Siyahbaşlı martılar büyük koloniler halinde yuva kurarlar. Yuvalar birbirinden sadece birkaç fit uzaklığındadır. Yavrular yumurtadan ilk çıktıklarında küçük ve savunmasızdırlar, onları yutuvermek kolaydır. Bir martının, komşusunun arkasını dönmesini veya balık avlamaya gitmesini beklediği, sonra da komşunun yavrusunun başına çöküp bir lokmada yuttuğu çokça görülür. Böylece, balık avlama zahmetine girmeksizin ya da kendi yuvasını savunmasız bırakmasızın, besleyici, güzel bir yemek elde eder. Daha iyi bilinen bir örnek ise dişi peygamberdevesinin meşum yamyamlığıdır. Peygamberdeveleri iri, etobur böceklerdir. Normal olarak, kendilerinden daha küçük hayvanları -sinekler gibi-yerler; hareket eden hemen hemen her şeye saldırırlar. Çiftleşirken erkek dikkatlice sürünür, tırmanarak dişinin üstüne biner ve birleşir. Dişi eline bir şans geçirirse, erkeği yiyecektir. Ya erkek yaklaşırken veya üstüne bindikten ya da ayrıldıktan hemen sonra, kafasını kopartarak işe başlar.
İnsanlar Neden Var? – Richard Dawkins
Bir gezegendeki zeki varlıklar, gün gelir, kendi varlıklarının nedenini soracak yaşa gelirler. Eğer günün birinde uzaydan dünyaya üstün yaratıklar gelirse, uygarlığımızın düzeyini değerlendirmek için soracakları soru şu olacaktır: “Evrimi keşfettiler mi?” Canlı organizmalar üç bin milyon yıldan daha uzun bir süre dünya üzerinde varoldular ve neden yaşadıklarını hiç bilemediler, ta ki güneş doğana ve ışınları bir tanesine ulaşana dek. Bu kişinin adı Charles Darwin’di… Dürüst olmak gerekirse, başkaları gerçeği belli belirsiz sezmişlerdi. Ancak ilk kez Darwin, neden varolduğumuzun tutarlı ve kabul edilebilir bir açıklamasını yapmıştır. Bölümün başındaki soruyu soran meraklı çocuğa mantıklı bir yanıt vermemizi Darwin sağlamıştır. Artık, “Yaşamın bir anlamı var mı?”, “Niye varız?”, “İnsan nedir?” türünden derin sorularla karşılaştığımızda hurafelere sığınmak zorunda kalmayacağız. Bu üç soruyu ileri sürdükten sonra, tanınmış zoolog G. G. Simpson, şöyle bir yanıt veriyor: “Söylemek istediğim, 1859 öncesinde bu soruları yanıtlamaya çalışan tüm çıkışların değersiz olduğu ve onları tamamen görmezden gelmemizin doğru olacağıdır.”
Bugün, Dünya’nın Güneş etrafında dönüyor olması ne kadar şüpheye açıksa, evrim kuramı [s.10] da ancak o denli kuşkuludur. Yine de, Darwin’in yaptığı devrimin içeriği, geniş bir çevre tarafından, anlaşılmayı beklemektedir. Zooloji, üniversitelerde hâlâ yan bir konudur ve zooloji çalışmayı seçenler bile, çoğunlukla, bu kuramın derin felsefi boyutunu görmeden kararlarını vermişlerdir. Felsefe ve “beşeri bilimler” olarak tanıdığımız konular, hâlâ Darwin hiç yaşamamışçasına öğretilmektedir. Bunun zamanla değişeceğine dair hiç kuşkum yok. Her ne olursa olsun, bu yazı Darwinciliğin avukatlığını yapmayı hedeflemiyor. Bunun yerine, belli bir soruna ilişkin olarak, evrim kuramının getirdiği sonuçları araştıracak. Amacım bencillik ve özverinin biyolojisini incelemek.
Akademik yönden ilginç olmanın ötesinde, konu, sosyal yaşamımızın her yönüne, sevmelerimize ve nefret etmelerimize, dövüşmemize ve yardımlaşmamıza, vermemize ve çalmamıza, açgözlülüğümüze ve eli açıklığımıza değinmesi nedeniyle, insancıl açıdan önemlidir. Bu savlar, Lorenz’in On Aggression (Saldırganlık Üzerine), Ardrey’in The Social Contract (Toplumsal Sözleşme) ve Eibl-Eiblesfeldt’in Love and Hate (Sevgi ve Nefret) adlı eserleri için ileri sürülmüş de olabilirdi. Bu yazılardaki hata, yazarların konuyu baştan aşağı yanlış ele almalarıdır. Yanlış ele aldılar, çünkü evrimin nasıl işlediğini anlayamadılar. Evrimdeki önemli noktanın, bireyin (veya genin) iyiliği değil de, türün (veya grubun) iyiliği olduğunu varsaymak gibi bir yanılgıya düştüler.
Ashley Montagu’nun, Lorenz’i “doğrudan doğruya on dokuzuncu yüzyılın ‘dişiyle, tırnağıyla doğuştan kıpkırmızı’ düşünürle- [s.11] rinin soyundan” gelmekle suçlaması ironiktir. Lorenz, evrim kuramına yaklaşımından anladığım kadarıyla, Tennyson’un ünlü sözlerini reddetme konusunda Montagu ile aynı kanıyı paylaşıyor. İkisinin de aksine, ben, “dişiyle, tırnağıyla doğuştan kıpkırmızı” deyiminin modern evrim kuramını hayran olunacak biçimde özetlediğini düşünüyorum.
Tezimi ortaya koymadan önce, ne olduğunu ve ne olmadığını kısaca açıklamak istiyorum. Bize, bir adamın Şikago gangsterlerinin dünyasında uzun ve bolluk içinde bir yaşam sürdürdüğünü söyleseler, bu adamın ne menem bir kişi olduğu konusunda bazı tahminler yürütebiliriz. Bu adamın sert, hızlı tetik çekebilen ve sadık dostlar edinebilen biri olacağını umarız. Bunlar mutlak doğru sonuçlar olmayacaktır; yine de, bir adamın yaşamını sürdürdüğü ve hayatını kazandığı koşullar hakkında da bir şeyler bilirsek,
karakteri hakkında bazı çıkarsamalarda bulunabiliriz. Bu yazıtaki tez, bizim, diğer bütün hayvanlar gibi, genlerimiz tarafından yaratılmış makineler olduğumuzdur. Başarılı Şikago gangsterleri gibi, bizim genlerimiz de, epey rekabetçi bir dünyada milyonlarca sene boyunca, hayatta kalmayı başarabilmişlerdir. Buna dayanarak, genlerimizde belirli nitelikler olduğunu ileri sürebiliriz. Ben başarılı bir gende, baskın özelliğin acımasız bir bencillik olduğunu savunacağım. Genin bu bencilliği, bireyin davranışlarında da bencil olmasına yol açacaktır. Bununla birlikte, göreceğimiz gibi, bir genin bencil amaçlarına ulaşmak için tutabileceği en iyi yolun, sınırlandırılmış bir özveri benimsemek olduğu özel durumlar vardır. Bu son cümledeki “sınırlandırılmış” ve “özel” çok önemli sözcükler. Her ne kadar aksine inanmak istesek de, evrensel sevgi ve türün -bir bütün olarak- iyiliği hiç de evrimsel anlamı olmayan kavramlardır.
Bu, beni yazının ne olmadığı konusunda söylemek istediğim noktaya getiriyor.
Ben, evrim üzerine temellendirilmiş bir ahlakın savunusunu yapmayacağım. Ben insanların nasıl evrimleştiğini anlatıyorum; biz insanların ahlaksal davranışlarının nasıl olması gerektiğini söylemiyorum. Bu noktayı vurguluyorum, çünkü varolan bir duruma ilişkin bir sözü, varolması gereken bir durumun savunusundan ayırmayı beceremeyen kişiler -ki sayıları çok fazla- tarafından yanlış anlaşılma tehlikesi içindeyim. Duygularım, sadece genlerin evrensel acımasız bencilliği yasası üzerine temellendirilmiş bir insan topluluğunun yaşamak için kötü bir topluluk olacağını söylüyor. Ne yazık ki, bir şeye karşı olmamız onu gerçek olmaktan alıkoyamıyor. Esas olarak, bu yazının ilgi çekici olması hedeflendi, ancak ahlaksal bir sonuç çıkarmak istiyorsanız, biyolojik doğadan çok az yardım bekleyebilirsiniz. Eli açık ve özverili olmayı öğretmeye çalışalım, çünkü bencil doğuyoruz. Kendi bencil genlerimizin ne istediğini anlayalım; böylelikle, en azından, onların tasarımlarını bozabiliriz. Bu, başka hiçbir türün cesaret edemeyeceği bir şey…
Öğretme konusunda söylediklerimin bir sonucu olarak, genlerle kalıtılan özelliklerin sabit ve değiştirilemez olduğunu düşünmek yanlış olur (hem de çok sık yapılan bir yanlış). Genlerimiz [s.13] bize bencil olma talimatı verebilirler, fakat tüm hayatımız boyunca onlara boyun eğmek zorunda değiliz. Yalnızca şunu söyleyebiliriz:
Genetik olarak özverili olmaya programlanmış olsaydık, özverili olmayı öğrenmemiz şimdikinden daha kolay olabilirdi. Hayvanlar arasında bir tek insanda öğrenilen ve sonraki kuşaklara geçirilen etkiler, örneğin kültür, baskın özelliktedir. Kimileri, insan doğasının anlaşılmasında, kültürün genlerinin konuyla ilişkisiz kalacak denli önemli olduğunu söyleyeceklerdir. Kimileri de buna karşı çıkacaklardır. Bütün bunlar, insanı niteleyen özelliklerin belirleyicileri olarak “doğa mı, besleyen mi” tartışmasında nerede durduğumuza bağlıdır. Bu beni, yazının ne olmadığı konusundaki ikinci noktaya getiriyor: Bu, doğa/besleyen çekişmesinde herhangi bir konunun avukatlığını yapan bir yazı değil. Elbette bu konuda bir fikrim var, fakat bunu ifade etmeyeceğim. Ta ki, son bölümde yer alacak olan kültüre bakışa gelinceye dek.
Eğer çağdaş insan davranışının belirlenmesinde genlerin gerçekten de önemsiz olduğu ortaya çıkarsa; eğer gerçekten de bu açıdan hayvanlar arasında tek ise, en azından bizleri kuraldışı kılan bu kuralı sorgulamak yine de ilginç olacaktır. Ve eğer, türümüz düşündüğümüz kadar da kuraldışı değilse, bu kuralı anlamamız daha da önemli olacaktır.
“Bu yazı ne değildir”in üçüncüsü, insan davranışlarının kapsamlı bir tanımlaması. Bazı gerçek detayları yalnızca açıklayıcı örnekler olarak kullanacağım. Şunu söylemeyeceğim: “Babunların davranışlarına bakarsanız, bencil [s.14] olduklarını görürsünüz; bu nedenle insan davranışlarının da bencil olma şansı yüksektir.” Benim ‘Şikago gangsteri’ düşüncemin mantığı çok daha farklı: İnsan ve babun doğal seçilimle evrimleşmişlerdir. Doğal seçilimin nasıl işlediğine göz attığımızda, doğal seçilimle evrimleşen herhangi bir şeyin bencil olması gerekiyormuş gibidir. Bu yüzden de, gidip babunların, insanların ve diğer canlıların davranışlarına bakarsak, bencil olduklarını görürüz. Eğer, bu beklentimizin yanlış olduğunu bulursak, eğer insan davranışının gerçekten de özverili olduğunu gözlersek, işte o zaman kafa karıştırıcı bir şeyle karşı karşıyayız demektir; açıklama gerektiren bir şeyle…
Daha fazla ilerlemeden bir tanıma gereksinimimiz var. Bir varlık, örneğin babun, eğer kendisi gibi bir başka varlığın rahatını -kendi iyiliği pahasına- artıracak biçimde davranıyorsa, özverili olarak tanımlanır. Bencilce davranışın ise tam tersi bir etkisi vardır. ‘Rahatlık’, “yaşamkalım şansı” olarak tanımlanabilir (gerçek, yaşam ve ölüm üzerindeki etkisi göz ardı edilebilecek denli azmış gibi görünse bile). Darwinci kuramın çağdaş çeşitlemelerinin şaşırtıcı sonuçlarından biri, yaşamkalım olasılığı üzerindeki küçücük, ancak can alıcı etkilerin evrimde geniş değişimlere neden olabilmeleridir. Bunun nedeni, böylesi etkilerin kendilerini hissettirmek için çok uzun zamana sahip olmalarıdır.
Yukarıdaki özveri ve bencillik tanımlarının öznel değil de, davranışsal olduğunu fark edebilmek önemli. Ben, burada güdülerin psikolojisi ile uğraşmıyorum. Özverili davranan insanla- [s.15] rın, bunu “aslında” gizli ya da bilinçsizce bencil güdüler için yapıp yapmadıklarını tartışmayacağım. Belki öyle, belki değil, belki de hiç bilemeyeceğim. Ne olursa olsun, yazının konusu bu değil. Benim tanımım, sadece, bu davranışların özverili ya da faydalanan olduğu varsayılan bireylerin yaşamkalım olasılığını artırdığını mı yoksa azalttığını mı sorgular.
Davranışların uzun dönemli yaşamkalım olasılıkları üzerindeki etkilerini göstermek hayli karmaşık bir iş. Bu davranışı somuta indirgeyerek gerçek davranışlara uyguladığımızda, “açıkça” sıfatı ile nitelendirmemiz gerekir. Açıkça özverili olan bir eylem, özverili bireyin ölme olasılığını artırmaya (ne kadar az olursa olsun) ve alıcının yaşamkalım şansını artırmaya yönelik gibi görünen -yüzeysel- bir davranıştır. Genellikle, yakından baktığımızda, açıkça özverili olan eylemlerin gerçekte kılık değiştirmiş bencillik olduğu ortaya çıkar. Bir kez daha tekrarlayalım, özverinin altındaki güdülerin gizliden bencilce olduğunu söylemek istemiyorum; yapılan eylemin yaşamkalım olasılığı üzerindeki gerçek etkilerinin, başlangıçta düşündüğümüzün tam tersi olduğunu anlatmak istiyorum.
Açıkça bencil ve açıkça özverili davranışlara ilişkin bazı örnekler vereceğim.
Kendi türümüzle uğraşırken öznel düşünme alışkanlıklarımızı bastırmak zordur. Bunun için, örneklerimi diğer hayvanlardan seçeceğim. Önce, bireysel hayvanların bencil davranışlarına dair örnekler vereyim. Siyahbaşlı martılar büyük koloniler halinde yuva kurarlar. Yuvalar birbirinden sadece birkaç fit uzaklığındadır. Yavrular yumurtadan [s.16] ilk çıktıklarında küçük ve savunmasızdırlar, onları yutuvermek kolaydır. Bir martının, komşusunun arkasını dönmesini veya balık avlamaya gitmesini beklediği, sonra da komşunun yavrusunun başına çöküp bir lokmada yuttuğu çokça görülür.
Böylece, balık avlama zahmetine girmeksizin ya da kendi yuvasını savunmasız bırakmasızın, besleyici, güzel bir yemek elde eder. Daha iyi bilinen bir örnek ise dişi peygamberdevesinin meşum yamyamlığıdır. Peygamberdeveleri iri, etobur böceklerdir.
Normal olarak, kendilerinden daha küçük hayvanları -sinekler gibi-yerler; hareket eden hemen hemen her şeye saldırırlar. Çiftleşirken erkek dikkatlice sürünür, tırmanarak dişinin üstüne biner ve birleşir. Dişi eline bir şans geçirirse, erkeği yiyecektir. Ya erkek yaklaşırken veya üstüne bindikten ya da ayrıldıktan hemen sonra, kafasını kopartarak işe başlar. Dişinin erkeği yemek için birleşmenin bitmesini beklemesi en mantıklısı gibi görünüyor. Ancak, kafasını kaybetmesi sonucu, erkeğin vücudunun geri kalan kısmı dişinin üstünden düşmemektedir. Tam tersine, böceğin kafası engelleyici bazı sinir merkezlerinin yuvası olduğundan dolayı, olasıdır ki, kafasının yenmesi erkeğin performansını artırır. Eğer bu doğruysa, ek bir yarar oluşturacaktır. Birincil yarar, dişinin güzel bir yemek elde etmesidir. Yamyamlık gibi uç olaylar tanımımıza çok iyi uymalarına karşın, “bencil” kelimesi bunları nitelemede yetersiz kalıyor. Anlatılanları göz önüne aldığımızda, belki de, Güney Kutbu imparator penguenlerinin korkakça davranışlarına biraz daha sempati ile bakabiliriz. Söz konusu penguenlerin suya girmeden önce, kıyıda durup durdukları gözlenmiş. Nedeni, ayı balıkları tarafından yenme tehlikesiymiş. İçlerinden bir tanesi suya girse, geri kalanlar denizde bir ayı balığı olup olmadığını anlayacaklarmış. Doğaldır ki, hiçbiri denek olmak istemiyormuş ve bekliyorlarmış. Birbirlerini suya itmeye çalıştıkları bile oluyormuş.
Bencil bir davranışa daha da sıradan bir örnek, yalnızca değerli bir kaynağı yiyecek, bölge veya cinsel eş gibi- paylaşmayı reddetmeyi içerebilir. Şimdi, açıkça özverili olan davranışlar için örnekler vereyim. İşçi arıların sokma davranışı bal hırsızlarına karşı çok etkili bir savunmadır. Sokucu arılar, kamikaze dövüşçüleridir; sokma eylemi sırasında, hayati önemdeki iç organlar genellikle vücudun dışına çıkar ve arı, soktuktan hemen sonra ölür. Bu intihar eylemi koloninin çok önemli besin depolarını kurtarmış olabilir fakat arı, bunun faydalarını görmek için ortalıklarda olmayacaktır. Tanımımız gereği bu eylem özverili bir davranıştır. Bilinçli güdülerden bahsetmediğimizi hatırlayın.
Bencillik örneğinde veya bu örnekte bilinçli güdüler vardır ya da yoktur; bu bizim tanımımız kapsamında değildir.
İnsanın arkadaşı uğruna hayatını öne sürmesi elbette ki özverili bir davranıştır; ancak, arkadaş uğruna küçük bir riske atılmak da özveridir. Birçok küçük kuş, “uçmakta olan bir avcı” gördüklerinde -şahin gibi- çok özel bir “uyarı çığlığı” atarlar. Bu çığlık üzerine tüm sürü kaçma eylemine girişir. Uyarı çığlığını atan kuşun kendini tehlikeye attığına dair dolaylı da olsa [s.18] kanıt vardır; çünkü avcının dikkatini özellikle kendi üzerine çekmektedir. Bu küçük bir ek risktir; yine de tanımımız gereği -en azından ilk bakışta- özverili bir eylem olarak görülebilir. Hayvanlarda özverinin en yaygın ve belirgin biçimi ebeveynlerin davranışlarında açığa çıkar; özellikle anaların çocuklarına karşı gösterdikleri davranışlarda. Kuluçkaya yatarlar; bebeklerini vücutlarında taşırlar; kendilerine büyük zararlar vermesi pahasına da olsa onları besler ve avcılardan korumak için büyük tehlikelere atılırlar. Bir örnek vermek gerekirse, yere yakın yuvalanan kuşların çoğu bir avcı -örneğin, bir tilki- yaklaştığında çılgınca bir dikkati başka bir yöne çekme “gösterisine” başvururlar. Ebeveyn kuş, topallayarak ve kanadını kırılmış gibi uzatarak yuvadan ayrılır. Avcı, kolay bir av bulduğunu düşünerek, yem peşinde, yavruların içinde bulunduğu yuvadan uzaklaşır. Sonunda, ebeveyn tam tilkinin ağzına gireceği sırada rol yapmayı bırakır ve uçup gider. Yuvadakilerin hayatı çoğunlukla kurtulur ama ebeveyn de tehlikeye atılmıştır.
Hikâyeler anlatarak bir yere varmaya çalışmıyorum. Seçilen örnekler hiçbir zaman, geçerli olabilecek bir genelleme için ciddi kanıtlar olmayacaktır. Bu hikâyeler sadece bireyler düzeyinde, özverili ve bencil davranışlarla ne demek istediğimi açıklamayı amaçlayan örneklerdir. Bu yazı, gen bencilliği diye adlandırdığım temel yasanın, gerek bireysel bencilliği gerekse bireysel özveriyi nasıl açıkladığımı gösterecek.
Ancak, önce, özveri söz konusu olduğunda ortaya çıkan özel bir yanlış açıklamadan bahsetmek [s.19] istiyorum, çünkü yaygın olarak biliniyor ve de yaygın olarak okullarda öğretiliyor. Bu açıklama daha önce sözünü ettiğim yanlış kavram üzerine temellendiriliyor: Canlılar “türün iyiliği için” veya “grubun iyiliği için” bir şeyler yapmak üzere evrimleşirler. Biyolojide bu görüşün nasıl başladığı kolayca görülebilir. Bir hayvanın yaşamının çoğu üremeye ayrılmıştır ve doğada gözlediğimiz, kendini kurban etme eylemlerinin çoğu ebeveynlerce çocukları için yapılır. “Türün devamı”, üreme kavramına ilişkin sıkça kullanılan bir başka deyim olup, tartışmasız, üreme olayının bir sonucudur. “Üremenin ‘işlevi’ türün devamını ‘amaçlar'” şeklinde bir sonuca varabilmek için mantığı bir parça çekiştirip uzatmak yeterlidir. Buradan hareketle, bir başka yanlış adım, hayvanların genelde türün devamını sağlayacak şekilde davranacakları yorumunu yapmak olacaktır. Bunu ise, türün diğer üyelerine karşı özverili davranacakları yorumu izler. Bu düşünce şekli, Darwinci terimlerle söylendiğinde, muğlak kalacaktır. Evrim, doğal seçilim yoluyla işler ve doğal seçilim de “en uygun” olanın, farklılıkları nedeniyle ayakta kalmasıdır. Ancak, “en uygun” ile kastedilen nedir? En uygun bireyler mi; en uygun ırklar mı; en uygun türler mi? Ya da başka bir şey mi? Bazı amaçlar için bu sorunun yanıtı çok önemli değil; ancak özveriden bahsediyorsak, can alıcı bir nokta olduğu çok açık. Darwin’in varolma mücadelesi olarak adlandırdığı yarışma türler arasında ise, bireye bu oyunda bir piyon olarak bakılabilir, o da en iyi niyetli yaklaşımla; bu piyon, türün daha yüksek olan çıkarları gerektiği takdirde kurban [s.20] edilecektir.
Daha saygın bir şekilde dile getirmek istersek, eğer bir grup, -örneğin, bir tür ya da türün içindeki bir topluluk- kendilerini grubun iyiliği için feda etmeye hazır bireylerden oluşmuşsa, kendi bencil çıkarlarını önde tutan bireylerden oluşmuş rakip bir gruba kıyasla, neslinin tükenmesi olasılığı daha düşüktür. Böylece, dünya nüfusu, bireyleri kendini adamış gruplardan oluşur. Bu, evrim kuramının detaylarına aşina olmayan biyologlarca uzun zamandır doğru kabul edilen, V. C. Wynne-Edwards tarafından The Social Contract adlı yapıtta halka sunulmuş olan “grup seçilimi” kuramıdır. Ortodoks seçeneğin normalde “bireysel seçilim” olarak adlandırılmasına karşın, ben kişisel olarak gen seçiliminden bahsetmeyi yeğleyeceğim. Biraz önce anlattığım mantık dizisine “bireysel seçilimci”nin vereceği ilk yanıt şöyle bir şey olabilir. Özverili bireylerin oluşturduğu grupta bile, herhangi bir şey feda etmeyi reddeden bir muhalif azınlık olacağı hemen hemen kesindir. Diğerlerinin özverisini kullanmaya hazır bir tek bencil asi olsa bile, tanım gereği, hayatta kalma ve çocuk sahibi olma şansı daha fazla olacaktır. Bu çocukların her biri onun bencil özelliklerini taşımaya eğilimlidir. Bu doğal seçilimin birçok nesil boyunca devam etmesiyle, “özverili grup” bencil bireyler tarafından ele geçirilecek; sonunda bu grubu bencil gruptan ayırt etmek olanaksız hale gelecektir.
Başlangıçta içinde asi bulundurmayan, arı özverili grupların olabileceğini düşünsek bile ki bunun olma şansı çok azdır-komşu bencil gruplardan bencil bireylerin, göç ederek ve grup-içi evlenmelerle özverili grupla-[s.21] rın arılığını kirletmelerini neyin durduracağını söyleyebilmek çok zor. Bireysel seçilimci, grupların gerçekten ölebileceğim ve bir grubun neslinin tükenip tükenmeyeceğinin grup bireyleri tarafından belirleneceğini itiraf edecektir: Eğer gruptaki bireylerin uzağı görebilme yetenekleri olsaydı, uzun dönemde tüm grubun yok olmasını engellemek için bencil hırslarını sınırlamanın kendi çıkarları doğrultusunda olacağını görebilirlerdi. Bu, son yıllarda İngiltere işçilerine kim bilir kaç kez söylenmiştir? Fakat grup neslinin tükenmesi, bireysel yarışmanın aniden kesilmesi ve bunun etkisi ile kıyaslandığında yavaş bir süreçtir. Grup yavaşça ve önlenemez bir şekilde yokuş aşağı giderken bile, bencil bireyler özverili bireyler pahasına gelişirler. İngiltere vatandaşlarına uzağı görme yeteneği verilmiş ya da verilmemiş olabilir, ancak evrim geleceğe bakmaz.
Grup seçilimi kuramının, evrimi anlayan profesyonel biyologlar arasında çok az destek görmesine karşın, güçlü bir sezgisel çekiciliği vardır. Birbiri peşi sıra, zooloji öğrenci nesilleri, okuldan çıkıp da Ortodoks bakış açısının doğru olmadığını öğrenince şaşırıp kalırlar. Bu yüzden suçlanması gereken onlar değildir. Çünkü, İngiltere’deki ileri düzey biyoloji öğretmenleri için yazılmış olan Nuffield Biology Teacher’s Guide (Nuffield Biyoloji Öğretmen Kılavuzu) adlı yazıta şunları okuyoruz: “İleri düzeyde gelişmiş hayvanlarda davranışlar, türün yaşamda kalmasını sağlamak için intihar şeklini alabilir.”
Bu kılavuzun adı bilinmeyen yazarı, neşe içinde, tartışmalı bir şeyler söylediğinin farkına bile [s.22] varmıyor. Bu noktada bir Nobel ödülü sahibi ile aynı düşüncede: Konrad Lorenz, On Aggression’da, saldırgan davranışların “türü koruyucu” işlevinden söz ediyor.
Bu işlevlerden biri de, sadece en uygun bireylerin döl sahibi olmasını sağlamak… Bu eşsiz bir döngüsel tartışma. Ancak, burada vurgulayacağım nokta şu: Grup seçilimi kuramı öylesine derin bir köklenmeye sahip ki, Lorenz, aynen Nuffield Guide yazarı gibi,
söylediklerinin Ortodoks Darwinci kurama karşıt olduğunun besbelli farkında değil.
Kısa bir süre önce, başka konularda çok iyi olan bir BBC televizyonu programında söz konusu konunun Avustralya örümcekleri ile ilgili çok hoş bir örneğini duydum. Programdaki “uzman” yavru örümceklerin büyük bir bölümünün başka türlere av olduğunu gözlüyor ve devam ediyor: “Belki de varoluşlarının gerçek amacı budur, çünkü türün korunması için sadece birkaçının yaşaması yeterlidir!”
The Social Contract’da, Robert Ardrey, grup seçilimi kuramını, genelde sosyal düzenin tümünü açıklamak için kullanıyor. Besbelli insanı, hayvansı dürüstlük yolundan sapmış bir tür olarak görüyor. Ardrey en azından ödevini yapmış. Ortodoks kuramla uyuşmama kararını bilerek almış ve bu nedenle de övgüyü hak ediyor.
Grup seçiliminin bu güçlü çekiciliğinin bir diğer nedeni de, belki de birçoğumuzun paylaştığı ahlaksal ve politik ideallerle aynı doğrultuda olmasıdır. Bireyler olarak, sık sık bencilce davranıyor olabiliriz, ancak daha idealist olduğumuz anlarda başkalarının iyiliğini üstün tutanlara gıpta eder ve saygı duyarız. Yine de, “başkalan” sözcüğünü hangi genişlikte yorumlamak istediğimiz konusunda kafamız karışıktır.
Bir grup içerisindeki özveri, sık sık, gruplar arası bencillikle at başı gider. Bu, sendikacılığın temellerinden biridir. Başka bir düzeyde, bizim kendimizi özveriyle kurban edişimizden en çok fayda sağlayan ulustur ve genç erkeklerin ülkenin büyük zaferi uğruna, birer birey oldukları için ölmeleri beklenir. Bunun da ötesinde, haklarında farklı bir ulustan olduklarından başka bir şey bilmedikleri başka bireyleri öldürmek için cesaretlendirilirler (Gariptir ki, barış zamanında bireylere yaşam standartlarını artırma hızlarında bir parça özverili olmaları için yapılan çağrılar, savaş zamanında hayatlarını öne sürmeleri için yapılan çağrılardan daha az etkili gibi görünüyor).
Son zamanlarda, dostluk duygularımızın nesnesi olarak tüm insan türünü alma yolunda, ırkçılık ve vatanseverliğe karşı bir eğilim oluşmakta. Özverimizin bu insancıl genleşmesinin ilginç bir sonucu var ki, “türün iyiliği” fikrini destekliyor. Politik anlamdaki liberaller -türün etiği konusunun en inandırıcı sözcüleri-, şimdilerde özveri sınırlarını biraz daha genişleterek başka türleri de içine alanları küçük görmekteler. İnsanların barınma şartlarını iyileştirmek yerine, büyük balinaların öldürülmesini önlemekle ilgilendiğimi söylediğim takdirde, sanırım kimi arkadaşlarımı epey şaşırtmış olacağım.
Kişinin kendi türünün üyelerinin başka türlerin üyelerine kıyasla özel ahlaksal değer hak ettikleri duygusu eski ve derindir. Savaş zamanı dışında, insan öldürmek genelde işlenebilecek [s.24] en ciddi suçtur. Bizim kültürümüzde daha da şiddetle yasaklanmış bir tek şey var; o da insan yemek (ölmüş bile olsalar). Bununla birlikte, başka türlerin üyelerini yemekten hoşlanıyoruz. Birçoğumuz, canilere bile ölüm cezası uygulanması düşüncesinden iğrenirler, Öte yandan da, ılımlı “hayvan zararlılarının” yargılanmaksızın vurulmasını neşeyle desteklerler. Aslında, diğer zararsız türlerin üyelerini zevk ve eğlence için öldürürüz. İnsansı duyguları bir amipten daha fazla olmayan bir insan dölütü, yetişkin bir şempanzeye gösterilenden çok daha ileri bir saygı ve koruma altındadır. Yine de, şempanzenin duyguları vardır, düşünür ve -son deneysel kanıtlara göre- bir çeşit insan dilini öğrenebilir. Dölüt ise kendi türümüze aittir ve bu nedenle anında özel hak ve ayrıcalıklarla donatılır. Richard Ryder’ın kullandığı “türcülük” etiği, “ırkçılıktan” daha güçlü bir mantıksal temele oturtulabilir mi, bilemiyorum. Bildiğim, evrimsel biyolojide doğru temeller bulamayacağı.
İnsan etiğinde istenen özveri düzeyi konusundaki kargaşa -aile, ulus, ırk, tür ya da tüm canlılar-, biyolojide evrim kuramına göre beklenebilecek özveri düzeyi ile paralel bir kargaşayı yansıtıyor. Grup seçilimini yeğleyenler bile, rakip grupların birbirlerine kötü davrandığını gördüğünde şaşırmazlar; sınırlı kaynaklar için olan mücadelede herkes kendi grubunu destekleyecektir (Sendikacılar veya askerler gibi). Bu durumda, grup seçilimcisine, hangi düzeyin önemli olduğuna nasıl karar verdiğinin sorulması gerekir.
Eğer seçilim bir türün grupları ve türler arasında sürüp gidiyorsa, daha büyük gruplar [s.25] arasında neden olmasın? Türler bir araya gelerek cinsleri, cinsler takımları, takımlar da sınıfları oluşturur. Aslanlar ve antiloplar da, bizim gibi, memeliler sınıfındandır. Öyleyse, aslanların “memelilerin iyiliği için” antilopları öldürmekten kaçınmasını mı bekleyeceğiz? Kuşkusuz, sınıflarının neslinin tükenmesini önlemek için kuşları veya sürüngenleri avlamaklar. Peki ama, tüm omurgalılar şubesini devam ettirme gereği ile kim uğraşacak?
Ben reductio ad absurdum (bir düşüncenin doğru olduğunu göstermek amacıyla, aksinin yanlışlığını kanıtlamak) yaklaşımıyla tartışmaya devam edebilir ve grup seçilimi kuramının güçlüklerine dikkat çekebilirim, ancak bireysel özverinin açıkça varolması açıklanmayı bekliyor. Ardley işi, Thomson’un gazellerindeki zıplamada, davranışın tek açıklamasının grup seçilimi olduğunu söylemeye kadar vardırıyor. Zıplayan hayvanın bir avcının önüne atlayıvermesi, avcının dikkatini kendine çekerken bir yandan da arkadaşlarını uyarmak istemesiyle, kuşların uyarı çığlıklarına benzer. Thomson’un gazelciklerini ve benzeri olguları açıklamak gibi bir sorumluluğumuz var ve bu da ileriki bölümlerde yanıt vermeye çalışacağım bir soru.
Bundan önce, evrime, en alt düzeyde gerçekleşen seçilim çerçevesinde bakmanın en iyi yol olacağı şeklindeki inancımı tartışmalıyım. Bu inancın oluşmasında, G. C. Williams’ın, Adaptation and Natural Selection (Adaptasyon ve Doğal Seçilim) adlı önemli yazınının etkisi çok büyüktür. Kullanacağım temel düşünce, yüzyılın başlarında, genler-öncesi günlerde A. Weismann [s.26] tarafından öngörüldü: Weismann’ın “germ- plazmanın süreğenliği” doktrini. Şunu savunacağım: Temel seçilim birimi -ve bu arada kendi çıkarımız- ne tür ne de gruptur; hele birey kesinlikle değildir. Gendir; yani kalıtım birimidir. Kimi biyologlara bu, başlangıçta çok uç bir görüş gibi gelebilir. Umuyorum ki, ne demek istediğimi anladıklarında, alışık olmadığımız bir tarzda ifade edilmiş olsa bile, bu tezin aslında Ortodoksça olduğunu kabul edeceklerdir. Bu tartışmayı geliştirmek zaman alacaktır. İşin en başından başlamamız gerekiyor: Yaşamın ta başlangıcından…