ALMAN TARİHÇİLERİN İKİLEMLERİ: FAŞİZMİN YOKOLUŞU – ENZO TRAVERSO

Nazizm belleği ile tarihinin yazılması arasındaki etkileşimi incelemek açısından Almanya ilginç bir laboratuvar oluşturur. Bu ülkede, Yahudi soykırımının tarihsel bilincinin ortaya çıkışı, tarih yazımı alanından “faşizm” nosyonunun kaybolmasıyla çakıştı. Faşizmlerin karşılaştırmalı bir analizine girişen tarihçiler çok enderdir. Günümüzde faşizmi Avrupa çapında bir olgu olarak görmeyi kabul edenler daha da enderdir. Esasen, akademik dünyada birleşmeyi izlemiş olan “hizaya geçme”nin ardından, Doğu Alman tarih yazımından kalan birkaç kişi vardır. Ren’in ötesinde faşizm kavramı bile bir tür tabu oluşturuyor gibidir. Bu durum yeni değildir. Daha 1988’de, faşizmlerin karşılaştırmalı tarihini eserine eksen olarak almış olan önemli araştırmacı Timothy Mason bu durumu belirtmişti. Adı anlamlı bir şekilde, “Whatever happened to ‘fascism’?” olan bir makalede, önceki on yılda güçlenmiş bir eğilimi vurguluyordu:

Son yirmi yılda Almanya’da beş büyük tartışma yaşanmıştır. Bunlardan kimileri özellikle disiplin içi tartışmalarken, kimileri de dışarıya yansıyarak toplumun geniş kesimlerinde tartışılmıştır. İlki, 1986-1987’de, Almanya sınırları dışında önemli bir etki bırakarak, medyanın dikkatini üzerine çekmiş olan “tarihçiler tartışmasıdır (Historikerstreit). Ardından, ertesi yıl, Martin Broszat ile Saul Friedlünder arasındaki yazışma, dergilerin ve özel yayınların eşiğini aşmamış olsa da, son derece önemli yöntemsel bir düşünme sürecinin izini taşır. 1996 yılında, Daniel J. Goldhagen’in “Hitler’in gönüllü cellatları” üzerine kitabı etrafındaki tartışma öfke uyandırır ve uluslararası sahnede güçlü yankılar bulur. Son olarak, 1998 yılında Historikertag’ın yol açtığı, özellikle tarih disiplinine özgü ve tamamen “Germen-Alman” polemiklerin ardından, Wehrmacht’ın suçları üzerine gezici bir sergi etrafındaki çekişmeler görülür.

 Birinci tartışma, yani Historikerstreit, 1986-1987 yıllarında Ernst Nolte’nin “geçmek istemeyen” Alman geçmiş üzerine tezleriyle başlamıştı. Rus devrimine tepki olarak Nazizm yorumu ve özellikle Yahudi soykırımını Bolşeviklerin sürdürdüğü bir “sınıf soykırımımın “kopyası” olarak görmesi, gayet bilinen polemiklerin konusu oldu. Jürgen Habermas Nolte’nin baş karşıtıydı ve onu “zararı tasviye etme”nin kolay yolunu seçmekle, geçmişi “normalize etmek”le ve nasyonalsosyalizmin suçlarının miras kalmış tarihsel sorumluluğunu yok etmekle suçladı.

İkinci tartışma bir yıl sonra, gündelik basının tefrikalarından ve televizyon ekranlarından uzakta vuku buldu: Araştırma çevrelerindeki etkisi çok güçlü olacak bir yöntem tartışmasıydı bu. Almanca ve İngilizcesi neredeyse eşzamanlı yayımlanan, Martin Brosza ile Saul Friedlünder arasındaki sözünü ettiğimiz yazışma, Nazizmin tarihselleştirilmesinin olasılığı ve sınırları şeklindeki çetrefil sorunu ele alıyor ve hem diyalogun verimliliğini hem de iki ayrı gözlemden kaynaklanan yaklaşım farklılıklarını ortaya koyuyordu: Alman tarihçinin bakış açısı ile Yahudi tarihçinin bakış açısı. Yazışmalarının temel yanlarından birini oluşturan bu ayrımı, tartışmayı “etnikleştirmek” için değil, tarihçinin “tutumu”na (Kari Mannheim bunu tarihçinin Standort’u diye adlandırırdı) yani toplumsal, politik, kültürel, ulusal, anısal özgül bir bağlam içine dahil farklı epistemolojik perspektifleri hatırlamak için vurgulamak gerekir.

Üçüncü tartışma: 1990’lı yılların ortasında, Amerikalı siyaset bilimci Daniel Goldhagen’in eseri, akademik çevrelerin çok ötesinde, Alman toplumunun Nazi rejimiyle ilişkisi üzerine ve “sıradan” Almanların suçların işlenmesine katılım derecesi üzerine geniş bir açık tartışmaya yol açtı. Yahudi soykırımını Almanların “ulusal projesi” olarak sunan Goldhagen’in tezi çoğu tarihçinin ciddi eleştirilerinin konusu olsa da, birleşik Almanya’nın Nazi geçmişle yüzleşmesinde ve merkezinde Auschwitz belleğinin bulunduğu tarihsel bir bilincin özellikle gençler arasında oluşumunda önemli bir moment de oldu. Nazizmin suçlarını, kişisellikten uzak ve kısmen anonim bir cinayet makinesinin ürünü olarak gören işlevselci yaklaşım, Almanların bu suçlara aktif katılımına vurgu yapan, dikkati toplama kamplarından özel SS birliklerinin (Eisatzgruppen), polis taburlarının ve ordunun kitlesel infazlarına çeken Goldhagen tarafından güçlü bir şekilde sarsıldı.

Dördüncü tartışma: 1998 yılında Alman tarihçilerin her iki yılda bir yapılan geleneksel randevusu kendi disiplinlerinin geçmişiyle ilgili çok canlı tartışmalara sahne oldu. Savaş sonrası tarih yazımının önde gelen bazı şahsiyetlerinin örneğin günümüzde disipline egemen olan birçok araştırmacının eski hocaları olan Werner Conze ve Theodor SchiederNazi rejimiyle uzlaşması, hatta açıkça katılımı, çok sert açıklama ve eleştirilerin konusu oldu. Son on yılda (hatta, özellikle muhalefet dalgasının sözcülerinden biri olan Götz Aly (W örneğinde olduğu gibi kimi zaman daha erken) ortaya çıkmış Mannheim’ın tanımıyla, basitçe kronolojik olarak değil, tarihsel anlamda dayeni bir kuşağın profilini çizen bu kongre oldu. Tarihin kamusal kullanımı üzerine geniş bir toplumsal tartışmanın gelişmesinin ve tarihsel bir bilincin oluşumunun ayrıcalıklı vektörlerinden biri olduktan sonra, tarihçiler topluluğunun bakışını kendi yoluna çevirmesi ve çok dürüst bir şekilde ve dolayısıyla çok acılı bir şekilde özeleştirisine girişmesi bir anlamda kaçınılmazdı. Bu, tarihçilerin kendi atalarının ve kendi tarihlerinin yargıcı oldukları bir davada yargıç ile tarihçinin tamamen özdeşleşmesiydi.

Beşinci tartışma: Hamburg’taki Institüt für Sozialforschung tarafından düzenlenen ve 1995 tarihinde açılan Wehrmacht suçları sergisinin uzun ve çalkantılı bir tarihi vardı ve sonuç 2002’de sabitlenebilir. Önemli bir araştırma çalışmasının sonucu olan bu sergi, Alman kamuoyunda yerleşmiş bir basmakalıp fikri parçaladı. Buna göre, ordu Nazizmin suçlarına dahil olmamıştı ve bu suçların sorumluluğu özellikle SS’lere ve Gestapo’ya düşüyordu. Resimlerle açıklanan geniş bir materyale ve dönemin belgelerine dayanan Hamburg sergisi ise, tersine, ordunun Sovyetler Birliği’nde özellikle Ukrayna ve Beyaz Rusya’da ve Sırbistan’da sivil halka yönelik çok sayıda katliam gerçekleştirdiğini, keza Yahudilerin ortadan kaldırılmasında yer aldığını gösteriyordu. Komünizme, Slav halklarına, Yahudilere ve Çingenelere karşı bir fetih ve kökünü kazıma savaşının merkezindeydi; Sovyet direnişine karşı radikalleşmiş olan ve kısa süre içinde bir sömürge savaşının ve antisemitik bir haçlı seferinin özelliklerini edinmiş olan bir savaş. Wehrmacht üniforması içinde hizmet etmiş olan milyonlarca genç asker, temaslarını sürdürdükleri ve bilgi alışverişinde bulundukları Alman toplumunun bütününü temsil ediyordu. Wehrmacht’ın Yahudi soykırımına dahil olduğunu göstermek, Almanların “bilmedikleri” mitini yıkmak anlamına geliyordu.

Bu serginin yol açtığı vahşi polemikler, 1999 yılında, karşı çıkanlar bazı sahte belgelerin varlığını (NKVD’nin suçlarını gösteren dört fotoğraf yanlışlıkla Wehrmacht’a atfedilmişti) kanıtlamayı ve serginin kapatılmasını dayatmayı başardıklarında durakladı. Her türlü sahtekarlık ve manipülasyon iddiasını reddeden bağımsız bir soruşturma komisyonunun çalışmasının ardından sergi 2002 yılında yeniden açılabildi; tartışmalı fotoğraflardan temizlenmişti toplanan belgeler bütünü içinde küçük bir bölüm ve önemli bir eleştirel aygıtla zenginleştirilmiş yeni bir kataloğu da vardı. Bu tartışmalar kuşkusuz ki son derece farklı özellikler taşımaktadır. Sırasıyla üç büyük toplumsal tartışma söz konusudur. Bunlar bilimsel bir disiplinin (Historiherstreit, Goldhagen ve Wehrmacht’ın suçları üzerine sergi), tarihleştirmenin geleneksel yöntemlerinden gizlenen bir geçmişin yorumlanması üzerine yöntemsel bir düşünmenin sınırlarını (BroszatFriedlander yazışması), nihayet entelektüel bir cemaat içinde bir kimlik krizinin (1998 Historikertag’ı) hudutlarını büyük ölçüde aşan tartışmalardır. Bununla birlikte, yakından bakıldığında, diğer tartışmaların da cereyan ettiği öncül ve ana nokta olan ilk üç tartışma aynı sorun etrafında dönmektedir: Nazizmin ve suçlarının tarihsel tekilliği. Bu tekilliğin tanınması, Nazizm üzerine Alman araştırmalarının çoğunun zımni postulatıdır. Burada, elbette kabul edilebilecek olan ve birçok açıdan tarih yazımının önemli bir kazanımını oluşturan bu tekilliği tartışma konusu etmek söz konusu değildir. Buna karşılık, vurgulanmayı hak eden şey, bunun mantıki sonucudur, yani bu kabule eşlik eden sorunlu, kimi zaman kaygı verici sonuçlardır.

Bu olumsuz sonuçların en başında, özellikle faşizm kavramının yokoluşunu belirtmek gerekir. Bu temel sorun üzerine, herkesin sessizce ama kararlı bir şekilde, faşizm kavramını en tutarlı bir şekilde daima reddetmiş olan liberal-tutucu tarihçi Kari Dietrich Bracher’in yanında yer aldığı izlenimi edinilir. Kırk yılı aşkın süredir, Nazi Almanya’sının “totalitarist” olduğuna ilişkin bakış açısını, ona göre yalnızca Mussolini ltalya’sma uygulanabilir olan çeşitli faşist teorilerin karşısına çıkarmaktadır. Öğrencilerinden bazıları, örneğin HansHelmut Knütter faşizme bir kavram (Begrifj) statüsü atfetmeyi bile reddetmekte, onu basit bir “slogan”a (Schlagwort), bir ideolojiye ve bir propaganda aygıtına indirgemektedir.  Bu tutum yeni değildir. Buna karşılık yeni olan şey, Wolfgang Kraushaar ya da Dan Diner gibi soldan gelen tarihçi ve siyaset bilimcilerin de buna katıldığını görmektir. Bunlardan ilki şimdi totalitarizm fikrini savunmakta ve bunu faşizm fikrine tezat olarak sunmaktadır (Nazi Almanya’sı totaliter olduğundan, faşist olamaz). İkincisi, kısa süre önce iddialı ve ilginç bir yirminci yüzyıl “kavrayışı” teşebbüsünde bulundu (Das Jahrhundert verstehen) ve burada faşizm kavramına neredeyse asla başvurmadı. Nasyonalsosyalizm burada özellikle Almanlara özgü bir olgu olarak, hem içeriği hem de biçimi bakımından İtalyan faşizminden tamamen ayrı ve bağımsız bir olgu olarak, Avrupa çapındaki faşist bir olguya asla indirgenemez olarak gösterilir. Çoğu durumda, faşizm kavramını kullanmaya devam eden tarihçiler, Kurt Patzold gibi eski DAC’ın tarih okulu temsilcileri, Reinhard Kühnl gibi Marksistler ya da Wolfgang Wippermar gibi Nolte’nin öğrencileridir. FAC’nin önemli tarihçileri arasındaki tek istisna Hans Mommsen’dir. O, hatırı sayılır ve kuşkusuz dikkate değer ama karşılaştırmacılığıyla öne çıkamayan bir eserde, pek kullanmasa da bu kavramın akla yatkın olduğunu kabul eder. Faşizmler üzerine Almanca’da günümüzde bulunabilen tek eserin Lehçeden çevrilmiş olması anlamlıdır: Jerzy W Borejsza’nın Schulen des Hasses’i.

Entelektüel ortam içinde bu değişimi gösteren bir başka işaret, faşizm kavramının yaygınlaşmasına en fazla katkıda bulunmuş kişinin de bu kavramı terk etmiş olmasıdır: Nolte, Faşizmi Avrupa çapında bir olgu olarak yorumladığı ve üç temel varyantını İtalya’da Mussolini rejimi, Alman nasyonalsosyalizmi ve Action Françaisetahlil ettiği iddialı bir kitap sayesinde 1960’lı yılların başında ünlenmiş Nolte, günümüzde nasyonalsosyalizmi, “tarihseltürsel” bir açıklama getirmeye çalıştığı totalitarizm olarak nitelemeyi tercih etmektedir.

Enzo Traverso

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz