Hayatımızın tabloları kaba mozaiklerle yapılan resimlere benzer ki yakından bakıldığında hiçbir etkisi yoktur, güzelliklerinin anlaşılabilmesi için belli bir bakış mesafesi gereklidir. Dolayısıyla arzu ettiğimiz bir şeyi ele geçirmek için onun değersiz ve doyurucu olmaktan uzak olduğunun anlaşılması gerekir; her zaman daha iyi şeylerin beklentisiyle yaşıyorsak eğer, aynı zamanda çoğu kez geçmişte kalan şeyler için pişmanlık ve özlem de duyarız. Diğer taraftan içinde bulunduğumuz anı sadece gelip geçici, ömürsüz bir şey olarak görür ve ona sadece hedefimize ulaştıracak bir araç nazarıyla bakarız.
Dolayısıyla çoğu insan, hayatının sonuna gelip de geriye dönüp baktığında bütün ömrü boyunca dikkat etmeksizin yaşadığını görecek ve dikkat etmeksizin ya da tadını çıkarmaksızın bakıp geçtiği bir şeyin hayatın ta kendisi olduğunu bir başka söyleyişle, yaşamayı beklediği (ya da beklentisi içinde yaşadığı) şeyin bizzat kendisi olduğunu görüp şaşıracaktır. Dolayısıyla insan hakkında genel olarak, umutla şaşkına dönmüş vaziyette ölümün kollarında dans ettiği söylenebilir.
Keza ne doymaz bir varlıktır insan! Ulaştığı her tatmin yeni bir arzunun tohumudur, dolayısıyla onun ebediyen doyurulamaz arzularının sonu yoktur.
İrade kendi başına ele alındığında dünyaların efendisidir de onun için, her şey ona ait olduğu için, hiçbir şeyin bir bölümüyle yetinmez, sonsuz da olsa tamamıdır onun istediği. Bu arada bu dünyanın efendisinin bir insan kılığına büründüğünde payına ne kadar küçük bir şey düştüğünü düşünecek olursak bu durum ister istemez acıma duygumuzu uyandıracaktır; genellikle sadece bedeni ayakta tutmaya yetecek kadar olanı. İnsan işte bunun için bu kadar mutsuzdur.
Entelektüel bakımdan iktidarsız ve her türlü biçimiyle kötü ve aşağılık olana saygısıyla dikkati çeken içinde yaşadığımız çağda hadiseler o şekilde cereyan eder ki uydurma sözcük Jetztzeit ile her bakımdan uyum içindedir ve kakofonik olduğu kadar sahtedir de, sanki Şimdi eşi olmayan, emsalsizimiş, daha önceki bütün Şimdiler sırf onun ortaya çıkması için var olmuş gibi böyle bir dönemde hatta panteistler (tümtanrıcılar), hayat, onların ifade ettikleri biçimiyle, Selbstzweck, “kendinde amaçtır” deme cüretinde bile bulunurlar. Eğer bizim bu dünyadaki hayatımız bir kendindeamaç (dünyanın nihai amacı) olsaydı, bu zamana kadar belirlenmiş en anlamsız, en saçma amaç olurdu bu; hatta biz ya da başka herhangi biri onu tasavvur edebilmiş olsaydı bile.
Hayat kendisini öncelikle bir vazife, hayat kazanmanın bir ödevi olarak sunar. Eğer bu yerine getirilirse, kazanılmış olan bir yüke dönüşür ve ikinci vazifeyi, can sıkıntısını uzaklaştırmak için bir şeyler yapma ödevini içerir ki tıpkı bir av kuşu gibi her nerede güvenli hale getirilmiş (ihtiyaçlardan yakasını kurtarmış) bir hayat görse bu baş belası hemen başına çökmeye hazırdır onun.
Dolayısıyla ilk vazife (halledilmesi gereken ilk mesele) bir şey kazanmak, ikincisi bir şey kazanıldıktan sonra onu unutmaktır, aksi halde bir yük haline gelir.
Eğer insanlığı şöyle kuşbakışı gözlemeye çalışırsak, her yerde hayat ve varoluş için ardı arkası kesilmeyen bir savaşı ve güçlü bir mücadeleyi; bu savaşta zihinsel ve bedensel güçlerden azami derecede istifade edildiğini, bir an olsun bile aman vermeyen her türden tehditkâr tehlikelerle ve belalarla karşılaşıldığını görürüz.
Ve eğer bütün bunlar için, varoluş ve hayatın kendisi için ödenen bedeli (elde edilen ödülü, yani varoluş ve hayatın kendisini) düşünecek olursak, acıdan uzak hayat fasılalarına, haddizatında can sıkıntısının hemen ardından takip ettiği ve sırasında taze istek ve arzularla (dolayısıyla acı ve ıstırapla) çok çabuk yok ediliveren kısa anlara tanık olunacaktır.
İhtiyaç ve yoksunlukların hemen arkasında can sıkıntısıyla karşılaşılacaktır; can sıkıntısı daha zeki hayvanların bile başının belasıdır. Çünkü kendi başına hayatın gerçek ve hakiki bir değeri yoktur, fakat ihtiyaçlar ve yanılsamalar aracılığıyla sadece devinim halinde tutulur. İhtiyaçlar ve yanılsamalar kaybolur kaybolmaz hayatın mutlak yavanlığının ve boşluğunun farkına varıveririz.
İnsan hayatı bir tür hata olmalı. Bu insanın tatmini güç ihtiyaçlardan mürekkep bir varlık olmasından yeteri kadar açık biçimde görülür; ayrıca bu ihtiyaçlar eğer tatmin edilirlerse, elde edeceği şeyin tümü bir acısızlık durumudur, ki eriştiğinde yapabileceği tek şey kendisini can sıkıntısının kollarına terk etmektir. Bu kendi başına hayatın bir değeri olmadığının en kesin delilidir, çünkü can sıkıntısı hayatın boşluğu hissinden başka bir şey değildir. Sözgelimi hayat, varlığımızın özünü oluşturan şeyi arzulama, eğer kendi başına müspet ve gerçek bir değere sahip olmuş olsaydı, can sıkıntısı dediğimiz şey var olamazdı; kendi başına hayat bize yeter, bizi tatmin eder ve başka bir şey istemezdik, ama böyle olmuyor. Hayatımız bir şeyin peşinde koşuyor olmadıkça neşeli bir şey olmuyor; alınacak mesafe ve üstesinden gelinecek manialar o zaman bizi tatmin edecek bir şey olarak hedefimizi temsil ediyor ki erişildiğinde kayboluveren bir kuruntu, bir yanılsamadan başka bir değildir; ya da safi zihinsel bir ilgiyle kendimizi meşgul edip de, gerçekte tıpkı bir tiyatrodaki seyirciler gibi onu dışarıdan gözlemleyebilecek kadar dünyadan el etek çekmedikçe hayattan zevk duymuyoruz. Hatta bizatihi duyumsalbedensel zevk bile sürekli bir mücadeleden başka bir şey değildir, ki hedefi ele geçirildiğinde derhal azalıp kayboluverir. Bu iki durumdan birine kendimizi kaptırmadığımız, yani bir şey için mücadele halinde veya zihni bir meşguliyet içerisinde olmayıp da hayatın kendisinin üzerine kapaklandığımız zaman, hemen hayatın boşluğu ve değersizliği hissine kapılıveririz; ki biz buna can sıkıntısı diyoruz. Bayağı ve bildik olanın dışındaki şeye bu doğuştan gelen ve ortadan kaldırılamayan özlem (insan tabiatının bu tabii temayülü), olayların bu doğal ve böylesine bıktırıcı, bezdirici akışını fasılaya uğratmanın bizi ne kadar mutlu ettiğini gözler önüne serer. Hatta göz kamaştırıcı şatolarında zenginlerin tantanası ve şatafatı bile, aslında hayatın özünden, mutsuzluk ve sefaletten kurtulmanın beyhude bir çabasından başka bir şey değildir. Nihayetinde değerli taşlar, inciler, kuş tüyleri, erguvan kadifeler, bir yığın şamdan, dansçılar, maskeleri takıp çıkarmalar ve bunlara benzer bir sürü şey ne ifade eder ki? Bu zamana kadar hiçbir insan içinde yaşadığı anda kelimenin tam anlamında mükemmelen mutlu hissetmemiştir kendisini; eğer hissetmiş olsaydı bu onu sarhoş ederdi.
Kendisini insan organizmasının fevkalade girift ve karmaşık mekanizması içerisinde dışa vuran yaşama iradesinin en kusursuz tezahürünün çaresiz toprağa karışıp sonunda bütün varlığını çözülmeye terk etmesi, söylediklerinde her zaman doğru ve samimi olan tabiatın, iradenin bütün çabalamalarının esasında beyhude olduğunu bildirmesinin naif tarzıdır. Eğer kendi başına herhangi bir değere, kayıt ve şartla sınırlı olmayan mutlak bir şeye sahip olmuş olsaydı, akıbeti yokluk olmazdı. Goethe’nin güzel şarkısının temelinde yatan da bu aynı hissiyattın ölümün gerekliliği öncelikle insanın gelip geçici bir fenomenden başka bir şey olmaması, bir başka söyleyişle kendinde şey, dolayısıyla eşi olmayan, emsalsiz olmamasından çıkarılabilir. Eğer olsaydı böyle yok olup gitmezdi. Fakat bu türden fenomenlerin temelinde yer alan kendinde şeyin kendisini ancak bunlar sayesinde gösterebilmesi onun doğasının bir sonucudur.
Hayatımızın başlangıcı sonuna göre ne kadar da farklıdır! Başlangıç asılsız umutlarla, çılgınca arzularla, bedensel zevklerin sarhoşluklarıyla doludur, fakat kaçınılmaz son bütün uzuvların çözülüp dağılması ve cesetlerden yayılan fena kokulardır.
Bu ikisinin birbirinden ayrıldığı noktada, mutluluğumuz ve hayat coşkumuz söz konusu olduğu kadarıyla, yokuş yerini artık inişe bırakır, çocukluğun mutlu düşselliği, gençliğin coşkunluğu, orta yaşın sıkıntıları, yaşlılığın zayıflığı ve sık sık kapıyı çalan mutsuzluğu, son hastalığımızın ıstırapları ve nihayet ölümle boğuşma bütün bunlar insana hayatın, sonuçları gitgide daha da aşikâr hale gelen bir hatadan başka bir şey olmadığını hissettirmez mi?
En akıllıcası hayatı bir desengaho, bir yanılsama olarak görmek olacaktır; başımıza gelen her şey bunun böyle olduğunu yeteri kadar açık biçimde gösteriyor.
Hayatımız mikroskobik bir mahiyete sahiptir; Zaman ve Mekânın güçlü mercekleriyle gerilip uzatılarak hatırı sayılır ölçekte büyütülmüş küçücük, bölünmez bir noktadır.
Zaman anların birbirini takip edişiyle eşyanın ve kendimizin mutlak manada boş varlığına bir gerçek görüntüsü kazandıran beynimizdeki bir aygıttır.
Geçmişte ele geçen ve şöyle ya da böyle bir haz yahut mutluluk vaat eden fırsatları değerlendirememekten ötürü üzülüp pişman olmak bir insan için ne büyük budalalıktır! Şimdi onlardan geriye elimizde ne kalacaktı? Bir hatıranın gölgesi sadece. Aslında bu dünyada payımıza düşen her şey için de aynı şey geçerlidir. Dolayısıyla bizatihi zamanın biçimi hiç kuşku yok bize her türlü dünyevi coşku ve hazzın beyhudeliğini belletmenin çok iyi hesaplanmış bir yoludur.
Hayvanlarınki olsun bizimki olsun hayatımız, en azından zaman içerisinde değişmez ve kalıcı olan bir hayat değil, fakat sadece gelip geçici ve ancak sürekli dalgalanma ve değişim sayesinde devam eden bir existentia fluxadan ibarettir, ki (sürekli deveran edip durduğu için) bir su değirmenine benzetilebilir.
Doğrudur, bedenin biçimi belli bir zaman ayakta kalır, fakat ancak maddenin sürekli olarak değişmesi ve eski maddenin atılıp yenisinin alınıp hazmedilmesi şartıyla. Ve bütün canlı varlıkların en başta gelen işi bu akış, bu deveran için uygun maddenin sürekli tedarikini sağlamaktır. Aynı zamanda, daha önce söylendiği tarzda, kendileri gibi varlıkların ancak belli bir zaman zarfında ayakta kalabilecek şekilde tasarlandığının bilincindedirler. Bunun içindir ki hayatı terk edip giderlerken onu yerlerini alacak başka birisine devretmek için teşebbüste bulunurlar. Bu teşebbüs, bu çaba kendine ait bilinçle cinsel içgüdü biçiminde ortaya çıkar ve başka şeylerin bilincinde ve dolayısıyla nesnel sezgisel kavrayışla cinsel organlar biçiminde kendisini dışa vurur. Bu içgüdü bir ip üzerine inci taneleri dizilerek yapılan kolyeye benzetilebilir; bir insan diğerini ip üzerindeki taneler kadar hızlı takip eder.” Eğer muhayyilemizde bu birbirini takip edişleri hızlandırırsak, bütün dizideki maddenin, tıpkı her bir inci tanesiyle değiştiği gibi, sürekli olarak değiştiğini, ama aynı biçimi muhafaza ettiğini görürüz. o zaman farkına varırız ki bizim sahip olduğumuz sözde varlıktan ibarettir. Bu yorum aynı zamanda Platon’un İdealar öğretisinin temelidir: (Buna göre) gerçekten var olan [ontos on) sadece idealardır ve bunlara karşılık gelen şeylerin doğaları gölgeyi andırır.
Kendinde şey ile mukayese edildiğinde bizler Fenomenlerden başka bir şey değiliz, bu, varoluşumuzun conditio sine qua non’unun (olmazsa olmaz şartının) beslenme olarak sürekli bir ihtiyaç olan maddeden maddeye daimi bir akış oluşuyla teyit edilir, elle tutulur ve apaçık hale gelir. Dolayısıyla bu tür Fenomenini dumana, ateşe, ya da su fıskiyesine benzetiriz, ki hepsi de madde tedariki olmadığı zaman derhal kesilir veya durur.
Şu halde, yaşama iradesinin kendisini hiçlikte nihayet bulan (mutlak anlamda hiçliğe dönüşen) saf fenomenler biçiminde dışa vurduğu söylenebilir. Bununla beraber fenomenlerle birlikte bu hiçlik yaşama iradesinin sınırları içinde kalır ve ona dayanır. Bunun bir ölçüde karanlık ve anlaşılmaz olduğunu kabul ediyorum.
Eğer genel hatları içinde dünyanın gidişini ve özelde süratli bir halefiyet (zinciri) içerisinde birbirlerini takip ederken insanların ömürsüz ve sahte hayatlarını düşünmekten vazgeçip dikkatimizi hayatın ayrıntısına yöneltirsek onun ne denli gülünç bir oyuna benzediği aşikâr hale gelir: Tıpkı bir mikroskopta görülen ve infusoria (tek hücreli organizmalar) ile dolu olan bir su damlası, yahut başka türlü görülemeyecek küçük peynir kurtçukları yığınına benzer bir etki bırakır üzerimizde. Bu küçücük alanda etkinlikleri ve birbirleriyle mücadeleleri bizi nasıl da eğlendirir. En dar, en küçük alanda olduğu gibi, en kısa zaman dilimi içerisinde de, büyük ve ciddi etkinlik gülünç bir etki uyandırır.
Arthur Schopenhauer
Hayatın boşluğu öğretisi üzerine