Yaşamın öz-karanlık gerçek’inin katlanılamaz anlamsızlığını örtmek adına Öteki’nin kaygısı ile yaratılmış, nihai var oluş nedenleri sadece maskelemek olan öz-değersiz söylemlerin her seferinde yeniden ürettiği yapay aydınlığın söndürmeye, algılanamaz kılmaya niyetlendiği ve yalnızca aynı oluşun yamuk bakışının ayırt edebileceği bir alt-kurguda var olmaya çabalıyorduk her birimiz.
Kendiliğimizin var kalma bedelini eriyerek, köşelerimizden yoksunlaşarak, köşe-yoklaşırken belirsizleşerek ve belirsizleştiğimizden hiçleşerek ödediğimiz her günün ardından gecenin kucağına çekiliyorduk, kızları uyku ve ölüme direnerek… Gündüz konuşamadıklarımızı gecenin ilk anlarında dışarı saçar, gündüzün dayattığı simgesel düzendeki boşlukları genişletme yolları arardık. Çoğunlukla zaman ile ve zamanın içinde azar azar eriyerek var kalmaya çalışmanın en anlamsız, kaybı en büyük, intihar olduğunu anlatmaya başlardı kimilerimiz geceye varır varmaz. İntihar için, Lacan’ın deyişiyle kendiliğin yegâne imi için, hala ne neden ne de cesaretleri olduğunu söylüyordu pek çoğumuz cevap olarak. İntihar mevzusu çözülecek gibi değildi; zira intihar, yani kendilik sorunumuz orada oluş nedenimizdi. Geceye sığınmak da zaten kendiliğimize ulaşmak için bir yol değil miydi?!
Dingin bir konukseverliği vardı gecenin. Ona sığınan kimseyi geri çevirmemişti ezelden beri ve bu yüzden adına şiirler yazılmış, methiyeler dizilmişti. Ölçüsüz ve bitimsizdi. Kendi oluşun tüm söylem-aşırı pratiklerine nazikçe gülümsüyor, hiç sona ermeyecekmişçesine bütün oluşa çağırıyordu ziyaretçilerini. Dionysos şarap kadehinde giz içinde saklı gerçeği dağıtırken Pan’ın flütünden yayılan ezgiyle, ışığın tanrısı Apollon lirinden yükselen zarif tınının uyumuyla eşlik ediyordu “ölçü ölçüsüzlüğe saygıdır”* diye fısıldayarak etrafındakilere.
Öte yandan sadece sığınılandı gece, onunla yaşanan değil. Gün ışıklarıyla birlikte Dionysos bağlara, Apollon savaş alanlarına çekilirdi ve biz var kalmak için yok olduğumuz gün ışığına geri dönerdik. Gecenin var oluşu gündüzün oluşuna bağlıydı, gündüze bağımlıydı gece. Yalnızca gündüzden söz eden, gündüz ol-a-mayan; gündüz bittiği anda başlayan fakat “ışık olsun!” (Fiat Lux) buyruğundan da önce var olan, önceki ve sonraki, ilk ve son. Gündüz eriyerek yitirdiklerimizin imgelerini yorumla, seyirle; belki öfke belki isyan ama çokça kırgınlıkla telafi ettiğimiz, nefes alabildiğimiz huzurlu cennet.
Kısa süren cennet, dönemsel gerçek. Sığınmak için gündüz boyu beklediğimiz ama sadece varken sığınabildiğimiz, asla bizim ve bizimle olmayacak, vakti geldiğinde sorgulamaksızın bizi dışarıda bırakıverecek süreksiz gece. Kucağındayken yaptığımız sonsuz tartışılarımızla yeniden köşelendiğimiz hissimizde azalmaya başlayan bitimli köle; için ve ile eridiğimiz gündüzden sonra gelecek ve köşelerimizi bize geri verecek olmasıyla efendiliği kendinden menkul sadece bir tuzak.
Anlamlı kılmaya çabaladığımız gecenin gidişini, yokluğunun ismi gündüzle bütünlediğimiz gün’ün yaşamsal anlamını, ancak eriyip yeniden biçimlenerek, kaybedip yeniden kazanarak, azalıp yeniden çoğalarak, yumağı yakalayıp yeniden yakalamak üzere uzağa fırlatarak; arzu döngüsünde kendimizi sınır çizgisini objet petit a’nın belirlediği bir alanda konumlayarak üretebileceğimizin ayırdına vardığımızda bir kısmımız gündüz eridiklerini unutarak düşe dalmış ve yeniden biçimlenebilecekleri gecenin lütfundan kendilerini mahrum bırakmış, bir kısmımız ön-ulaştığımız bu kısırdöngünün gündüzün söyleminden bir farksız, “daha öteye gidilmemelidir”* desturunun iki söylemin de temelinde olduğuna dair gayet haklı nedenlerle azar azar acısız(!) intiharı seçmiş, diğer bir kısmımız da kendimizi unutmaya çabaladığımız müziksiz, şiirsiz ve seyirsiz bir gecede bu döngüde yitirdiklerimizin yasına gömülmüştük.
Kaybolduğumuz ve pes ettiğimizi kabul ettiğimiz anda, “Ve ‘Her şey kaybolur’*” diye bağırdı içimizden biri ve birdenbire ufukta kapkaranlık, geceden de karanlık bir ışık göründü. Aynı anda bir kasırganın rüzgarıyla hayaletler, kabuslar, karabasanlarla doldu gecemiz. Her zamanki aç arayışımızın aksine saklanmaya çalıştığımız, saklandıkça çoğalan unuttuğumuz, yok saydığımız, görmediğimizi sandığımızın imgeleri üşüşmeye başladı benliğimize. Sesler sağır edici, gözlerimiz kapalıyken bile gördüklerimiz dehşet vericiydi. Gerçek kuşatmaktaydı sonunda geceyi. Maskesiz gerçek bizi simgeselden ebediyen ayıracak olan, kaybetmenin kuşkusuz zafer olduğu rizikoydu ve biz kaybediyorduk. Kaos yeni bir geceye gebeydi, öteki gece kendini var ediyordu göremediklerimiz ile birlikte. Dayanamadığımızı düşünüyorduk. Daha önceki tartışılarımızda katlanamayacağımızı imlediğimizi bir oluştu kendiliğimizin bedeli ve sonunda ölümle sonlanacak intihar sürecimizin son ve anlamlı safhasındaydık. Gülümsedik.
Gerçekliğin hiçbir imgesi katlanılamaz değildi artık ve biz gülümsemeye devam ediyorduk. Aydınlığı gözümüzü alan ve başka görüşlere izin vermeyen kaosun karanlık kasırgası dinmekteydi yavaş yavaş ve biz ona doğru koştuğumuzu ayrımsadığımız ayak seslerimizde öteki geceyi, kendiliğimizi işittik. Geri dönüş yoktu.
Bedenimiz ve zihnimiz birbirinden bağımsız ve tüm, kendimize yaklaşıyor, yaklaştıkça uzaklaşıyorduk kendiliğimizden. Dışarıda ve hiç bizim olamayacak olandı kendimiz. Yol hiç bitmeyecekti; sürekli uzuyordu belki, belki de biz ilerlemiyorduk. Ulaşılmazlığını önceden kabul ettiğimiz ufuk yolunda dönüştüğümüzün ayırdına vardık kanatlarımızın erimeyenden olduğu ve artık hiç erimeyeceğimiz İkarus’lara dönüştüğümüzü fark ettiğimizde. Dava bitecek gibi değildi ve artık “başkası” bile değildik. Öteki geceye doğru giderken sırtladığımız hiçlikle birlikte “her şey hiçbir değişiklik olmadan devam etti”*..
Monokl 2007 Temmuz sayı:3