Aşırı üretim ve tüketim bizi neden düş kırıklığına uğratır? – Josef Kirschner

Beyinİnsanlar aşırı üretim ve tüketime alıştıktan sonra, ister istemez hem kendilerini, hem de hayat biçimlerini değiştirdiler. Refah dolu bir hayata çok çabuk alıştılar; bu arada “çizmeden yukarı çıktıkları”da oldu. Aslında en büyük tehlike, “refah” değildir. Asıl tehlike, bir günlük mutluluğu elde etme pahasına, ahlaksal değerleri hiçe sayarak acımasız bir mücadeleye girmek ve bu arada “ölçüyü elden kaçırmaktır. Teknolojik gelişme taraftarları, sürekli artan bir refah sayesinde tüm özlemlerimizin gerçekleşerek, barış ve mutluluk dolu bir hayata kavuşacağımız hayali ile bizi kandırmaya gayret ederler.

Tabii ki bir şartla: Refahı ve mutluluğu elde edebilmek için, durup dinlenmeden çalışmamız ve hep bir şeyler satın almamız gerekir. Bu, aşırı tüketim demektir. Ne kadar fazla tüketirsek, üretim de o kadar artacak, dolayısıyla insanlara iş sahası açılacaktır. İşte o gelişme ve teknoloji sevdalıları yok mu? Hani şu politikacılar, teknik adamlar, bilginler ve hırslı menajerler. Hepsi de kendi çıkarları doğrultusunda davrandılar, bizleri kaderimize terkettiler ve gelecekte başımıza gelecekler konusunda uyarmadılar. (Belki bunu onlar da bilmiyorlardı.)

Bunun sonucunda neler mi geldi başımıza?

Rahat bir hayatın mutluluk getireceğini düşünürken, kendimizle içsel bir hesaplaşmaya girmekten kaçındık.

Kendi problemlerimizi çözemeyince, çevremizdeki problemlerden de kaçmaya başladık.

Her şeyde “niteliği” (kaliteyi) bir yana bırakarak “niceliğe” (miktara) yöneldik. Bir işin “derinliğine” inmektense “yüzeysel” kalmayı yeğledik. Her gün karşımıza o kadar çok değişiklikler ve yenilikler çıkıyordu ki, daha önce edindiklerimizin ve sahip olduklarımızın tadını çıkarmaya vakit kalmıyordu.

Bu ilkeler doğrultusunda yaşadığımız sürede, gerçek sorunların üstesinden gelme “yeteneğimiz” azaldı.

Şimdi siz belki de diyeceksiniz ki: “Ben sıradan bir insanım ve sadece ihtiyacım olan şeyler için didinip, dururdum.” Arkasından da “ihtiyaç fazlası” konusunda alışılagelmiş bazı iddialarda bulunacaksınız.

Örneğin:

Benim tek bir arabam var, oysa başkaları yatlara sahipler.

Karıma bir pırlanta yüzük bile alamıyorum.

Gardırobumda ne elli tane takım elbisem var, ne de iki yüz tane gömleğim.

Tüm bunlar, elbette aşırı tüketimle ilgili ya da aşırı tüketimin sınırına dayanmış şeyler. Ama asıl problem, mütevazı hayatımızı bizden daha zengin olanlarınkiyle karşılaştırmakla başlıyor.

Aşırı bir tüketim içerisinde olduğumuzun ne zaman farkına varırız, biliyor musunuz? Bugüne dek uğraşıp, didinerek kazandığımız mal mülkün bizi artık mutlu etmediğini görünce.

Siz eğer bu kitaptan yararlanmak istiyorsanız, kendinize şu soruları sorun:

Bir yıldan beri kazandıklarım beni mutlu etti mi, yoksa tüm bunlara rağmen mutlu olamadım mı?

Benliğimi ve de mal mülkümü kaybetme korkusu, mutluluğumdan daha mı fazla?

İstediğim hayatı sürdürebilmek için yeterince özgür müyüm? Beni ve yaptıklarımı engelleyen bir şeyler var mı?

Tüm bunları düşünürken ortaya şunlar çıkar:

Kendi davranış biçimlerinizin aslında, arzu ettiğiniz hayatı yaşamanıza engel olduğunu görürsünüz.

Hayatınızdaki bazı şeyleri değiştirmeye karar veremediğinizi farkedersiniz. Çünkü “durup dururken niye rahatımı bozayım ki?” diye düşünürsünüz.

Dünyadaki gelişmeler karşısında bir tehlikenin sizi tehdit etmekte olduğunu görürsünüz ama, yapılması gerekeni başkaları yapsın diye beklersiniz.

Eğer bir şeyler yapmaya kararlıysanız, bunu şimdi, bu kitabı okurken yapın! Kendi hayatınızın iplerini kendi elinize hemen alamazsanız, yıldan yıla daha hızlı dönen şu aşırı üretim ve tüketim çemberinden kendinizi kurtarmanız da giderek daha zor bir hal alır.

İnisiyatifi, yani davranış üstünlüğünü ele alırken de kendinizi boş hayallere kaptırmayın. “İhtiyaç fazlası olmaksızın mutlu yaşama”, elimizi kavuşturup tüm kararları başkalarının vermesini beklemek demek değildir. Çünkü başkalarının vereceği kararlarla hiçbir zaman mutlu olamayız. Bu nedenle, günlük hayatımızın çeşitli alanlarında bilinçli bir savaşa girmeye kendimizi hazırlamalıyız.

Geçenlerde küçük oğlum Ronald, çalışma odamın kapısını araladı: Bana bir şey söyleyecekmiş. Arkadaşı Fredi’ye babası bir telsiz konuşma cihazı almış. Hem de en pahalı cinsinden; Fredi de bunu herkese gösterip “hava atıyormuş”.

Çocuklarınız varsa, bunun ne demek olduğunu ve hangi sonuçlar doğuracağını pek iyi bilirsiniz. Uzatmayalım, oğlumu karşıma oturttum ve kendisiyle uzun boylu konuştum; o da zaten bunu bekliyordu.

Önce birlikte, kaç oyuncağı olduğunu saydık; sonra, üç gün oynadıktan sonra dolabın bir köşesine fırlatıp attığı şeylere baktık. Neden böyle davranıyordu acaba? Çünkü bizim Ronald’ın elinde yeni bir oyuncak olduğunda, bir arkadaşı daha da yeni bir oyuncakla çıkıveriyordu karşısına. İtiraf edeyim ki, oğlumla yaptığım bu sohbet sırasında epeyce zorlandım. Çünkü istediğini yerine getirmezsem, beni “babaların en iyisi” olarak göremeyeceğinden korkuyordum. Hani neredeyse: “Tamam, tamam! Alırız! Beni rahat bırak şimdi” diyecek duruma gelmiştim.

Ama o anda öyle bir şey oldu ki, daha sonraları bunun üzerinde uzun uzun düşündüm. Hiçbir zorlamada bulunmadığım halde, oğlum bana şöyle söyledi: “Bana kalırsa Fredi’nin babası eve pek seyrek geliyor, oğlunu başından savmak istediği için aldı o zımbırtıyı. Ronald bunu söyledi ve sonra da odadan çıkıp, gitti.

Böyle şeyler her gün olur. Ama ben bunun üzerinde bir süre düşündüm: Aşırı tüketime karşı verilen savaşlardan birini gerçekleştirmiştim işte.

Oğlumla uzun boylu tartışmak yerine ona istediği şeyi alsaydım, büyük bir ihtimalle bir hafta sonra, o telsiz cihazı bütün diğer oyuncaklar gibi bir köşeye atılacak ve aşırı tüketim çöplüğüne bir katkı daha yapılacaktı.

Oysa ben problemi çözmekten kaçmak yerine, savaşı göze almıştım. Çünkü bu, kendime karşı başlattığım bir mücadeleydi. Ya da sabırsızlığa ve anlayışlı olma yetersizliğine karşı açtığım bir savaş. Bugün hala şüphe içindeyim: Oğlum beni Fredi’nin babası gibi davranmamı istediği için mi, yoksa ona daha fazla zaman ayırayım diye mi denemek istemişti?

Ronald’la konuşmam, onu oldukça tatmin etmişti. “Benim babam bana zaman ayırıyor” diye düşünmüştü. Bunun bilincinde olduğu anda da zaten problem kendiliğinden çözülmüştü. Bu kez yeni bir oyuncaktan vazgeçmesi ona hiç de zor gelmemişti.

Benim açımdan ise bu olay, bana aşırı tüketim konusunda bir şeyler öğretmişti ve sonuçta, bu şekilde davrandığım için hiç de pişman olmamıştım.

Bu işten kazançlı çıkmam beni biraz eğlendirmiş, hem de bana ufak tefek günlük problemlerin üstesinden gelebilme cesaretini vermişti. Siz buna isterseniz “savaş” veya “bilinçli yaşama” ya da “içsel mücadele” deyin.

Kesin olan şey, aşırı üretim ve tüketime olan bağımlılıktan kurtulmak isteyen kimse, her günkü ufak savaş alanlarında çatışmaya veya çarpışmaya kendini hazırlamalıdır.

Bu çatışma, bize doğal sınırlarımızı belirleyecek sinyal verilinceye kadar sürecektir. Bu sinyal şudur: Refah, tüketim, teknolojik gelişme ve tembelce yaşamak. Tüm bunlar iyi şeyler, ama bunlarda aşırıya kaçtın mı, “ihtiyaç fazlası” dediğimiz aşırı üretim ve tüketim ortaya çıkıverir. Sen de bu bağımlılığını devam ettirirsen, kendini bu çarktan bir daha kurtaramazsın!”

Josef Kirschner
Ne Aşırı Üretim, Ne Aşırı Tüketim Dengeli Yaşama Sanatı / Arıtan Yayınevi 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz