Diğerlerinin Canı Cehenneme
Eğriyi düzeltmek için ilk olarak çok daha zor olanını yapmalı, kendinizi güçlendirmelisiniz.(Buda)
New York’ta yer alan bir karikatürde bir kadın Manhattan sokaklarından birinde yürüyor ve New York’un 11 Eylül tarihindeki değişmiş havasına referans olarak arkadaşına şöyle söylüyor “Bu oldukça zor, fakat zamanla herkesten nefret edebilmeyi de öğreniyorum.”
Bu komik ve tüyler ürpertici bir şekilde de dürüsttü. Birçok ruhani öğreti ve kitap insanların zor olduğu gerçeğinin üstünü şekerle kaplıyor. Fakat insanların zor olduğu gerçeği yadsınamaz; açgözlülük, bencillik ve narsisizm insan türleri arasında kol gezen bir hastalık halini almış.
Dünya tarihinin de örneklerle kanıtladığı üzere, milyonlarca insan baskı, acımasızlık ve mahrumiyetle yaşamını sürdürmüş. Bilincin bu hiçbir şeyle kıyaslanamaz özellikleri kalabalık olan kent ve varoşlarda bulunabilir.
Bu yazıyı yazmadaki esas amacım, nasıl ki ben dharma öğretileri ile kendime yardım edilmesine izin verdiysem, aynı yardım elini diğer insanlara da uzatabilmektir. Yaşamın hastalık haricinde sunduğu zorlukların çoğunun insanların kendileri ve çevrelerindeki insanlarla olan ilişkileri nedeniyle başa geldiğini inkar edemeyiz. Karmaşa uluslar arasında da olsa komşu dairelerde tartışan iki insanda da olsa bu söylemim doğrudur.
Dharma bu zorlukları inkar etmez; yapmaya çalıştığı şey zorluktan birkaç yoldan azaltmaya çalışmak olmuştur.
Bizler diğer insanların kendi mutsuzluğumuzun, kendi “cehennemimizin” nedeni, ana kaynağı olduğunu varsayıyoruz. Çevremize şöyle bir baktığımız zaman bu varsayımı destekleyecek birçok örneğe rastlarız. Kabalıktan tutun da cinayete kadar, cehennemin tüm sıcaklığının kendi dışımızdan geldiği gibi bir gerçeklik söz konusudur. Diğer insanlar bizleri birer çılgın, deli, mutsuz ve ereğini gerçekleştirmemiş hale sokabilirler. Trafikte yolumuzu keserler, eşlerimizle aynı yatağa girerler, bizlere hak ettiğimiz alakayı göstermezler, yalan söylerler, çalarlar ve aldatırlar—dünya üzerinde büyük ve küçük oranlarda cehennemi yaratırlar. Bizler şu şekilde düşünmeye hazırızdır: Ben kesinlikle sinirli bir insan değilim, asıl beni sinirlendiren onlardır.
Sonra, biraz düşünmeyle cehennemin büyük bir kısmının aslında kendi içimizde olduğunu fark ederiz. Olumsuzluklar meydana gelir, insanlar kötücül hareket ederler ve dünya kesinlikle bize uygun bir yer değildir. Aslında, bu konu üzerine birazcık olsun düşündüğümüzde, günlük yaşamımızda başımıza “kötü” namına pek az şey geldiğini görürüz ve yaşanan her ne ise, etkisini çabuk yitirir. Fakat daha sonra olayları çevreleyen düşüncelerin beraberinde getirdiği kendi durumumuz, algılarımız, tanımlamalarımız doğrultusunda bitmeyen, bir perişanlık yaratırız.
Bir diğer deyişle, kötülükler iyi insanların başına gelir, fakat acıların çoğu bizler olayları arapsaçına döndürdük bilincimizin dünyasında meydana gelir. Örneğin, bilgisayarım çalındıktan sonra ben, bir süre kendimi azarladım durdum: Keşke kitabı eposta yoluyla kendime yollasaydım ya da Bu benim başıma gelmiş olamaz ya da anahtarımı dış kapının oraya saklamak yerine daha akılcı davranmalıydım.
Bizler bir durum karşısındaki tepkimizi kendi sabit fikirlerimiz ile veririz ki bu da acının büyüğünü yaşatır. Benim durumumda bu her zaman için daha iyisini yapabilmeliydim olur. Kendime acıyarak tepki vermek yerine, kendimi cezalandırmayı seçiyordum. Fakat gerçek şu ki, hırsızın daireme nasıl girdiğini bile henüz bilmiyordum. Kilidi açabilmenin dışında çok başka yollar kullanılmış olabilirdi.
Bir başka insan bilgisayarı çalma ihtimali olan insanların kim olduğu üzerinde yoğunlaşarak, suçlular hakkında ateşli konuşmalar yaparak, dünyaya daha şüpheci ve zor yaklaşarak da duruma olan tepkisini gösterebilirdi. Her birimizin deneyimlerimiz doğrultusunda verdiğimiz farklı tepkilerimiz vardır.
Ne kadar güçlü tepkiler verdiğimiz, düşüncelerimiz ne kadar sıkı bir şekilde tanımladığımızla orantılıdır. Tanımlamak kavramıyla ben, kendimizi ortaya koyan düşüncelerle ne kadar bütünleştiğimizi ve o düşünceleri ne kadar düşündüğümüzü vurguluyorum. Mesela, düşünce bilincinize gelir ve der ki: Ben bir aptalım. Eğer bu cümle doğrultusunda kendimizi tanımladıysak, bunun doğru olduğuna da kendimizi inandırırız ve bu bizim kimliğimizin bir parçası olarak hayatımızdaki yerini alır.
Öyleyse bizler neden bu düşüncelere böylesi sıkı inanıyor ve onları güçlendiriyoruz? Çünkü tüm bu konumlama bizlere doğarım bir kombinasyonu sonucu geçiyor ve aldığımız eğitim tepkilerimizi yönlendiriyor.
Örneğin, izgelerin sonunda, bazı insanların neden ölüm, küfür ya da iş kaybı gibi durumlara depresyona girerek tepki verirken diğer insanların aynı olaylardan daha az etkileniyor oluşunu sonuçlandırtan 5-HTT adında bir gen bulundu. Science dergisinde yazılanlara göre, bu genden iki uzun alele sahip insanlar, daha kısa alele sahip insanlara oranla olayları daha iyi kavrama yeteneğini içlerinde barındırıyorlar. Bir insanın doğası özgeçmişinde ve biyolojik özelliklerinde saklıdır.
Davranışlarımızı belirleyen bir başka etken de eğitimimizdir: Aile içinde yaşadığımız çocukluğumuz, kültürümüz ve çevremiz. Örneğin, eğer babanız size “Sen aptalsın,” der ve anneniz de çocukken yaptıklarınıza karşı inanılmaz sabırsız davranıyorsa, tüm bu olumsuzluklar bilinçaltınıza yerleşir. Ne zaman karşınıza bir olumsuzluk çıksa, bilinçaltınızdaki o ses hayatınızın sizi yönlendiren bir parçası olur. Olumlu ya da olumsuz ya da her ikisini de barındıran deneyimler bizim eğitimimizdir ve tüm yaşamımız boyunca süregelir.
Bu demek oluyor ki doğamız ve eğitimimiz tarafından şekillenmiş olan içsel tanımlalar doğrultusunda bizler kendi cehennemlerimizi yaratırız. Dış dünyadaki cehennemi biraz olsun azaltabilmenin yolu diğer insanları değiştirmekten değil de kendi içimizdeki cehennemleri azaltabilmekten geçmektedir.
Peki, bunu nasıl yaparız?
Onlar düşünce olarak size döndükçe içsel hikayeleri, yargılan ve inanç sistemlerini tanımlamayarak, bir anlamda sizler kendi yerleşmiş tepkileriniz içinde bomboşsunuz. Bu demek değildir ki tepki oluşturan etkenler bir sihirle yok edilecek gerçek şu ki, insan olmak gerçekten zor bir zanaattır. Fakat tepkimeler meydana gelse de, onların üzerinde fazla durmaz; dahası yerleşmiş tepkiyi fark ettiğiniz anda onlardan kurtulursunuz. Sözün kısası, sizler şimdi uyanmak üzeresiniz. Düşüncelerin gerçek olabileceğine inanmıyor ve onları dış dünyaya yansıtma gayretine girmiyorsunuz. Çünkü karmaşaya ya da olumsuzluklara yeni bir şey katmıyor, aksine huzuru yaratıyorsunuz. Kendi iç dünyanızda biraz olsun özgür dolaşıyor, cehenneminizin ve çevrenizdekilerin cehennemlerinin ateşini daha da kısıyorsunuz. Bu eski bir deyişi andırır: “Eğer herkes kendi kapısının önünü süpürse, dünya daha temiz olabilir.”
Dharma öğretisi bir adım daha ileri gidiyor ve en önemli farkındalığın “ben” sözcüğünün olmadığını ve aslında “ben” sözcüğünün bilincin yarattığı bir şey olduğunu anlayabilmek olduğunu öne sürüyor.
O çok eski soruyu, “Ben kimim?” sorusunu sorduğumuzda cevap ne oluyor? Bizler eğitimimiz kadar mı varız? Ya da inançlarımız? Mesleklerimiz? Ailelerimiz? Fikirlerimiz? Toplum bu soruya evet der. Fakat bu doğru mudur? İşte bu sorular, okumakta olduğunuz kitabın ana temasıdır.
Dharma bizlerin bu saydıklarımın hiçbiri olmadığınızı söyler. Bizler küçük bir var oluş; insanlar, deneyimler ve sahip olduklarımızla şekillenen o küçük “ben, ben, ben” değiliz.