve siyasi mekanizmaların belirleyici olduğu bir dünya -rasyonel- olarak kabul edildiğini söylemek pek yanlış görünmüyor. Batı özel alan olarak Doğuyu keşfetmek, fethetmek isterken, Doğu bu müdahale karşısında alanını-özel alanı/kadını- korumak için milliyetçi ve kültürel savunma politikası geliştiriyordu. Örneğin Hindistan’daki milliyetçi görüş, kadın sorununun sivil alan talepleriyle değil de devlet ve siyaset mekanizmalarının müdahalesiyle çözülmesine karşı çıkmıştır. Çünkü onlara göre devlet, düzenleyici olurken kararların ani uygulanmasını da talep eden bir kurum. Oysa kadın sorununda toplumun mühendisleri denilen aydın sınıfında yararlanılması gerektiğini öne sürmüşlerdir,. Böylece uygulamaların daha sağlıklı hazmedileceğine inanmışlardır.[7]

Sonuç olarak bütün bu savunma politikaları ve özel alanı koruma çabaları, Doğu’nun kimlik ve toplumsal cinsiyetleri kurarken özel alanı nasıl bir çözüm pratiği olarak Batı karşısına koyduğunun somut bir örneğidir. Dolayısıyla Doğu-Batı ikililiğine dayanan çatışmalı durum aynı zamanda daha mikro bir sorunsallık olarak kamusal ve özel alan çatışması şeklinde de pekâlâ okunabilir.

Ocak 2012
Qijika Reş Dergisi Sayı:4

Dipnotlar:
[1] Edward Said, Oryantalizm, s.204
[2] Sancar, Serpil: Otoriter Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, Doğu-Batı dergisi, Kasım 2004.S
[3] Schick, Irvin Cemil: Batının Cinsel Kıyısı: Başkalıkçı Söylemde Cinsellik ve Mekânsallık., Tarih Vakfı Yurt Yay. İstanbul, Haziran, 2001, S:45,
[4] Schick, Irvin Cemil: A.g.e. S:45-46
[5] Sancar, Serpil: Otoriter Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti: Doğu-Batı dergisi, Kasım 2004
[6] Sancar, Serpil: A.g.m.
[7] Chatterjee, Partha: Kadın Sorununa Milliyetçi Çözüm adlı makalesine bkz. (milliyetçiliğin geleneksel-özgün- bir kurum olarak aileyi tarifi ve aile ilişkilerinin korunması gerektiğine ilişkin gerekçelerine değişik bir açıdan bakar)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz