Osmanlı gayrı-resmi tarihin önemli aktörü: Şeyh Bedreddin

“Bir yere ulaşabilirliğin ilk adımı, olduğunuz yerde kalamayacağınıza karar vermektir.” [1]

Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak
Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Âl Osman ülkesinde esen
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi.
Köylünün göz nuru zeamet
alın teri timar idi. *

“Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Demek ki; dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır,” diyen Şeyh Bedreddin hakkında söz etmek, gerekli ve önemli…

“Gerekli” çünkü bugünü geleceğe taşırken “geçmiş” vazgeçilmemesi gereken bir “dinamik”tir…

“Önemlidir” çünkü o bir “ortaklaşmacı”dır; bu yanı radikal sosyalistler için öne çıkarılması gereken bir “yön”dür..

İşte bunlardan ötürü her şey, Esat Korkmaz’ın ifade ettiği üzeredir: “Bedreddin tarihi, bir karşı tarih, bir yasaklı tarihtir. Onu anlayabilmek ya da yazabilmek için karşı tarafa, yasaklı tarafa geçmek zorunludur. Karşı tarafa, yasaklı tarafa geçmek, tersine dönüşümü gerektirir.”[2]

Tarihsel Zemin

1400’lü yıllardaki Moğol istilası Anadolu’da henüz yok olmamış dayanışmacı gelenek ve göreneklerin canlanmasına da neden oldu. Bir bakıma Bedreddin isyanı, Anadolu ve Rumeli köylülerinin, zanaatkârlarının baskı ve sömürüye karşı bir hak arayışı oldu. Kısa sürede on binlerce yoksulun, din ve mezhep farklılığına rağmen, bir amaç uğruna birleşmesinin nedeni de bu ağır sömürü şartlarıdır.

Werner’e göre Bedreddin, Osmanlı tarihinin en müstesna şahsiyetlerinden biridir. Çünkü o, tek bir isyanla tüm Avrupa’da ayaklanmış köylü ve zanaatkârdan fazlasını ölüm pahasına peşinden sürüklemiştir.[3]

Osmanlı dönemindeki ayaklanmalar ve iktidar kavgaları, devletin derin krizini de ortaya çıkardı. Börklüce ve Bedreddin isyanı bu krize verilmiş bir yanıttı. Werner’e göre, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa’dan farklı bir siyasi amaç güder. Şeyh Bedreddin bir Osmanlı ıslahatçısıydı ve siyasi bir vizyona sahipti. O, Börklüce gibi Osmanlı düzenini yıkmayı değil, reformlarla dönüştürmeyi amaçlıyordu. Bedreddin’e göre Balkanlardaki fethedenlerle, fethedilenler bir siyasi amaçta birleştirilmelidir.

Hıristiyan Katolik Avrupa’nın karşısına Güney Avrupa’yı da içine alan Müslüman-Ortodoks bloğu çıkmalıdır. Werner’e göre o gün açısından böyle bir siyasi ittifakın gerçekleşme şansı vardı. Bu bir hayal değildi, çünkü Ortodoks Hıristiyanlarla, Müslüman Türkleri siyasi bir potada birleştirmek, her iki halkın da çıkarınaydı.

Ancak Bedreddin’in “hümanizm düşüncesi, İslâmiyet ile Hıristiyanlığın gerilim sahasında alevleniyordu… İmparatorluk krizinin gölgesinde, fethedenlerle tabi kılınanların; ‘müminler’ ile ‘kafirlerin’; Türkler ile Yunanların ve Slavların birlikte nasıl yaşayıp hareket edecekleri sorusunun cevabı olarak ortaya çıkıyordu… Bu düşünce, iki adamda maddi zora dönüşecek ve yalnızca hizmet ve itaat etmek için eğitilmiş olanlardan on binleri, aylar boyunca efendilerinin dizginsiz keyfiliğinden kurtaracaktı. Daha yarın değil, ama öbür gün başlayacak yeni bir devrin esintisini hissettiyorlardı. Onlar, şimdiden eski dünyanın güçlerini dehşete düşüren yeni bir çağın eşiğinde duruyorlardı.”

Bu zeminde Bedreddin’in 1411 yılında Musa Çelebi’nin kazaskeri olması, 1420 yılında Prens Mircea tarafından saygıyla karşılanıp konuk edilmesi, isyana çok sayıda akıncı subayın, Türk göçmenlerin ve Hıristiyan kitlelerin katılması, Bedreddin’in halklara ütopik olmayan bir alternatif sunabildiğini de gösterir.

Börklüce ise sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum düşlüyordu ki bu, o gün açısından bir ütopyaydı. Börklüce Mustafa’nın “yarın yanağından gayrı paylaşmak her şeyi” şiarını ülkü edinmiş “tüketim komünizmi”, tarihsel olarak daha başından itibaren yenilmeye mahkûmdu.[4]

Neydi(ler) Kimdi(ler)

Osmanlı tarihi, tarih kitaplarında paketlenerek sunulduğu gibi değildir. O “kahramanlıklarla” dolu resmi tarihin, göz ardı edilen gerçek bir yüzü vardır ki, bu da ezilenlerin-mağdurların gayrı-resmi tarihidir.

Şeyh Bedreddin de, o gayrı-resmi tarihin önemli aktörlerindendir.

Kesin olmamakla birlikte Şeyh Bedreddin 1365 yılında Simavna kasabasında doğmuştur.

Eğitimine de Edirne’de başlamıştır. Buradan Bursa ve Konya’ya geçerek eğitimini tamamlar. Osmanlı’nın taht kavgalarının yoğun olduğu bu dönemde Çelebi Mehmet’in tahtı ele geçirmesiyle Şeyh Bedreddin İznik’e sürgüne gönderilir. Burada dönemin iktidarına karşı örgütlenme faaliyetleri sürdüren Bedreddin, sevgiyi, insanın bütün kötülüklerden kurtulması, yücelmesi ve Tanrı katına yükselmesi olarak anlar. Eşitlik ve kardeşlik düşüncesini hep ön planda tutar.

Savunduğu görüşleri Anadolu’da kısa zamanda ciddi bir etki yaratır ve taraftar toplar. Bunda en önemli rol de Şeyh Bedreddin’in müritlerinden özellikle Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’indir.

Anadolu’nun değişik kentlerinde örgütlenme çalışmaları yapan bu insanlar Şeyh Bedreddin’e oldukça insan kazandırmıştır. Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise, Manisa’da Osmanlı ordusuna karşı direnişler gerçekleştirmektedir.

Bu örgütlenmeleri ve direnişleri Nâzım usta ‘Şeyh Bedreddin Destanı”na yansıtır şu dizelerle: “Bedreddin gülümsedi./ Aydınlandı içi gözlerinin, dedi:/ -Mademki bu kerre mağlubuz/ Netsek, neylesek zaid./ Gayrı uzatman sözü./ Mademki fetva bize aid/ Verin ki basak bağrına mührümüzü…”

Şeyh Bedreddin’in sosyal mücadelenin önemli motiflerinden oldu…

Oldu çünkü Şeyh Bedreddin, bütün dinleri birleştirecek ideal bir mistik devlet uğruna, dinsel biçimciliğe, saltanata ve ekonomik ayrımcılığa karşı çıktı, bunun için isyan etti…

Söz konusu karşı çıkışın dibacesi, Şeyh Bedreddin’in en tanınmış eseri Vâridât’tır. Vâridât, tasavvuf terminolojisinde “ilahi ilhamlar, Tanrı’nın gönüle ilettiği bilgiler ya da gönüle doğan esintiler” anlamına gelen çoğul bir kelimedir.

Mart 2003 tarihli Bilim ve Ütopya dergisinde de yazdığı gibi Vâridât’ta bazı yerlerde bu âlemden ayrı, soyut bir “Allah” kavramına inanıldığını gösteren şeyler de anlatılır. Ayetlerden bahsedilirken “Yüce Allah buyurmuştur ki” ifadesi kullanılır. Allah’ın peygamberler gönderdiği ve bu peygamberlerin ve onlara gelen vahyin hak olduğu ifade edilir. Bazı yerlerdeyse, Allah’ın bu âlemin kendisinden başka bir şey olmadığı fikri yansıtılır. “Ezeli ve ebedi olan bu âlemde her şey odur. O da her şeydir. Bu sebeple biri ‘Ben Allah’ım’ dese, her şey onun cevherinden meydana geldiği için doğru söylemiş olur… Allah’ın zuhura, yani görünmeye meyli vardır. Allah’ın zuhuru ise insandadır. Çünkü en güzel suret insanındır. Nasıl insanın tek tek organları insan olmayıp ancak hep birlikte insanı teşkil ediyorsa, bu âlemdeki tek tek hiçbir şey de Allah değildir, ama bütünü Allah’tır. Bu yüzden Allah’ın iradesi, âlemdeki varlıkların kabiliyetleri çerçevesinde cereyan eder…”

Vâridât’a göre cin, melek, şeytan denilen şeyler, gerçek varlıklar değildirler. Maddede oluşan her değişme, maddenin kendinde bulunan niteliklerin ve kuvvetlerin sonucudur. Ruh da maddenin bileşimi gereğidir, bileşim bozulunca ortadan kalkar. Dolayısıyla, ölen insan, bir daha eski biçimiyle dirilmez. Öbür dünya ve orada cennet ve cehennem yoktur, ikisi de bu dünyadadır. Esasında cennet insana sevinç, huzur veren hâllerdir, cehennem ise sıkıntı, acı ve keder veren durumlardır.

Yine, Bilim ve Ütopya dergisinde de belirtildiği gibi Vâridât’ın tahrifata uğramış olabileceği olasılığını da göz ardı etmemekle birlikte, bu görüşlerin tam anlamıyla materyalist bir yaklaşımın ürünü olduğunu söylemek gerekir. Eğer bunlar hakikâten Şeyh Bedreddin’in ifade ettiği biçimde, bozulmadan kaydedilmişlerse, bu takdirde yalnızca bunlar dikkate alındığında, karşımıza hakikâten İslâmiyetin telkin ettiği bir biçimde ne Allah ne de ahiret hayatına inanan bir Şeyh Bedreddin çıkar. İşte onu çoğu Osmanlı ulemasının, hatta sufiyyesinin bile gözünde asırlarca zındık (Allah’a inanmayan) ve mülhid (Tanrı yolundan çıkmış) yapan bu fikirlerdir. Özet olarak, Vâridât’ın ana konusu panteizmdir (kamutanrıcılık). Evrendeki bütün varlıkların, salt (mutlak) varlık olan Tanrının görüntülerinden başka bir şey olmadıkları ispatlanmaya çalışılmıştır.

Felsefi Görüş ve Değerleri

Burada konuya ilişkin bir parantez açıp, şunları da eklemek gerek: Şeyh Bedreddin’i bir ayaklanma önderi olmasının ötesinde derin felsefi görüşleriyle çağına göre çok ileri bir düşünce adamıdır.

Esat Korkmaz’ın da belirttiği üzere O, “Aydınlanma dünyasında: Gökyüzünden yeryüzüne indirildiğine inanılan Tanrı buyruklarına göre bedenleşen ve egemenin güdümünde canavarlaşan insana karşı üretici/yaratıcı insanı; konuşan Tanrı durumunda ve halk kimliğinde kişilendirdi. Bu potada, yani mazlumlar katında 72 milleti eritti; bir yaptı. İnsan-evren-Tanrı sorununu yeniden irdeledi: İnancın yerini akıl aldı. İnanca dayanan tanrıbilimin karşısına, inancı aklın denetimine veren Bâtini felsefeyi yerleştirdi. Tanrı-evren sorunu inanç sorunu olmaktan çıktı, bir insan sorunu durumuna geldi.”

Ayrıca “Bedreddiniler, tasavvufi maya biçiminde algıladıkları hümanizmi, egemene yönelik isyanla bugünlere taşıdılar.”

Özellikle Bâtini inancı ve düşüncesi çevresinde Bedreddinilik’i yorumlarken sürekli karşıtı (Sünni Ortodoks inancı) ile ilişki ve çelişkisini göz önüne seren Esat Korkmaz, bu iki tasarımın Tanrı inancını karşılaştırarak temel ayırıcı özelliklerini ortaya koyarken şunlar der: “Sünni Ortodoks inançta Tanrı, âlemden ayrı ve mutlak yaratıcıdır. Bâtinilik ise Tanrı’yla âlemi birleştirir; Tanrı âlemin belirişidir; Tanrı’nın görünüşe çıkmış biçimi olarak algılanan âlem, Tanrı’nın kendisidir. Bu nedenle insan âlem-i sugra (küçük âlem); Tanrı ise âlem-i ekber (büyük âlem)dir. Ortodoks inancın varlığı, yaratan ve yaratılan diye ikiye ayırmasına karşın, Anadolu Bâtiniliği varlığı bir bütün olarak görür. İkilik ortadan kalkar, doğada görülenler Tanrı’nın tecellisidir ve ancak onunla vardır; yaratan da yaratılan da birdir. Bir yaratma değil, bir belirme söz konusudur. Her şey Tanrı’dır; demek ki yaratan da yaratılan da yoktur; sadece bir tanrısal varlaşma vardır; maddesel dünya, tanrılık varlığının görünümüdür.”[5]

Aslı sorulursa Bedreddini hareketin önem, Yahudi ve Hıristiyan toplulukları üzerindeki etkisi ve birleştiriciliğidir. Yani XIV.-XV. yüzyıllarda Batı Anadolu’da yaşayan Yahudilerin Bedreddin-Börklüce ve Torlak Kemal’in temsil ettiği Bâtini-heterodoksi hareket, Hıristiyan-Yahudi ve Müslüman toplulukları bir araya getirebilmiştir.

Ernst Werner’in de ifade ettiği üzere, “Bedreddin, geniş çaplı hoşgörü düşüncesiyle, Türkler ve yerli halk arasında bir kaynaşma sağlamak istiyordu. Dinlerin eşitliği ilkesini bu amaçla yayıyordu. Ama burada, sadece dinsel alandaki ayrımcılığın değil, siyasal alandaki ayrımcılığın da terk edilmesi söz konusuydu. Şeyh, bir Latin-Grek kiliseler birliği düşüncesine karşı bir İslâm-Hıristiyan toplumları senteziyle çıkıyordu. Böyle bir toplumda dinsel ve etnik sınırlar kalmayacaktı. Yöneten ve yönetilenleri bağlayan ortak çerçeve hoşgörüydü, hümanizm düşüncesiydi.”

Börklüce Mustafa’nın düşüncesinin Şeyh Bedreddin’inkinden farklı olduğunu vurgulayan Werner; “Mustafa’nın radikal devrim yolu (…) köylü ve göçer grupların militan ideolojisi hâline geldi. Mustafacılarda din eşitliği istemi sosyal eşitlik istemine dönüştü. Eşitlik düşüncesi, peygambercilik akımları Mesih (mehdi) rolünü nasıl benimsiyorsa mehdiliğe de aynen o şekilde soyunuyordu, çünkü eşitliğe giden kurtuluş yolunu ancak tanrının koruduğu bir önder ya da mehdi açabilirdi. Kurtuluşa doğru yükselen ilk safhayı bir ölçüde Mustafacılar üstlendiler, Mehdi’yi böylece duruma müdahale etmeye zorladılar” diye yazar.

Komünist hareketinin önemli isimlerinden Hikmet Kıvılcımlı’ya göre, “Simavnalı Şeyh Bedreddin Mahmud Rumî (1359-1420), yalnız Türkiye devrim tarihinin değil, bütün insanlık için sosyal devrim tarihinin en ilgi çekici büyük kahramanıdır: Şeyh’in zamanına dek medeniyetler, dıştan gelme barbar akınlarının tarihsel devrimi ile yıkılırlardı. Şeyhin zamanındaki Aksak Timur akını o çeşit dıştan yıkıcı tarihsel devrimlerin en sonuncusuydu. Sosyal devrim imkânsız olduğu için muazzam bir medeniyetin yıkılışı antik destanlarda ‘tufan’, dinlerde ‘kıyamet’ adını alıyordu. Şeyh Bedreddin bu şuursuz medeniyet yıkılışları yerine, insanlığın biricik ve sürekli gelişimini sağlayacak şuurlu devrimi, başka deyimle: Tarihsel devrim yerine sosyal devrimi geçiren en şuurlu ve en orijinal büyük devrimcidir. O bakımdan, sosyal devrimler çağı demek olan modern çağın ilk en önemli müjdecisidir.”

“Şeyh Bedreddin ayaklanmasının dinsel-ideolojik niteliğinin sınıf savaşımının özgül biçimlerinden biri olarak yorumlanması” gerektiğini söyleyen Nedim Gürsel, “Anadolu, hatta tüm İslâm tarihi boyunca, yoksul halk kitlelerinin eşitlik özleminin Mehdî inancında ifadesini bulmasına işaret ediyor. Şeyh’i Alman köylü önderi Thomas Münzer ile kıyaslayan Gürsel, bizi evrenselci bir perspektife yönlendirir: “Münzer gibi Bedreddin’in de öbür dünyaya inanmadığını, cennet ve cehennemi yeryüzünde aradığını, cenneti iyilik, cehennemiyse kötülük olarak nitelendirdiğini, üstelik bütün bu gerçekleri hadisle tanıtlamaya çalıştığını biliyoruz. Münzer’in tümtanrıcı görüşleri, Bedreddin’in tasavvuf anlayışında ölümden sonra ruhun dirilemeyeceği inancına, yani maddeciliğe bırakır yerini. ‘Cisim ortadan kalkarsa, ne ruhlardan ne de başka soyut varlıklardan bir iz kalır’, diyecek kadar çağının ilersindedir Bedreddin.”

Konuya ilişkin olarak Nedim Gürsel, “Thomas Münzer, Şeyh Bedreddin ve Nâzım Hikmet” başlıklı yazısında Münzer için şunları yazar: “Thomas Münzer’in felsefi ve tanrıbilimsel (theologique) öğretisi yalnızca Katolikliğin değil, tüm Hıristiyanların temel ilkelerini hedef alıyordu. Hıristiyanlık adı altında kimi zaman tanrıtanımazlığa dek yaklaşan tümtanrıcı (pantheiste) görüşler öne sürüyordu.”

Gürsel’in de söylediği gibi Münzer, Kutsal-Ruh’u usun ta kendisi olarak görüyor ve işte bu nedenle cenneti öbür dünyada değil, içinde yaşadığımız gerçek dünyada aramak gerektiğini söylüyordu. İnanç sahibi kişilerin başlıca görevi, gönüllerine doğan Tanrı çağrısına uyup cenneti yeryüzünde gerçekleştirmek olmalıydı. Öbür dünyada ne cennet vardı ne de cehennem.

Şeytansa insanların içindeki kötülüklerden, onların doymak bilmez isteklerinden başka bir şey değildi. Münzer’e göre cennet her türlü özel mülkiyet ve sınıf ayrımının ortadan kalktığı, toplum üyelerine yabancılaşmış özerk devlet iktidarının bulunmadığı bir toplumdan başka bir şey değildi. Devrime katılmayan yetkenin varlığına son verilmeli, mallar ortak kullanılmalı, herkes emeğini ortaya koymalı ve toplumda tam bir eşitlik sağlanmalıydı.[6]

“Sonuç Yerine”: VÂRİDÂT’TAN

Vâridât’ın bir bölümünde aynen şunların kayıtlıdır:

“Tümün değişik biçimleri, yine tümün kendisindedir. Demek istiyorum ki, bütün varlıklar her şeyde vardır. Belki de her zerrede. Tohumda, bütün ağacın bulunduğu ve ağacın her yerinde tohumun oluştuğu görülmüyor mu? Çünkü ağaç tümüyle meyvede vardır. Tohumun da içinde ağacın bütünü vardır ki ağaç bundan türer. Bunun gibi varlıklar da asıllarında belirir. Bu asıl da bütünü ile bu varlıkların her birinde; her varlık zerrede… Bütün aşamalar, cisimler âleminde toplanmıştır. Cisim ortadan kalkarsa ne ruhlardan ne de başka soyut varlıklardan bir iz kalır.

Ağacın ‘Ben kendim Tanrı’yım’ demesi, insan için bir uyarmadır. Bunu insan söylerse yadırganmamalı, hatta daha doğru görülmelidir. Evren onun sureti olunca ‘Ben oyum’ diyen herkes doğruyu söylemiş olur. Çünkü bu sözü söyleyen parçaya değil, evrenin suretine bürünen varlığa işarettir…”

Bunun yanında Şeyh Bedrettin 600 yıl öncesinden bize: “Tanrı buyruğu, Onun özü gereğidir; sözle, harflerle, Arapça ya da başka bir dille açıklanacak türden değildir. Kalem, bütün nesnelerin gerçeğidir; nesneler ortaya çıkış anında, kendi varlığına ne türden görünecekse onu yazmaktadır. Huriler, köşkler, yemişler ve bunların benzerleri yalnızca düş ülkesinde vardır; duyu âleminde yoktur, anla artık. Cin de böyledir; adından da anlaşılır böyle olduğu, duyularla ilgisi yoktur. Oysa gören kimse, onu âlemde varmış sanır; gerçek öyle değildir, o düş gücüyle vardır ancak” (Vâridât-3) diye seslenebilmektedir.

Bu bilgelik; “Peygamberler, çocukların velileri gibidir. Çocukları yetiştirmek isteyen veliler, onları olmayacak işlerle korkutur, olmayacak nesnelere umut bağlatırlar” (Vâridât-18) diye sürdürür sözünü.

Bedrettin, bilgeliği yanında örgütçü, örgütçülüğü yanında isyankâr bir halk önderi. Yaşadığı çağın vicdanı olmuş, bireysel seçimini rahatlıkla saray yaşamından yana yapabilme olanağı varken ezilenlerin dünyasını tercih etmiş, bu tercihteki kararlılığını idam sehpasında da sürdürmüş bir eski zaman devrimcisiydi.[7]

Onun hakkında Mahir Çayan da şöyle diyordu: “Sosyal devrimde belirleyici rolü sadece ihtilalci inisiyatif oynamaz. Tarihi kahramanlar değil, kahramanları tarih yaratır. Devrimler tarihi, iktidarı ele geçirmesine rağmen, objektif şartların yetersizliğinden dolayı (her çeşit kahramanlığına rağmen) ihtilalci inisiyatifin hüsranla sonuçlanması ile doludur. Münzer hareketinden, Şeyh Bedreddin ve Paris Komünü’ne kadar tarih, o yaşanılan devrin maddi temelleri ile uygunluk içinde olmayan ihtilalci inisiyatifin mağlubiyetlerine sahne olmuştur.”

Tarihine altın harflerle adını yazdıran Şeyh Bedreddin ve yoldaşları dünyanın ilk devrimcilerindendir. Onlar bir felsefe çerçevesinde örgütlenip amaçlarını, gerçekleştirmek için harekete geçmişler ve sonunda yenilmişlerdir. Ancak onların bıraktıkları mirasın değeri hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar değerlidir.

Ve nihayet Şeyh Bedreddin’in şu iki sözü onun felsefesini çok iyi özetlemekte ve anlatmaktadır:

“Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Demek ki; dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.”

“Tarih, gelecek için kavga verip, yitmiş bile olsa, insanlık için vuruşanları hiç unutmaz.”

Şeyh Bedrettin – Temel Demirer

N O T L A R_______________________
[*] Şeyh Bedreddin destanı Nazım Hikmet
[**]Esmer Dergisi, No:41, Temmuz 2008
[1] John Morgan.
[2] Esat Korkmaz, Şeyh Bedreddin ve Varidat, Anahtar Kitaplar, 2007, s.50.
[3] Ernst Werner, Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa, çev: Hakan Sevin, Kaynak Yay., 2006.
[4] Sadık Usta, “Yârin Yanağından Gayrı”, Radikal Kitap, Yıl:5, No:311, 2 Mart 2007, s.20.
[5] Esat Korkmaz, yage, s. 48-49-56.
[6] Ernst Werner-Hikmet Kıvılcımlı-Nedim Gürsel-Ali Yaman-İsmail Kaygusuz-Yağmur Say-Barış Çoban, Tarih-Ütopya-İsyan Şeyh Bedreddin, Hazırlayan: Barış Çoban, Su Yay..
[7] Erdoğan Aydın, “Şeyh Bedrettin’in Işığında”, Cumhuriyet Kitap, No:913, 16 Ağustos 2007, s.24.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz