“Semen est Sanguis” Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta Kan (1. Bölüm)

Ortadoğu kökenli din ve inanışlar içinde kan fenomenine sıkça rastlanmakta, bazı hallerde bu fenomenin söz konusu din ve inanışların odağına kadar taşındığı görülmektedir.1 Örneğin Eski Mısır mitolojisinde kan, gök tanrıçası Nuth’un her sabah güneş tanrısı Re’yi doğurmasına eşlik eden tan kızıllığı olarak yorumlanmaktaydı. Güneşin doğuşu sırasındaki kızıllık, Re’nin doğumu sırasında akan kan olarak görülüyordu.2
Öte yandan Sümer yaratılış mitosu Enûma Eliş’te tanrı kanının, insanın yaratılışında temel öğe olarak kullanıldığı görülmektedir: Yarattıklarından sıkılarak onları yok etmek isteyen “ilk öncel” tanrı Apsu’nun, tanrı Ea tarafından öldürülmesi üzerine Apsu’nun eşi Tiamat, Ea’ya karşı gelecek, Ea’nın Apsu’dan olan oğlu Marduk bunun üzerine Tiamat’ı öldürerek onun bedeninden yeri ve göğü yaratacaktır. Bunun üzerine Marduk, insanoğlunun yaratılması için, Tiamat’a bağlı olup da artık köle durumuna düşmüş olan tanrılardan birinin kurban edilmesini isteyecektir. Kurban edilmesine karar verilen ve Ea’nın hükmüyle damarları kesilerek öldürülen tanrı Kingu’dur: “Bağladılar Kingu’yu, Ea’nın önünde tuttular; ceza verdiler ona, keserek kanını(n ana damarlarını). Kanından yarattılar insan soyunu” (Tablet VI).3

Destanda ifade edildiği şekliyle “insan soyu”nun tanrı kanından, yerin ve göğünse tanrı bedeninden yaratılması, dünyevi ve insani varoluşun tanrısal özünü yansıtması bakımından son derece dikkat çekicidir.4 Özellikle insanın kandan yaratılmış olması, nakledilmiş en eski Ortadoğu mitoslarından birisi olan Enûma Eliş’te dahi “kan” fenomeninin insan varlığıyla ne kadar özdeş tutulduğunun bir göstergesidir. İnsan-kan ya da varlık-kan özdeşliğinin özellikle Yahudilikte dini akide noktasına kadar çıkartılması, bu açıdan bakıldığında şaşırtıcı gelmemektedir.

Yahudilikte Kan

Yahudilikte “kan”ın (dam) fıtri öncelliği, Enûma Eliş’teki kadar aşikâr bir metin/ayet halinde nakledilmemişse de İbrani Kitabı Mukaddesi’nde (Tanah) kanla ilgili hükümler, bu öncelliğin önemini gayet açık biçimde ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Tevrat’ta (Tora) kan, canlılara yaşam veren öğe olarak ifade edilmektedir: “Çünkü canlılara yaşam veren kandır. Bundan dolayı İsrail halkına, hiçbir etin kanını yemeyeceksiniz, dedim. Çünkü her canlıya yaşam veren kandır. Onu yiyen halkın arasından atılacaktır” (Levililer/Vayikra 17: 14).5 Bu hükmü tamamlayan ikinci bir emir, Yasa’nın Tekrarı/Devarim’de yer almaktadır: “Ama kan yememeye dikkat edin. Çünkü ete can veren kandır. Etle birlikte canı yememelisiniz” (Yasa’nın Tekrarı/Devarim 12: 23).

Bu iki emirden elde edilebilecek dinsel doktrini şu şekilde özetlemek mümkündür:

• Tüm canlılara yaşam veren kandır.
• Ete can veren kandır.
• Etle birlikte can yenmemelidir.
• Et (beden) ile can (kan) arasında fıtri bir fark, varlıksal bir ayrım vardır.
• Fıtri ayrımın yaratıcısı Tanrı’dır.
• Kanın ve canın sahibi Tanrı’dır.
Çıkarsanan bu son akide, Kayin ve Evel/Habil anlatısında bir hüküm şeklinde ifade edilmiştir: “Kayin, kardeşi Evel’e (bir şey) söyledi. Sonra, kırdayken Kayin, kardeşi Evel’e karşı kalktı ve onu öldürdü. Tanrı Kayin’e ‘Kardeşin Evel nerede?’ diye sordu. ‘Bilmiyorum’ diye cevap verdi (Kayin). ‘Kardeşimin bekçisi miyim ben?’ Tanrı ‘Ne yaptın?’ dedi. ‘Kardeşinin kanının sesi topraktan Bana doğru haykırıyor. Şimdi sen, kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açan topraktan daha da lanetlisin. Toprağı işlediğin zaman, artık sana kuvvetini vermeyecek. Dünyada göçebe ve yalnız olacaksın’ ” (Yaratılış/Bereşit 4: 8-12). Buna ek olarak: “Diğer yandan; kendi yaşamınızın kanının hesabını soracağım. [Ayrıca bu tür bir] Hesabı her vahşi hayvanın elinden soracağım. [Her bir] İnsan hayatının hesabını, insanın elinden – [hatta] insanın kendi kardeşinin [bile] elinden – soracağım. İnsan kanı döken kişinin kanı, [yine] insan tarafından dökülecektir, çünkü Tanrı, insanı Kendi görüntüsünde yapmıştır” (Yaratılış/Bereşit 9: 5-6).

Tanrı’nın insanı kendi suretinde yaratması ile kardeş kanı dökmenin, yani insan öldürmenin, cezasının ölüm olması arasındaki ilişki, Yaratan ile Yaratılan arasındaki ousia (töz) özdeşliğine işaret etmektedir ki, bu özdeşliği en ileri noktasına kadar götürüp işleyen Hıristiyanlıktaki homoousia (eştözlülük) akidesi olacaktır. Bu konuya Hıristiyanlık bahsinde geri dönülecektir.
Kayin ile Evel anlatısından çıkarsanabilecek inanç akideleri, teolojik açıdan son derece yoğundur. Yukarıdaki dinsel doktrin sıralamasının sonuncusu olan “kanın ve dolayısıyla canın sahibi Tanrı’dır” hükmü, bu anlatının birinci ve doğrudan sonucudur. Ancak anlatıdaki vurgular ve sözcük seçimleri bu sahnenin önem ve ciddiyetini bir o kadar artırmaktadır. Göze çarpan ilk husus, Kayin’in Evel’i öldürmesinden sonra Tanrı’nın Kayin’e yönelttiği sorudur: “Kardeşin Evel nerede?” (4: 9). Evel’in katledilmiş olduğunu bilememe gibi bir durum olamayacağına göre Tanrı, burada Kayin’den âdeta hesap sormaktadır. Buradan çıkarsanacak olan, Tanrı’nın her şeyi bilmesine karşın, insan edim ve davranışlarının hesabını sorması, insanı edimlerinden sorumlu tutmasıdır. Kayin’in bu soru karşısındaki cevabı kaçamak ve yalandır: “Bilmiyorum” (4: 9). Oysa Kayin, Evel’e ne yaptığını pekâlâ bilmektedir, çünkü onu kasten öldürmüştür. Buradan çıkarsanak diğer bir nokta, her edim ve davranışın kaydedileceği, hesap vermekten kaçınmanın imkânsız olacağıdır.

Bu kısa sorgulama faslından sonra Tanrı’nın verdiği tepki son derece ilginç ve önemlidir: “Ne yaptın?” (4: 10). Sorunun içerdiği dehşete düşmüşlük ve inanamama duygusu, Kayin’in işlediği günahın boyutlarını yansıtır niteliktedir. Kardeş katili Kayin’in yaptığı, Tanrı’nın dahi dehşete düşmesine neden olmaktadır. Çünkü insanın insanı öldürmesi, tüm yaratılış planına ters olduğu gibi, yaratılış içerisinde böyle bir seçeneğin bulunması ve Âdem’in oğullarından birinin diğerini öldürmesi, yani bir katlin “daha” ikinci insan neslinde gerçekleştirilmesi, bu planda hesap vermenin de bulunması gerektiğinin göstergesidir. Zaten bunun özetini, Tanrı’nın sarf ettiği ikinci cümle vermektedir: “Kardeşinin kanının sesi topraktan Bana doğru haykırıyor” (4: 10). Tanrı’nın bedene can vermesi için yarattığı ve Kayin’in akıttığı kan, insan fıtratının bir diğer öğesi olan toprak (“Tanrı, adamı toprağın tozundan şekillendirdi”; 2: 7a) tarafından kabul edilmemekte ve buradan Tanrı’ya haykırmaktadır. Buradan çıkan sonuç, yaratılan her şeyin bir ahenk içinde olduğu, bu ahenk ya da bütüne ters bir edim veya harekette, yaratılanın buna karşı Tanrı’ya haykırdığı, ona “ses”lendiğidir. Buradaki ses, ontolojik bütünlüğün ahenginin çağrısıdır. Bu açıdan bakıldığında, “toprağın seslenişi” ve “kanın sesinin topraktan haykırması” imgesi son derece çarpıcı bir metafordur. İnsan kanının toprağa akıtılmasıyla toprağa ve Tanrı’ya karşı işlenen suç dolayısıyla toprak insanoğlu için artık lanetlenmiştir.

Anlatıda bunun ifadesi, “Şimdi sen, kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açan topraktan daha da lanetlisin”dir (4: 11). Toprağın “ağzını açması” çarpıcı bir imgedir: Toprak yutucudur, ama yuttuğu şey, ete can veren kan olduğu için insanoğlu lanetlenecektir. Toprağın yutuculuğu, kayıtsız bir emicilik değildir. Yukarıda sözü edilen öğelerin ahengi dikkate alınacak olursa, insan kanının toprağa karışması, toprağın ve dolayısıyla Tanrı’nın lanetini doğurmaktadır. Bu lanet iki boyutludur: Birincisi, insanın topraktan elde ettiği geçiminin artık zorlaşmasıdır (“Toprağı işlediğin zaman, artık sana kuvvetini vermeyecek”; 4: 12). Bilindiği gibi, Adam ile Hava anlatısında “Eden Bahçesinden Kovulma”yla sonuçlanan “Yasak Meyveden Yeme Edimi”, beraberinde insanoğlunun geçimini zorlaştıran bir laneti de getirmişti: “Adam’a ise ‘Eşini dinlediğin ve sana özellikle emrederek Ondan Yeme! dediğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lanetli olacak’ dedi. ‘Hayatının tüm günlerinde ondan (topraktan) ıstırapla yiyecek çıkartacaksın. Senin için diken ve çalı yeşertecek ve sen yabani ot yiyeceksin. Toprağa geri dönene kadar ekmeğini alnının teriyle yiyeceksin; çünkü sen ondan (topraktan) alınmıştın; çünkü tozsun sen ve toza geri döneceksin’ ” (Yaratılış/Bereşit 3: 17-19). Kayin’in kardeşini öldürmesiyle toprak bir kez daha lanetlenmiş, babası Adam’ın lanetlenmesine ek olarak daha şiddetli bir cezaya mahkûm edilmiştir. Bu ceza, toprakla insanoğlu arasındaki ilişkinin tamamıyla yabancılaşması anlamına gelecektir.

Kayin’in işlediği cinayet dolayısıyla toprağın lanetlenmesinin ikinci boyutu, insanoğlunun dünyadaki durumunu özetleyen yine son derece çarpıcı bir imgeyle sunulmaktadır: “Dünyada göçebe ve yalnız olacaksın” (4: 12). Buradaki “göçebe ve yalnız olacaksın” ifadesi, daha sonraları insanoğlunun “yersiz/yurtsuz”luğu üzerinde duran çağdaş felsefi analizlerin söylemini (özellikle de Heidegger’in unheimisch ve unheimlich kavramlarını ya da Deleuze/Guattari’nin “Kapitalizm ve Şizofreni” çalışmasındaki “göçebebilim” çözümlemelerini) önceler niteliktedir. “Göçebe ve yalnız” ifadesi, yerleşeceği sabit bir yurdu olmamak, yapacağı bir şeyi olmamak, amaçsızca dolanmak, boş olarak dolaşıp durmak, yanında kimsenin olmaması gibi anlamları dile getirdiğinden, kardeşi Evel’i öldürmesinden sonra Kayin’in lanetlenen toprak üzerinde (yeryüzünde, dünyada) yaratılış amacından çıkmış bir varoluşu sürdürmesi, savrulmuş bir oyalanma olarak burada var olması ve vaktinin (ömrünün) geçmesini ve belki de tükenmesini beklemekten başka bir çaresi olmamasını yansıtmaktadır.

İki cümle sonra Kayin’in “İşte bugün beni toprağın üzerinden sürdün ve ben Yüzünden gizlenmek durumundayım” (4: 14a) diye şikayet etmesi, dünyadaki yaşamda Tanrı’nın Yüzünden (iki anlamda: hem verdiği huzur, dinginlik; hem de huzurda bulunmak, Tanrı’nın yanında olmak) uzak olduğunu dile getirmektedir.6 Tanrı’nın Kayin’in bu yersiz/yurtsuzluğunu ortadan kaldırmaması için onun öldürülmesini (ve belki de kendi canına kıymasını) önlemek amacıyla sarf ettiği hüküm de, dünyadaki “lanetlenme sonrası varlığın” bir ceza olarak korunmasına yöneliktir: “Tanrı ona ‘Bu yüzden Kayin’i her kim öldürürse …! (Kayin) Yedinci nesilde cezalandırılacaktır” (4: 15a).7

Kayin ve Evel anlatısındaki kan dökme hadisesinin arka planında, Yahudilikte kan konusunun dini akidelere nasıl işlendiği, neden bu kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Canı Tanrı bahşettiğinden can O’nundur (“Yüzünü gizleyince dehşete kapılırlar, soluklarını kesince ölüp toprak olurlar. Ruhunu gönderince var olurlar, yeryüzüne yeni yaşam verirsin”; Mezmurlar/Teilim 104: 29-30). Kanın özü can olduğuna göre, kanın herhangi biçimde tüketilmesi (örneğin yenmesi ya da gıda ürünü haline getirilmesi) yasaktır. Tora’da bunlarla ilgili hükümler açıktır: “Hareketli her canlı size yiyecek olacaktır. [Artık] Size her şeyi, tıpkı yeşillik ve bitkiler gibi verdim. Ancak yine de bir hayvanın etini, o hayattayken yiyemezsiniz” (Yaratılış/Bereşit 9: 3-4). Buradaki “hayattayken” ifadesinin karşılığı “kanı canında bulunan et” olduğundan, dünya üzerindeki varoluşta etin nasıl yeneceğine dair bir sınırlama getirilmektedir. Etin yenilebilir olması için, hayvan belli biçimde kesilip kanından arındırılması gerekir (kaşer). Eti kandan arındırma tekniklerine (kaşerut) aşağıda değinilecektir.

Kaşer etle ilgili emrin ne kadar ciddi olduğu, İsrailoğulları’nın (Bene-Yisrael) Filistinliler’i savaşta yenmesinden sonra onların tüm hayvanlarını kanlarını akıtmadan yemesi üzerine Saul’ün Birinci Samuel/Şemuel’de aktarılan tepkisinden de görülebilir: “O gün İsrailliler, Filistliler’i Mikmas’tan Ayalon’a kadar yenilgiye uğrattılar. Ama İsrail askerleri o kadar bitkindi ki, yağmaladıkları mallara saldırdılar; davarları, sığırları, buzağıları yakaladıkları gibi hemen oracıkta kesip kanını akıtmadan yediler. Durumu Saul’a bildirerek, ‘Bak, askerlerin kanlı eti yemekle RAB’be karşı günah işliyor!’ dediler. Bunun üzerine Saul, ‘Hainlik ettiniz!’ dedi, ‘Hemen büyük bir taş yuvarlayın bana.’ Sonra ekledi: ‘Halkın arasına varıp herkesin öküzünü, koyununu bana getirmesini söyleyin. Onları burada kesip yesinler. Eti kanıyla birlikte yiyerek RAB’be karşı günah işlemeyin.’ O gece herkes öküzünü getirip orada kesti” (Birinci Samuel/Şemuel 14: 31-34). Birkaç cümle sonra Saul, söz konusu emrin ne kadar ciddi olduğunu bir kez daha vurgular: “İsrail’i kurtaran yaşayan RAB’bin adıyla derim ki, bu günaha yol açan oğlum Yonatan bile olsa kesinlikle öldürülecektir” (Birinci Samuel/Şemuel 14: 39).
Yasa’nın Tekrarı/Devarim’de, etin nasıl yenmesi gerektiğine ilişkin hükümler açıkça sıralanmıştır. Bunlar şöyledir:

• “Tanrınız RAB’bin sizi kutsadığı ölçüde, yaşadığınız kentlerde dilediğiniz kadar hayvan kesip etini yiyebilirsiniz. Dinsel açıdan temiz ya da kirli kişi, bu eti ceylan ya da geyik eti yer gibi yiyebilir. Ancak kan yemeyeceksiniz. Kanı su gibi toprağa akıtacaksınız” (Yasa’nın Tekrarı/Devarim 12: 15-16).

• “Ama kan yememeye dikkat edin. Çünkü ete can veren kandır. Etle birlikte canı yememelisiniz. Kan yememelisiniz; kanı su gibi toprağa akıtacaksınız. Kan yemeyeceksiniz. Öyle ki, size ve sizden sonra gelen çocuklarınıza iyilik gelsin. Böylece RAB’bin gözünde doğru olanı yapmış olursunuz” (Yasa’nın Tekrarı/Devarim 12: 23-25).

• “Sığır ve davarlarınızın içinde ilk doğan her erkek hayvanı Tanrınız RAB’be ayıracaksınız. Sığırınızın ilk doğan öküzüyle iş yapmayacak, sürünüzün ilk doğan koyununu kırkmayacaksınız. Siz ve aileniz her yıl Tanrınız RAB’bin önünde, O’nun seçeceği yerde onları yiyeceksiniz. Bir hayvanın özürü varsa, topal ya da körse, herhangi bir ciddi sakatlığı varsa, onu Tanrınız RAB’be kurban etmeyin. Bu durumdaki hayvanları kentlerinizde yiyebilirsiniz. Dinsel açıdan temiz ya da kirli kişi bunların etini ceylan ya da geyik eti yer gibi yiyebilir. Ancak kan yemeyeceksiniz. Kanı su gibi toprağa akıtacaksınız” (Yasa’nın Tekrarı/Devarim 15: 19-23).

Yasa’nın Tekrarı/Devarim’in yanı sıra Levililer/Vayikra’da da bu hususta açık hüküm ve emirler bulunmaktadır:
• “Hayvan yağı ve kan yemeyeceksiniz. Yaşadığınız her yerde kuşaklar boyunca bu kural hep geçerli olacak” (Levililer/Vayikra 3: 17).

• “İsrail halkına de ki, ‘İster sığır, ister koyun ya da keçi yağı olsun, hayvan yağı yemeyeceksiniz. Kendiliğinden ölen ya da yabanıl hayvanların parçaladığı bir hayvanın yağı başka şeyler için kullanılabilir, ama hiçbir zaman yenmemeli. Kim yakılan ve RAB’be sunulan hayvanlardan birinin yağını yerse, halkımın arasından atılacak. Nerede yaşarsanız yaşayın, hiçbir kuşun ya da hayvanın kanını yemeyeceksiniz. Kan yiyen herkes halkımın arasından atılacak’ ” (Levililer/Vayikra 7: 23-27).

• “İsrail halkından ya da aralarında yaşayan yabancılardan kim kan yerse, ona öfkeyle bakacağım ve halkımın arasından atacağım. Çünkü canlılara yaşam veren kandır. Ben onu size sunakta kendinizi günahtan bağışlatmanız için verdim. Kan yaşam karşılığı günah bağışlatır. Bundan dolayı İsrail halkına, sizlerden ya da aranızda yaşayan yabancılardan hiç kimse kan yemeyecek, dedim. İsrail halkından ya da aralarında yaşayan yabancılardan kim eti yenen bir hayvan veya kuş avlarsa, kanını akıtıp toprakla örtecektir. Çünkü canlılara yaşam veren kandır. Bundan dolayı İsrail halkına, hiçbir etin kanını yemeyeceksiniz, dedim. Çünkü her canlıya yaşam veren kandır. Onu yiyen halkın arasından atılacaktır. Yerli olsun, yabancı olsun ölü bulduğu ya da yabanıl hayvanların parçaladığı bir hayvanın leşini yiyen herkes giysilerini yıkayacak, kendisi de yıkanacak, akşama kadar kirli sayılacaktır. Ancak bundan sonra temiz sayılacaktır. Eğer giysilerini yıkamaz ve yıkanmazsa suçunun cezasını çekecektir” (Levililer/Vayikra 17: 10-16).

Tüm bu hüküm ve emirler, yaşanan Yahudi dininde kaşerut’a, yani “Tora’ya ve dinsel esaslara göre saptanmış çerçevede yer alan kurallara göre Museviler için yenmesi mübah olan yemeklerin hazırlanmasında göz önünde tutulması gereken hüküm ve gelenekler sistemi”ne8 dönüşmüştür. Kaşerut’a uygun olan gıdalara kaşer gıdalar denmekte olup, kaşerut’un temelinde bulunan ve yenmesi yasaklanan hayvanlar şunlardır:9

• Tüm sürüngen ve yumuşakçalar (suda ve karada);
• Pulsuz ve yüzgeçsiz balıklar;
• Kabuklu su hayvanları (ıstakoz ve karides gibi);
• Yırtıcı vahşi hayvanlar ve bunların öldürdüğü hayvanlar;
• Ayak toynakları yarık olan ve geviş getirmeyen hayvanlar (özellikle domuz);
• Geviş getiren fakat toynakları yarık olmayan hayvanlar (özellikle tavşan);
• Kaşer dahi olsa, hayvanların siyatik damarı gibi çıkarılması güç olan damarlarına sahip olan arka bölümleri (bu nedenle bonfile kaşer değildir);
• Kanatlı hayvanların yirmi dört çeşidi (akbaba, kartal, kuzgun, baykuş, yarasa gibi) ve bunların yumurtaları;
• Kan içeren her türlü yumurta;
• Kanatlı kanatsız tüm böcekler (sinek, arı, karınca gibi; çekirgeyle ilgili bazı farklı uygulamalar söz konsudur);
• Kurtlanmış, böceklenmiş meyve, sebze, tahıl, bakliyat.

Şehita olarak anılan hayvan kesme işlemiyle et, kaşer hale gelir. Şehita’nın belirli kuralları vardır. Şohet olarak isimlendirilen kasap, kalaf denilen çelik bıçakla hayvanı gereksiz acı çekmemesi için tek darbede şah damarından boğazlar ve damarlarındaki tüm kanın akıp toprağa karışmasını sağlar. Kesim sırasında şohet, şehita duası okur. Kesilen hayvanın iç organları hastalıklı olup olmadığını kontrol amacıyla incelenir. Sağlıklı bulunan hayvanların tüm kanı, yağı, damarları ve bazı organları ayıklanarak kaşer damgası basılır. “Tora’ya göre hayvanın kanı ‘can’ olarak sayıldığından, kaşer etin dahi yenmeden evvel kandan arındırılması gereklidir. Bunun için et önce yarım saat suya batırılır. Sonra tuzlanarak bir süre bırakılır ve daha sonra tekrar yıkanır. Et yanlışlıkla 24 saat kadar suda kalırsa, kanla pişmiş olur ve kullanılamaz. Keza, kesimden üç gün içerisinde suya batırılmadıysa, et tuzlamayla kaşerleştirilemez. Bu durumda doğrudan ateş üzerinde yakılarak kandan arındırılır.”10
Öte yandan etli ve sütlü yiyeceklerin birlikte yenmemesi de kaşerut’un önemli bir özelliğidir. Tora’da üç kez etli ve sütlülerin birlikte yenmemesi gerektiği hükmünün bulunduğu göze çarpmaktadır: “Oğlağı anasının sütünde haşlamayacaksınız” (Mısır’dan Çıkış/Şemot 23: 19b – Mısır’dan Çıkış/Şemot 34: 26b – Yasa’nın Tekrarı/Devarim 14: 21b).
Kan içeren etin yenmemesine ilişkin bu hüküm ve emirlere koşut olarak, kurban olarak kesilen hayvanların kanının ritüel amaçlarla kullanılmasına yönelik de çok sayıda emir bulunmaktadır. Örneğin kurban kanı:

• Tanrı’ya adanabilir (sunağa kan serpiştirilmesiyle: “Musa kanın yarısını leğenlere doldurdu, öbür yarısını sunağın üzerine döktü”; Mısır’dan Çıkış/Şemot 24: 6);
• Bağışlanma ve günahtan aklanma için kullanılabilir (“Nitekim Kutsal Yasa uyarınca hemen her şey kanla temiz kılınır, kan dökülmeden bağışlama olmaz”; İbranilere Mektup 9: 22);
• Bir antlaşmanın tasdik edilmesi amacıyla ve bu sayede tarafların “kan kardeşi” olması için kullanılabilir (“Musa gidip RAB’bin bütün buyruklarını, ilkelerini halka anlattı. Herkes bir ağızdan, ‘RAB’bin her söylediğini yapacağız’ diye karşılık verdi. Musa RAB’bin bütün buyruklarını yazdı. Sabah erkenden kalkıp dağın eteğinde bir sunak kurdu, İsrail’in on iki oymağını simgeleyen on iki taş sütun dikti. Sonra İsrailli gençleri gönderdi. Onlar da RAB’be yakmalık sunular sundular, esenlik kurbanları olarak boğalar kestiler. Musa kanın yarısını leğenlere doldurdu, öbür yarısını sunağın üzerine döktü. Sonra antlaşma kitabını alıp halka okudu. Halk, ‘RAB’bin her söylediğini yapacağız, O’nu dinleyeceğiz’ dedi. Musa leğenlerdeki kanı halkın üzerine serpti ve, ‘Bütün bu sözler uyarınca, RAB’bin sizinle yaptığı antlaşmanın kanı budur’ dedi”; Mısır’dan Çıkış/Şemot 24: 3-8).

Kan kardeşliği, İsrailoğullarının insanlar arasında tahayyül edebilecekleri en derin ilişkiyi temsil ediyordu.11 “Kan kardeşliği” konusunda İsrailoğulları’nın kendi kavmine mensup herkesi kardeş sayması önemlidir.

Bu noktada kan, ayrıca nesep ve akrabalık kavramıyla da yakından ilgilidir. Nesep ve akrabalık, ortak bir kana sahip olma olarak anlaşılmıştır. Evlenmeyle ya da eş seçmeyle ilgili kuralların ve ensesti önlemeye yönelik uygulamaların da söz konusu kan bağı dolayısıyla açıklanması gerekir. Genel bir kural olarak, doğrudan kan bağı bulunanlar ve yakın akrabalar birbirleriyle evlenemezler: “Hiçbiriniz cinsel ilişkide bulunmak için yakın akrabasına yaklaşmayacak. RAB benim. Annenle cinsel ilişkide bulunarak babanın namusuna dokunmayacaksın. O senin annendir. Onunla ilişki kurmayacaksın. Babanın karısıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Babanın namusudur o. Annenden ya da babandan olan, ister seninle aynı evde doğmuş olsun, ister olmasın üvey kız kardeşlerinden biriyle cinsel ilişki kurmayacaksın. Kızının ya da oğlunun kızıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü onların namusu senin namusundur. Babanın evlendiği kadından doğan kızla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o babandan olmadır, senin kız kardeşin sayılır.

Halanla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o babanın yakın akrabasıdır. Teyzenle cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o annenin yakın akrabasıdır. Amcanın namusuna dokunmayacaksın. Karısına yaklaşmayacaksın, çünkü o senin yengendir. Gelininle cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü oğlunun karısıdır. Onunla ilişki kurmayacaksın. Kardeşinin karısıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o kardeşinin namusudur. Bir kadının hem kendisiyle, hem kızıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Kadının kızının ya da oğlunun kızıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü onlar kadının yakın akrabasıdır. Onlara yaklaşmak alçaklıktır. Karın yaşadığı sürece onun kız kardeşini kuma olarak almayacak ve onunla cinsel ilişki kurmayacaksın” (Levililer/Vayikra 18: 6-18).

Görüldüğü gibi, doğrudan kan bağı (nesep) olmadığı halde, akrabalık ve evlenme dolayısıyla kurulan ilişkilerde bile (gelin, yenge, baldız gibi) evlenme yasaklarının getirilmiş olması, “kan bağı” ve “kan kardeşliği” kavramının ne kadar geniş biçimde anlaşıldığının göstergesidir.

Yine kan bağı kavramının bir uzantısı olarak “kan davası” (go’el ha-dam) konusu da, İsrailoğullarının titizlikle koruduğu bir husus olmuştur. Buna göre, öldürülen akrabanın kanı “yerde kalmayacak”, bunun intikamı alınacaktır. Çünkü bir canı alan kimsenin canı mutlaka alınmalıdır, bu Tanrı hükmüdür. O halde go’el ha-dam’ın icra edilmesi Tanrı’nın isteğini yerine getirmek anlamındadır. Örnek olarak: “Avner Hevron’a dönünce, Yoav onunla özel bir görüşme yapmak bahanesiyle, onu kent kapısına çekti. Kardeşi Asahel’in kanını döktüğü için, Avner’i orada karnından vurup öldürdü” (İkinci Samuel/Şemuel 3: 27). Öte yandan dökülen kanının intikamını almamak, Tanrı’nın gazabını beraberinde getirmektedir: “Davut’un döneminde, üç yıl art arda kıtlık oldu. Davut RAB’be danıştı. RAB şöyle yanıtladı: ‘Buna kan döken Saul ile ailesi neden oldu. Çünkü Saul Givonluları öldürdü’ ” (İkinci Samuel/Şemuel 21: 1). Buna göre, Givonluların akan kanı yerde kaldığı için Tanrı, İsrail halkına üç yıl art arda kıtlık belasını göndermiştir.12

“Kan parası” kavramının da yine aynı çerçeve içinde ele alınması gerekmektedir. Ancak adam öldürmenin cezası ölüm olduğu için, adam öldürme karşılığında kan parası ödenmesi gibi bir yola gidilememektedir: “Ölümü hak etmiş katilin canı için bedel almayacaksınız; o kesinlikle öldürülecektir. Sığınak kente kaçmış olan birinin başkâhinin ölümünden önce toprağına dönüp yaşaması için bedel almayacaksınız” (Çölde Sayım 35: 31-32). Öte yandan örneğin azgın bir boğanın saldırısına maruz kalıp ölen birisi için boğanın sahibi, eğer öldürülen tarafın yakınları isterse kan parası ödeyebilmektedir: “Ama saldırganlığı bilinen bir boğanın sahibi uyarılmasına karşın boğasına sahip çıkmazsa ve boğası bir erkeği ya da kadını öldürürse, hem boğa taşlanacak, hem de sahibi öldürülecektir. Ancak, boğanın sahibinden para cezası istenirse, istenen miktarı ödeyerek canını kurtarabilir” (Mısır’dan Çıkış/Şemot 21: 29-30). Yine başkasına bir kaza sonucu zarar verilmesi durumunda kan parası ödenebilmektedir: “İki kişi kavga ederken gebe bir kadına çarpar, kadın erken doğum yapar ama başka bir zarar görmezse, saldırgan, kadının kocasının istediği ve yargıçların onayladığı miktarda para cezasına çarptırılacaktır” (Mısır’dan Çıkış/Şemot 21: 22).

Kanla ilgili bu hüküm ve emirlerin yanı sıra kanın “aklayan” ve “kirleten” bir unsur olarak erkek (berit mila) ve kadınlara (nida) ilişkin Yahudi dininin önemli bir veçhesini meydana getirdiği görülmektedir.
Yahudi erkek çocuklarında doğumu izleyen sekizinci gün icra edilen dinsel bir ritüel ve bedensel bir müdahale olan berit mila (“sünnet akdi”, kısaca berit), tarihte ilk kez İbrahim/Avraam’a Tanrı akdinin bir nişanesi olarak emredilmiştir: “Sizinle ve ardından gelecek çocuklarınla aramdaki, korumanız gereken Antlaşmam şudur: İçinizdeki her erkeği sünnet edeceksiniz. Fazlalık derisini keseceksiniz. [Bu,] Sizinle aramdaki antlaşmanın işareti olacak. Nesilleriniz boyunca, içinizdeki her erkek, [ayrıca] senin soyundan olmayıp, gerek evde doğmuş, gerekse de bir yabancıdan parayla satın aldığın [her köle], sekiz günlükken sünnet edilecek. İster evinde doğmuş, isterse de parayla satın aldığın [her köle] kesinlikle sünnet edilmelidir. [Böylelikle] Antlaşmam vücudunuzda, ebedi bir antlaşma olarak bulunacaktır. Fazlalık derisini kesmeyen sünnetsiz bir erkeğin canı, halkının arasından kesilecektir – [çünkü] antlaşmamı ihlal etmiştir” (Yaratılış/Bereşit 17: 10-14). “Avraam, oğlu Yitshak’ı, Tanrı’nın kendisine emretmiş olduğu üzere sekiz günlükken sünnet etti” (Yaratılış/Bereşit 21: 4). “Çocuk sekizinci gün sünnet edilmeli” (Levililer/Vayikra 12: 3).

Tora’daki bu açık hükümler çerçevesinde berit, İsrailoğulları ile Tanrı arasındaki antlaşmanın bir işareti olup, sünnetsizlik (arel) dine ve Tanrı’ya karşı geliş kabul edilmektedir. Sünnetsiz bir erkek kirli kabul edilir. Aynı şekilde bir ağacın ilk üç yılında verdiği meyve de arel’dir ve bu yüzden yenmez: “Kenan ülkesine girdiğinizde bir meyve ağacı dikerseniz, ilk üç yıl meyvesini kirli ve yasak sayın, yemeyin. Dördüncü yıl ağacın bütün meyvesi şükran sunusu olarak RAB için kutsal sayılacak. Beşinci yıl ağacın meyvesini yiyebilirsiniz” (Levililer/Vayikra 19: 23-25a).

Öte yandan sünnet ile kan arasındaki ilişki, oldukça karmaşık bir görünüm arz etmektedir. Esasen sünnetin “kan dökme” anlamına gelmemesi, ancak sünnet derisinin kesilmesi sırasında akan az miktarda kanın kutsal sayılması, berit sırasında meydana çıkan kanla ilgili tartışmaların karmaşık olmasına neden olmuştur. Sünnet, İsrailoğullarının milli şuurunun oluşmasının yanı sıra, berit’in aklanma ritüeli olarak da görülmesi, tartışmanın boyutlarını daha da genişletmektedir.13

Sünnet edimi ile sünnet sırasında akan kan arasındaki ilişkinin ne olduğuna ilişkin eldeki en çarpıcı metinsel kaynak, Mısır’dan Çıkış/Şemot’taki şu sünnet sahnesidir: “RAB yolda, bir konaklama yerinde Musa’yla karşılaştı, onu öldürmek istedi. O anda Sippora keskin bir taş alıp oğlunu sünnet etti, derisini Musa’nın ayaklarına dokundurdu. ‘Gerçekten sen bana kanlı güveysin’ dedi. Böylece RAB Musa’yı esirgedi. Sippora Musa’ya sünnetten ötürü ‘kanlı güveysin’ demişti” (Mısır’dan Çıkış/Şemot 4: 24-26). Bu sahnede, Sippora’nın Musa/Moşe’nin ayağına oğlunun sünnet derisini değdirmesi ve derideki kanı onun ayağına sürmesi sayesinde Tanrı’nın Musa/Moşe’nin canını esirgemesi, “kanlı güvey” olması, sünnet sırasında meydana çıkan kanın kurtarıcı, aklayıcı, esirgetici bir niteliği olduğunu göstermektedir. Burada akan kan, Yahudiliğin başlangıcı olarak kabul edilir. Örneğin daha önce sünnet olmuşken Yahudilik dinine geçen erkeklerin sünnet yerinden bir damla kanın akıtılması âdettir. Berit’te kanın az da olsa akması esastır. Ayrıca sünnet derisinin kesilmesini bir tür kurban olarak da değerlendirmek mümkündür.

Kanın kurtarıcı bir görev görmesi, yine Mısır’dan Çıkış/Şemot’ta anlatılan Fısıh hadisesinde de açıkça görülmektedir. İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkmalarına izin vermeyen Firavun’u cezalandırmak için bütün ilk doğanların öldürüleceği gece, Musa/Moşe’nin Tanrı’nın emriyle kurban ettiği hayvanların kanını kapıların yan ve üst sövelerine sürdürmesi, buradaki İsrailoğullarının canını esirgetecektir: “Musa İsrail’in bütün ileri gelenlerini çağırtarak onlara şöyle dedi: ‘Hemen gidin, aileleriniz için kendinize davarlar seçip Fısıh kurbanı olarak boğazlayın. Bir demet mercanköşküotu alın, leğendeki kana batırıp kanı kapılarınızın yan ve üst sövelerine sürün. Sabaha kadar kimse evinden çıkmasın. RAB Mısırlıları öldürmek için gelecek, kapılarınızın yan ve üst sövelerindeki kanı görünce üzerinden geçecek, ölüm saçanın evlerinize girip sizi öldürmesine izin vermeyecek” (Mısır’dan Çıkış/Şemot 12: 21-23).

Kanın söz konusu aklayıcı ve kurtarıcı rolünün yanı sıra, onun kirli ve sakınılması gereken bir niteliği bulunduğu da açıktır. Örneğin Tanrı’nın, Firavun’un üzerine saldığı dokuz bela arasında kan belasının da bulunması bunun bir göstergesidir: “Harun firavunla görevlilerin gözü önünde değneğini kaldırıp ırmağın sularına vurdu. Bütün sular kana dönüştü. Irmaktaki balıklar öldü, ırmak kokmaya başladı. Mısırlılar ırmağın suyunu içemez oldular. Mısır’ın her yerinde kan vardı” (Mısır’dan Çıkış/Şemot 7: 20b-21).

Öte yandan kanın kirlilik olarak değerlendirilmesi en çok kadınların âdet günleri açısından önemli olmuştur. Âdet gören kadınların “soyutlanması” anlamına gelen nida, “kadının âdet döneminde kocasından ayrı olma durumunu ifade eder. Bu durum, âdet süresinin bitiminden sonraki temiz yedi günü de içerdiğinden, takriben on iki gün boyunca sürer ve kadının mikve’ye girişi ve tevilla yapılmasıyla son bulur.”14 Nida’nın kökünde Levililer/Vayikra 15: 19 ve 15: 24 yatmaktadır: “Âdet gördüğü için kan kaybeden kadın yedi gün kirli sayılacak. Ona dokunan da akşama kadar kirli sayılacak” (15: 19). “Âdet gören kadının kirliliği onunla yatan adama da bulaşır. Adam yedi gün kirli kalır ve yattığı her yatak kirli sayılır” (15: 24). Nida kadının sadece kocasından ayrı durması değil, Bet-Amikdaş (Mabet) ve ritüel temizlik gerektiren diğer nesne ve gıdalardan da ayrı durması anlamındadır. Levililer/Vayikra’nın on beşinci bölümü, âdet gören kadınlarla ilgili olup, “ritüel kirliliğe” yol açan normal ve anormal genital akıntıları ve arınmak için anormal vakalarda yapılması gereken, (takdimeler dahil) işlemleri ele almaktadır. Âdet dönemleri arasında kanamalar ve normalden uzun kanama dönemleri geçiren kadın, olağandışı bir durum yaşamaktadır.

Kadındaki anormal akıntıya (zava) karşın; erkekteki anormal akıntıyı (zav) ise, Septuagint (Tevrat’ın en eski Yunanca tercümesi) frenginin işareti olarak nitelendirmektedir. Kullanılan lisanın linguistik tahlili, kadının normal âdet akıntısı ile erkeğin normal boşalması arasında bir paralellik olduğunu ortaya koymuştur. Levililer Kitabı’nda âdet akıntısı, dişilik tohumu olarak görülmektedir. Cinsel birleşme neticesinde bulaşmış olan erkeklik tohumunun yarattığı kirlilik hali, yıkanmak ve günün doğuşuna dek beklemek suretiyle giderilebilir. Ancak gene aynı şekilde bulaşmış olan kadının âdet kanaması durumunda hem erkek, hem de kadın için yedi gün geçmesi gerekir. Âdet halindeki bir kadının yatağına veya oturduğu yere temas eden kişinin ise, sadece yıkanması ve günbatımına dek beklemesi yeterlidir. […] Kirli olma hali bir günah olarak addedilmektedir.15 Günümüzde bu kuralların icrası açısından farklı uygulamalara rastlanmaktadır. Örneğin hem muhafazakâr ve hem de reform Yahudilerinin çoğu artık bunları tatbik etmemektedir.16

Hıristiyanlıkta Kan

Hıristiyanlıkta kan kavramı, dinin tam merkezinde bulunmaktadır: Mesih olan İsa’nın infazı sırasında akan kanı, dünyayı ve insanları aklayan, onları selamete ulaştıran bir öz olarak anlaşılmıştır. Bu öz, Hıristiyanlığın her türlü rit ve geleneklerinde Efkaristiya ayininde ortak biçimde kutlanmakta, yeniden yaşanmakta ve idrak edilmektedir. Ancak bu geniş konuya geçmeden önce, Hıristiyanlığın kanla ilgili olarak Yahudi geleneğinden devralmış olduğu bazı uygulamalara değinmekte yarar vardır.

Yahudilikten kanla ilgili devralınan gelenek içinde kanın tüketilmemesi kuralı bulunmaktadır. “Havariler Konsili” olarak anılan ve Milat’tan sonra 48 ya da 49 yılında gerçekleştiği tahmin edilen17 Kudüs/Yeruşalim’deki ilk büyük Kilise toplantısında, bu konuda şöyle bir karara varılmıştır: “Ancak putlara sunulup murdar hale gelen etlerden, fuhuştan, boğularak öldürülen hayvanların etinden ve kandan sakınmaları gerektiğini onlara yazmalıyız” (Elçilerin İşleri 15: 20).

Yine aynı bölümde bu kuralın tekrarı, “öteki uluslardan olan imanlılara mektup”ta verilmiştir: “Putlara sunulan kurbanların etinden, kandan, boğularak öldürülen hayvanların etinden ve fuhuştan sakınmalısınız” (Elçilerin İşleri 15: 29). Pavlos, Kudüs/Yeruşalim’deki ihtiyar heyeti önündeki konuşmasında da aynı kuralı ifade etmiştir: “Öteki uluslardan olan imanlılara gelince, biz onlara, putlara sunulan kurbanların etinden, kandan, boğularak öldürülen hayvanlardan ve fuhuştan sakınmalarını öngören kararımızı yazmıştık” (Elçilerin İşleri 21: 25). Böylece “Yasa” (Tora) açısından “cahil” olan gentile’nin (“öteki uluslardan olan imanlılar”) de kaşarut’un bazı uygulamalarını kendilerine temel almaları gerektiği vurgulanmıştır. Ancak sadece “Yasa”nın hükümlerini yerine getirmek (Luther buna Werkgerechtigkeit diyecektir), aklanmayı sağlamayacaktır. Aklanma, İsa’nın akan kanıyla ve Tanrı tarafından bahşedilen inançla mümkün olacaktır (iustitia dei).18

“Havariler Konsili”nde gentile’nin Yasa’nın bazı hükümlerine aşinalık kazandırılması ve Pavlos ile Barnabas’ın gentile misyonu için tayin edilmesi kapsamında kan konusunun ele alınışının yanı sıra, kan ve Tanrı’nın gazabı arasındaki ilişkinin İnciller’de de ele alındığı görülmektedir. Örneğin Luka’da İsa’nın Ferisiler’e (Tora’ya harfiyen uymayı kendilerine ülkü edinen tutucu Yahudilere) karşı sarf ettiği şu sözler bu açıdan önemlidir: “Böylece bu kuşak, Habil’in kanından tutun da, sunakla tapınak arasında öldürülen Zekeriya’nın kanına değin, dünyanın kuruluşundan beri akıtılan bütün peygamberlerin kanından sorumlu tutulacaktır. Evet, size söylüyorum, bu kuşak sorumlu tutulacaktır” (Luka 11: 50-51; krş. Matta 23: 25). Bu sözle Tanrı, akıtılan bütün peygamber kanından “bu kuşak”ın sorumlu tutulacağını vurgulamaktadır. Burada yine, akıtılan kanın hesabının mutlaka sorulacağı kuralının geçerli olduğu görülmektedir. Akıtılan kandan sorumlu olma hususunun, İsa’nın yargılanması sırasında Yahudi halkın Platus’a verdiği yanıtta da yansıtıldığı görülmektedir: “Bütün halk şu karşılığı verdi: ‘O’nun kanının sorumluluğu bizim ve çocuklarımızın üzerinde olsun!’” (Matta 27: 25). Öte yandan Vahiy kitabında Tanrı’nın “akan kanın öcünü alan” olarak nitelendirilmesi, yine aynı hususu dile getirmektedir: “Yüksek sesle feryat ederek şöyle diyorlardı: ‘Kutsal ve gerçek olan Efendimiz! Yeryüzünde yaşayanları yargılayıp onlardan kanımızın öcünü almak için daha ne kadar bekleyeceksin?’” (Vahiy 6: 10). Yine aynı kitapta, kan akıtanın cezasının yine kan olduğu vurgulanmaktadır: “Kutsalların ve peygamberlerin kanını döktükleri için, içecek olarak sen de onlara kan verdin. Bunu hak ettiler” (Vahiy 16: 6).

Yeni Ahit’te, Tora’da kanla ilgili olarak geçen bazı uygulamaların yinelendiği ya da en azından bu uygulamalar yeniden ifade edilerek bunlara değer atfedildiği görülmektedir. Örneğin İbranilere Mektup’ta kurban kanından söz edilmektedir: “Ama iç bölmeye yılda bir kez yalnız başkâhin girebilir. Üstelik kendisi için ve halkın bilmeden işlediği suçlar için sunacağı kurban kanı olmaksızın giremez” (İbranilere Mektup 9: 7). Bu mektupta Yahudiler’in Mabet’e kurban kanı olmaksızın girememelerine karşılık, İsa’nın kanının çok daha değerli ve özü itibariyle başka bir nitelik taşıdığı yazmaktadır: “Tekelerle danaların kanıyla değil, sonsuz kurtuluşu sağlayarak kendi kanıyla kutsal yere ilk ve son kez girdi. Tekelerle boğaların kanı ve serpilen düve külü murdar olanları kutsal kılıyor, bedensel açıdan temizliyor. Öyleyse sonsuz Ruh aracılığıyla kendini lekesiz olarak

Tanrı’ya sunmuş olan Mesih’in kanının, diri Tanrı’ya kulluk edebilmemiz için vicdanımızı ölü işlerden temizleyeceği ne kadar daha kesindir! Bu nedenle, çağrılmış olanların vaat edilen sonsuz mirası almaları için Mesih yeni antlaşmanın aracısı oldu. Kendisi onları ilk antlaşma zamanında işledikleri suçlardan kurtarmak için fidye olarak öldü” (İbranilere Mektup 9: 12-15). Yahudilere yönelik kaleme alınan İbranilere Mektup’ta, Mesih olan İsa’nın son kurban olduğu ve Mabet’teki En Kutsal Yer’den daha fazla kutsallık taşıdığı ifade edilmiştir: “Böylelikle aslı göklerde olan örneklerin bu kurbanlarla, ama gökteki asıllarının bunlardan daha iyi kurbanlarla temiz kılınması gerekti. Çünkü Mesih, asıl kutsal yerin örneği olup insan eliyle yapılan kutsal yere değil, ama şimdi bizim için Tanrı’nın önünde görünmek üzere asıl göğe girdi. Başkahin her yıl kendisinin olmayan kanla En Kutsal Yer’e girer; oysa Mesih kendisini tekrar tekrar sunmak için göğe girmedi. Öyle olsaydı, dünyanın kuruluşundan beri Mesih’in tekrar tekrar acı çekmesi gerekirdi. Oysa Mesih, kendisini bir kez kurban ederek günahı ortadan kaldırmak için çağların sonunda ortaya çıkmıştır. Bir kez ölmek, sonra da yargılanmak nasıl insanların kaderiyse, Mesih de birçoklarının günahlarını yüklenmek için bir kez kurban edildi. İkinci kez, günah yüklenmek için değil, kurtuluş getirmek için kendisini bekleyenlere görünecektir” (İbranilere Mektup 9: 23-28).

Kurban kanının Mısır’dayken kapı sövelerine sürülmesi de aynı kitapta bir kez daha dile getirilmekte ve iman gücünün nelere kadir olduğunun bir kanıtı olarak sunulmaktadır: “İlk doğanları öldüren melek İsrailliler’e dokunmasın diye Musa imanla, Fısıh kurbanının kesilmesini ve kanının kapılara sürülmesini sağladı” (İbranilere Mektup 11: 28).

İbranilere Mektup’ta İsa’nın “yeni antlaşma” yapmak üzere kanını akıttığı ifade edilirken, Tora’nın (yani “ilk antlaşma”nın) da kanla yürürlüğe girdiği bildirilmektedir: “Bu nedenle ilk antlaşma bile kan akıtılmadan yürürlüğe girmedi. Musa, Kutsal Yasa’nın her buyruğunu bütün halka bildirdikten sonra su, al yapağı, mercanköşkotu ile danaların ve tekelerin kanını alıp hem kitabın hem de bütün halkın üzerine serpti. ‘Tanrı’nın uymanızı buyurduğu antlaşmanın kanı budur’ dedi. Aynı biçimde çadırın ve tapınmada kullanılan bütün eşyaların üzerine kan serpti. Nitekim Kutsal Yasa uyarınca hemen her şey kanla temiz kılınır, kan dökülmeden bağışlama olmaz” (İbranilere Mektup 9: 18-22; italikler benim – khö). Buradaki vurgu özellikle son cümlededir. Nitekim temizlenme ve bağışlanma buna göre ancak kanla, kanın akıtılmasıyla mümkün olur. Hıristiyanlık, İsa’nın akan kanının, bu kuralın icrasında en üst ve aşkın mertebe olduğuna inanarak, Mesih kanının temizleyici, aklayıcı, saadet ve selamet verici ve bağışlayıcı olduğunu bir öğreti olarak öne sürer.

“Mesih İsa’nın kanı” ya da “Mesih’in kanı” veya “Tanrı Kuzusu’nun kanı” imgesi, Hıristiyan dininin merkezinde yer alan bir unsurdur. Hıristiyanlığa göre Mesih İsa’nın ölümü, hayırlı bir ölüm, insanlığı selamete erdiren bir ölüm olduğundan, ölümü sırasında akan kanı da bu nitelikleri haizdir.
İsa’nın kanının önemi, dört açılımdan hareketle temellendirilmiştir:19

• Birinci Açılım: Yahudiliğin temeli olan Tora, kurban edilen hayvanların kanıyla; İbrahim/Avraam ile Tanrı arasındaki akit ise berit’le geçerlilik kazanmıştır. Oysa ebediyete kadar geçerli olacak “yeni antlaşma” İsa’nın kanının akmasıyla yürürlüğe girmiştir. Bu durum “Son Akşam Yemeği” sahnesinde çarpıcı biçimde dile getirilmiştir: “Yemek sırasında İsa eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve öğrencilerine verdi. ‘Alın, yiyin’ dedi, ‘Bu benim bedenimdir.’ Sonra bir kâse alıp şükretti ve bunu öğrencilerine vererek, ‘Hepiniz bundan için’ dedi. ‘Çünkü bu benim kanımdır, günahların bağışlanması için birçokları uğruna akıtılan antlaşma kanıdır. Size şunu söyleyeyim, Babam’ın egemenliğinde sizinle birlikte tazesini içeceğim o güne dek, asmanın bu ürününden bir daha içmeyeceğim’” (Matta 26: 26-29; italikler benim – khö). Bu konu, yukarıda İbranilere Mektup’la ilgili açıklamalarda ayrınıtılı olarak ele alınmıştır.

• İkinci Açılım: İsa’nın kanı, insanoğlunun işlediği günahlara karşılık İsa’nın ödediği bedel ve fidyedir: “Tam bir bilgelik ve anlayışla üzerimize yağdırdığı lütfunun zenginliği sayesinde Mesih’in kanı aracılığıyla Mesih’te kurtuluşa, suçlarımızın bağışlanmasına kavuştuk” (Efesliler’e Mektup 1: 7-8). Ayrıca: “Biliyorsunuz ki, atalarınızdan kalma boş yaşayışınızdan altın ya da gümüş gibi geçici şeylerle değil, kusursuz ve lekesiz kuzuyu andıran Mesih’in değerli kanının fidyesiyle kurtuldunuz” (Petrus’un Birinci Mektubu 1: 18-19). Pavlos’a göre, İsa’nın kanının günahları bağışlatıcı olması Tanrı’nın adaletinin bir göstergesidir: “Tanrı Mesih’i, kanıyla günahları bağışlatan ve imanla benimsenen kurban olarak sundu. Böylece adaletini gösterdi. Çünkü sabredip daha önce işlenmiş günahları cezasız bıraktı. Bunu, adil kalmak ve İsa’ya iman edeni aklamak için şimdiki zamanda kendi adaletini göstermek amacıyla yaptı” (Romalılar’a Mektup 3: 25-26).

İsa’nın akan kanı, sadece belirli bir grubun değil, tüm insanlığın günahlarını bağışlatmıştır: “Ve kanınla her oymaktan, her dilden, her halktan, her ulustan insanları Tanrı’ya satın aldın” (Vahiy 5: 9b).
Öte yandan Mesih olan İsa’nın kanının dünya üzerine serpiştirilmesiyle insanoğlu kutsanmış olmaktadır: “İsa Mesih’in sözünü dinlemeniz ve O’nun kanının üzerinize serpilmesi için, Baba Tanrı’nın öngörüsü uyarınca Ruh tarafından kutsal kılınarak seçildiniz” (Petrus’un Birinci Mektubu 1: 2a). Dolayısıyla İsa’nın kanı halkı kutsal kılmıştır: “Bunun gibi, İsa da kendi kanıyla halkı kutsal kılmak için kent kapısının dışında acı çekti” (İbranilere Mektup 13: 12).

Yine İsa’nın kanı insanlığı esenliğe vardırır: “Mesih’in çarmıhta akıtılan kanı aracılığıyla esenliği sağlamış olarak yerdeki ve gökteki her şeyi O’nun aracılığıyla kendisiyle barıştırmaya razı oldu” (Koloseliler’e Mektup 1: 20). O halde, O’nun akan kanı, aklayıcı ve bağışlayıcıdır: “Böylece şimdi O’nun kanıyla aklandığımıza göre, O’nun aracılığıyla Tanrı’nın gazabından kurtulacağımız çok daha kesindir” (Romalılar’a Mektup 5: 9).
• Üçüncü Açılım: Bu açılımdaysa, İsa’nın “en kutsal kurban” olarak kendi bedenini inananlara sunması akidesi ortaya konmuştur: “Ama Mesih, gelecek iyi şeylerin başkâhini olarak ortaya çıktı. İnsan eliyle yapılmamış, yani bu yaratılıştan olmayan daha büyük, daha yetkin çadırdan geçti. Tekelerle danaların kanıyla değil, sonsuz kurtuluşu sağlayarak kendi kanıyla kutsal yere ilk ve son kez girdi. Tekelerle boğaların kanı ve serpilen düve külü murdar olanları kutsal kılıyor, bedensel açıdan temizliyor. Öyleyse sonsuz Ruh aracılığıyla kendini lekesiz olarak Tanrı’ya sunmuş olan Mesih’in kanının, diri Tanrı’ya kulluk edebilmemiz için vicdanımızı ölü işlerden temizleyeceği ne kadar daha kesindir! Bu nedenle, çağrılmış olanların vaat edilen sonsuz mirası almaları için Mesih yeni antlaşmanın aracısı oldu. Kendisi onları ilk antlaşma zamanında işledikleri suçlardan kurtarmak için fidye olarak öldü” (İbranilere Mektup 9: 11-15).

Sahte kurbanlara karşılık sahih kurban olan İsa’nın akan kanı, insanoğlunun “en kutsal yere” girişinin (bir başka deyişle Tanrı’nın yanına kabul edilişin) teminatıdır: “Bu nedenle, ey kardeşler, İsa’nın kanı sayesinde perdede, yani kendi bedeninde bize açtığı yeni ve diri yoldan kutsal yere girmeye cesaretimiz vardır” (İbranilere Mektup 10: 19-20).

Öte yandan İsa’nın kanı, azizlerin “kaftanlarını” (yani ruh ve vicdanlarını) da aklamıştır: “Bunlar o büyük sıkıntıdan geçip gelenlerdir. Kaftanlarını Kuzu’nun kanıyla yıkamış, bembeyaz etmişlerdir” (Vahiy 7: 14c). Bu alıntı, İsa’nın kanının nasıl akladığı, “bembeyaz” kıldığını çarpıcı biçimde ifade eder. İsa’nın kanının aklayıcı özüne iman etmemek, sonsuz bir ceza getirecektir buna göre: “Eğer bir kimse Tanrı Oğlu’nu ayaklar altına alır, kendisini kutsal kılan antlaşma kanını bayağı sayar ve lütufkâr Ruh’a hakaret ederse, bundan ne kadar daha ağır bir cezaya layık görülecek sanırsınız? Çünkü, ‘Öç benimdir, karşılığını ben vereceğim’ ve yine, ‘Rab halkını yargılayacak’ diyeni tanıyoruz. Diri Tanrı’nın eline düşmek korkunç bir şeydir” (İbranilere Mektup 10: 29-31).

• Dördüncü Açılım: Bu son açılıma göre, İsa’nın kanından tatmak, Kilise’ye aidiyeti ifade ettiği gibi kurtuluşun tek yoludur. Bu açılım, Efkaristiya ayininin de temelini oluşturmaktadır. Bu önemli akidenin temelinde, yukarıda “birinci açılım”da açıklanan “Son Akşam Yemeği” sahnesindeki ekmeğin bölünüp yenmesi, şarabın içilmesi vardır. Şaraptan (İsa’nın kanından) tatmak, inananları İsa’nın paydaşı haline getirmektedir: “Tanrı’ya şükrettiğimiz şükran kâsesiyle Mesih’in kanına paydaş olmuyor muyuz? Bölüp yediğimiz ekmekle Mesih’in bedenine paydaş olmuyor muyuz?” (Korintlilere Birinci Mektup 10: 16). Yuhanna İncili’nde İsa, Yahudiler’in karşısında bu akideyi şu şekilde savunmakta ve temellendirmektedir: “İsa onlara şöyle dedi: ‘Size doğrusunu söyleyeyim, İnsanoğlu’nun bedenini yiyip kanını içmedikçe, sizde yaşam olmaz. Bedenimi yiyenin, kanımı içenin sonsuz yaşamı vardır ve ben onu son günde dirilteceğim. Çünkü bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir. Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar, ben de onda.” (Yuhanna 6: 53-58).
Bu hüküm ve emirler, insan ile Tanrı arasındaki “kan bağının” en uca taşınmış örneğidir. Aşağıda ayrıntıları sunulmuş olan Efkaristiya ayini de söz konusu “kan bağı” düşüncesini, yani insanla Tanrı’nın bir hale gelmesini ritüel biçimde idrak etmek için tesis edilmiştir. Bunun bir başka boyutu, teolojik tartışmalarda homoousia (eştözlülük) kavramıyla ifade edilen durumdur. Tanrı’yla insan “bir” hale gelebilmektedir, çünkü Tanrı ile İsa’nın tözü eştir. Hıristiyanlığın temel credo’su olan Symbolum Nicaenum-Constantinopolitanum’da (İznik-İstanbul İman İkrarı) bu, şu şekilde ifade edilmiştir: “Deum de Deo, Lumen de Lumine, Deum verum de Deo vero, genitum, non factum, consubstantialem Patri: per quem omnia facta sunt [O Tanrı’dan gelen Tanrı, Nur’dan Nur, Gerçek Tanrı’dan Gerçek Tanrı’dır. Yaratılmış olmayıp, Baba ile aynı özdedir ve her şey onun aracılığıyla yaratılmıştır]” (CCE “Symbolum Fidei” tablosu).20 Bu durumda “Son Akşam Yemeği”yle tesis edilen Efkaristiya ayini, İsa’nın kanı dolayımıyla Tanrısal özle paydaş olma şansını sunmaktadır.

Catechismus Catholicae Ecclesiae’de Hıristiyanlığa girişin üç temel sırrı (sakramenti) şu şekilde tanımlanmaktadır: “Christiana initiatio per trium sacramentorum complexum adimpletur: per Baptismum qui est vitae novae initium; per Confirmationem quae eius est solidatio; et per Eucharistiam quae corpore et sanguine Christi nutrit discipulum ut hic in Illum transformetur [Hıristiyanlığa giriş üç sırrın bütünüyle gerçekleşir: Yeni bir yaşamın başlangıcı olan Vaftiz; Vaftiz’in pekiştirilmesi olan Güçlendirme sırrı; ve Hıristiyanı Mesih’e dönüştürmek amacıyla onu, O’nun Eti ve Kanıyla besleyen Efkaristiya sırrı]” (CCE 1275). Bunun neden böyle olduğunu Pavlos’ta okumak mümkündür: “Tanrı Mesih’i, kanıyla günahları bağışlatan ve imanla benimsenen kurban olarak sundu. Böylece adaletini gösterdi. Çünkü sabredip daha önce işlenmiş günahları cezasız bıraktı. Bunu, adil kalmak ve İsa’ya iman edeni aklamak için şimdiki zamanda kendi adaletini göstermek amacıyla yaptı” (Romalılara Mektup 3: 25-26). Bu bağlamda CCE’de geçen açıklamalar şöyledir: “Redemptio venit ad nos imprimis per crucis sanguinem [Kurtuluş bize her şeyden önce Haçta dökülen kanla gelir]” (CCE 517). İsa’nın dökülen kanı, Kilise’nin de başlangıcı olarak kabul edilmektedir: “Exordium et incrementum (Ecclesiae) significantur sanguine et aqua ex aperto latere Iesu crucifixi exeunti [Kilise’nin başlangıcı ve gelişmesi Haça gerilen İsa’nın böğründen akan kan ve su ile belirtilmiştir] … Nam de latere Christi in cruce dormientis ortum est totius Ecclesiae mirabile sacramentum [Bütün Kilise’nin en şahane sırrı Haç üzerinde ölen Mesih’in bağrından doğmuştur]” (CCE 766).

Dolayısıyla Hıristiyan inancında İsa’nın kanının kurtarıcı ve selamete erdirici bir işlevinin bulunması, bu dinin temel akidelerinden birisini meydana getirmektedir: “İsa onlara şöyle dedi: Size doğrusunu söyleyeyim, İnsanoğlu’nun bedenini yiyip kanını içmedikçe, sizde yaşam olmaz. Bedenimi yiyenin, kanımı içenin sonsuz yaşamı vardır ve ben onu son günde dirilteceğim. Çünkü bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir. Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar, ben de onda” (Yuhanna 6: 53-56). İsa’nın çarmıhta can verirken akıttığı kan, günahları bağışlayan ve İkinci Tekvin’i simgeleyen bir akit gibidir: “Çünkü bu benim kanımdır, günahların bağışlanması için birçokları uğruna akıtılan antlaşma kanıdır” (Matta 26: 28). CCE’de bu cümle şu şekilde yorumlanmıştır: “Iustificatio nobis est merita per passionem Christi qui Se tamquam hostiam vivam, sanctam et Deo placitam in cruce obtulit et cuius sanguis instrumentum propitiationis pro omnium hominum peccatis est effectus. Iustificatio per Baptismum, sacramentum fidei, praebetur. Ipsa nos ad iustitiam conformat Dei, qui nos interne per Suae misericordiae potentiam iustos efficit. Tamquam scopum gloriam Dei habet et Christi, et vitae aeternae donum [İnsanların bütün günahları için Tanrı rızası için ve Tanrı’ya hoş ve kutsal gelen kanının dökülmesiyle, kendisini canlı sungu olarak Haç üzerinde feda etmesiyle aklanmamız sağlanmıştır. Aklanma Vaftizle, iman sırrıyla verilir. Aklanma bizi Tanrı’nın merhametinin gücüyle içten adil kılarak Tanrı’nın adaletine uygun hale getirir. Aklanmanın amacı Tanrı’nın ve Mesih’in yüceltilmesi ve ebedi yaşam armağanıdır]” (CCE 1992).

İsa’nın “kanı ve bedeni”nin söz konusu simgesel ve akdi değeri, Kilise’de Efkaristiya ayini için de kutlanmaktadır. Efkaristiya sözcüğü Yunanca “şükran” anlamına gelen eukharistein’den gelmektedir ve “özellikle yemek sırasında Yahudilerin Tanrı’nın eserleri, yaratılış, kurtuluş, kutlulaştırma için kullandıkları şükran dileklerini” (CCE 1328) gösteren niteliklerinden doğmuştur.21 Hıristiyanlıkta, Yahudi bayramı Fısıh’ta kurban edilen kuzunun yerine İsa’nın kendini kurban olarak sunması ve kanını insanlık namına akıtması, en temel sakramentlerden biri olarak anlaşılmıştır. Efkaristiya ve bununla bağlantılı olarak “İsa’nın kanı” konusu, örneğin Luka’da ayrıntılı olarak dile getirilmiştir.

Öte yandan Latin Kilise Babaları’ndan Tertullian, İsa’nın kanının nasıl bir niteliğe sahip olduğunu şu şekilde özetlemektedir: “Semen est sanguis Christianorum [Hıristiyanların kanı tohumdur].”22 Bu ifadeyi “İsa’nın kanı tohumdur” şeklinde de okumak mümkün olduğundan, Efkaristiya’da İsa’nın kanını içmek anlamına gelen şaraptan tatmanın “tohumlayıcı” rolünden bahsedilebilir.
Efkaristiya ayini ve bununla ilgili olarak İsa’nın sarf ettiği sözler, Hıristiyanlık tarihi içinde çok çeşitli biçimlerde yorumlanıp uygulanmıştır. Hatta bu yüzden Kilise içinde pek çok farklı anlayışlar ve kopmalar (“sapkınlıklar”) görülmüştür. Efkaristiya’nın anlamı nedir? Ne amaçla uygulanmaktadır? Ayin sırasında sarf edilen ekmek ve şarap sözcükleri, gündelik ekmek ve şaraptan nasıl ayrılmaktadır? Bu gibi sorular, genel olarak fikir ayrılıklarına yol açmıştır. İsa’nın “bu benim bedenimdir/kanımdır” sözleri, Efkaristiya ayini sırasında kırılan ekmeğin ve içilen şarabın gerçekten İsa’nın bedeni ve kanı olduğunu göstermektedir. “Hakiki mevcudiyet” olarak anılan bu görüşe göre, gündelik ekmek ve şarabın nasıl İsa’nın bedeni ve kanına dönüştüğü sorusu teolojik ve felsefi bir sorun olmuştur.23
Hıristiyanlığın en erken dönemlerinde bu sorun, Kudüs’lü Cyril’in saklanmış yirmi dört öğretici mektubu içinde ele alınmıştır. Millattan sonra 350 civarında kaleme alınan bu mektuplarda, ayin sırasında yenen ekmeğin ve içilen kanın mucizevi biçimde İsa’nın kanına ve bedenine dönüştüğü görüşü savunulmuştur. Cyril’e göre İsa’nın kanı, şarap şeklinde, bedeni ise ekmek şeklinde inananlara sunulmaktadır. Bunların yenilip içilmesiyle İsa’nın bedeni ve kanıyla tek vücut haline gelinmektedir.24 Buna maddenin transformasyonu (dönüşümü) denmektedir. Sekizinci yüzyıl teologlarından Şam’lı Yuhanna, bunun tam bir mucize ve sır (musterion) olduğunu savunmaktadır. Ekmek ve şaraba Ruhül Kudüs’ün inmesiyle sözcükler ve düşünceyle açıklanamayan bir işlem meydana gelmekte, bunlar kan ve bedene dönüşmektedir. Şam’lı Yuhanna şöyle demektedir: “Ruhül Kudüs sayesinde bunun gerçekleştiğini bilmek, senin için yeterli olsun”.25

Ancak Hıristiyanlık tarihi içinde bu tür açıklamalarla yetinilmemiş, giderek daha spekülatif yollara başvurularak öğretisel düzeydeki farklılaşmalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Özellikle dokuzuncu yüzyılda teolojik tartışmaların (Fransa’daki Corbie Manastırı çevresi içinde) yaygınlık kazandığı görülmektedir. Özellikle Paschasius Radbertus ile Ratramnus arasındaki tartışmalar, bu döneme damgasını vurmuştur. Radbertus, ayindeki ekmek ve şarabın İsa’nın gerçek bedeni ve kanına dönüştüğünü, yani gerçek fiziksel varlıklar haline geldiğini savunmuş, Ratramnus ise İsa’nın bedeni ve kanının sembolik anlamda anlaşılması gerektiğini, dönüşümün inananların kalplerinde yaşandığını öne sürmüştür. Yine aynı dönemde, Efkaristiya sırrıyla ilgili üçüncü bir açıklama yoluna daha gidilmiştir: Fulda’lı Candidus, “bu benim bedenimdir” (Matta 26: 26) ifadesinin tüm Hıristiyan Kilisesi’ni ifade ettiğini savunmuştur. Ona göre, Efkaristiya sırrındaki beden ve kan ifadesi, Kilise bünyesini beslemek ve tekamüle erdirmek amacını taşımaktadır.26 Böylece Efkaristiya’yla ilgili tartışmaların ana hatları bu üç argüman üzerinde kendini belli etmeye başlamıştır.

Ortaçağda Aristoteles ontolojisinin sunduğu kavramsal altyapının geliştirilmesiyle Efkaristiya sırrıyla ilgili tartışmalar, felsefi bir kavramsallığa bürünmüş ve tözdönüşümü (transsubstansiyasyon) terimi çevresinde gelişmiştir. Aristoteles maddeyi ousia (substantia, töz) ve sumbebekos (accidentia, ilinek) olarak ikiye ayırıyordu.27 Buna göre “ağaç” ousia’yı (töz), “yeşil” onun sumbebekos’unu (ilinek) temsil ediyordu. Bu kategoriyal araçlardan yararlanan Ortaçağ teologları, Efkaristiya ayini sırasında ekmek ve şarabın ilineğinin (görünümünün, tadının, kokusunun) değişmediğini, ama ayin sırasında tözünün değişerek İsa’nın bedeni ve kanının tözüne dönüştüğünü ifade ediyorlardı. Tözdönüşümü, Dördüncü Lateran Konsili sırasında (1215) resmi akide haline getirilmiştir: “Cuius corpus et sanguis in sacramento altaris sub speciebus panis et vini veraciter continentur, transsubstantiatis pane in corpus, et vino in sanguinem potestate divina: ut ad perficiendum mysterium unitatis accipiamus ipsi de suo, quod accepit ipse de nostro [O’nun bedeni ve kanı hakikaten Sunak Sırrı’nda ekmek ve şarap formunda saklanmaktadır ki, ekmek ve şarabın tözü Tanrı’nın gücüyle O’nun bedeni ve kanına dönüşür ve böylece bu birlik sırrına varabilmek için Tanrı’nın bizden aldığını biz Tanrı’dan alırız]”.28

Reformasyon çağında söz konusu tözdönüşümü öğretisi, Aristotelesçi köklerinden dolayı eleştirilmiş ve aşılmaya çalışılmıştır.29 Bu bağlamda Efkaristiya’nın anlamı ve özüne dair Martin Luther ile Huldrych Zwingli arasındaki tartışmalar da Reformasyon hareketi içinde ortaya çıkan görüşler bakımından önemlidir. Zwingli’ye göre ayindeki ekmek ve şarabın tözü değişmemektedir. Ancak onların içerdikleri anlamlar köklü biçimde değişime uğramaktadır. Zwingli’ye göre eşyanın imlediği anlamlar, onun bağlamı ve ona yüklenen yeni anlam rabıtalarıyla dönüşebilmektedir. Efkaristiya’da meydana gelen işte böyle bir dönüşümdür. Dolayısıyla normal ekmek ve şarabın, ayindeki ve İncillerdeki anlatının bağlamı içinde kazandığı yeni anlamı bu şekilde ifade edilebilmektedir. Bu nedenle Zwingli’ye göre, Mesih’in göklerdeki tahtından Kilise’ye inmesi söz konusu olamaz. Öte yandan Luther, böyle bir görüşün Nasturi “dinsapkınlığı”na (Mesih’in insani ve tanrısal doğasının birbirinden ayrılması) geri dönüşü ifade ettiğini savunmuş ve dolayısıyla onun Efkaristiya’ya dair görüşleri, Zwingli’ninkinden farklı olmuştur. Luther’e göre ayin sırasında hem ekmek ve şarap, hem de Mesih’in bedeni ve kanı aynı anda mevcut olmaktadır (consubstantiatio).

Ayin sırasında hem ekmek, hem beden; hem şarap, hem kan kendi tözleriyle ve gerçek olarak orada bulunmaktadır. İlkesel olarak Aristoteles felsefesinin Kilise’ye girmesine karşı olan Luther’e göre, tözdönüşümü öğretisi aklileştirici olduğundan Efkaristiya’nın sırrına eriştiremiyordu. Oysa Efkaristiya sırasında Mesih gerçek olarak Kilise’de vardı. O halde Luther’e göre, bu sırra inanmalı ve Mesih’in gerçek tözüyle ayinde bulunduğunu, ekmek ve şarabın ise gerçek tözleriyle orada bulunduklarını savunmak gerekecekti.30

Luther ile Zwingli arasında ortaya çıkan Efkaristiya’nın özüne ilişkin bu tartışma, Reformasyon hareketini tehdit eder bir boyuta ulaştığından, taraflar 1-4 Ekim 1529 tarihleri arasında Marburg’ta bir araya gelmişler (Marburg Kolokyumu) ve Efkaristiya konusunu tartışmışlardır. Her iki taraf tözdönüşümü öğretisini reddetmiş ve Kilise’ye gelenlere hem ekmekten hem de şaraptan tattırılması gerektiği görüşünü kabul etmişlerse de Luther, Mesih’in ayin sırasında gerçek anlamda Kilise’de bulunduğu, Zwingli’yse Mesih’in kalplerde var olduğu fikrinde diretince konfesiyonel anlamda ortak bir öğreti üzerinde anlaşılamamıştır. 1530’da Luther’cilerin Augsburg’ta toplanan İmperiyal Diyet’e sundukları İman İkrarı’nda (Confessio Augustana)31 Luther’in görüşleri belgeye dökülmüş, böylece Kuzey Avrupa Reformasyonu’nda consubstantiatio görüşü hâkimiyet kazanmıştır. Zwingli’nin öğretisiyse zamanla marjinal hale gelmiştir.32

Bu gelişmeler karşısında 1551 yılında toplanan Trento Konsili, Katolik Kilise’nin bu konudaki eleştiri ve tartışmalara yönelik yanıtı olarak değerlendirilebilir. Konsil’in Ekim 1551’de toplanan on üçüncü birleşiminde karara varılan bir yönergeyle, tözdönüşümü öğretisi doğrulanmış, aksini savunanların küfür içinde oldukları için lanetlenmeleri (anathema) gerektiği vurgulanmıştır.33

Çağımızdaysa özellikle Belçikalı Katolik teolog Edward Schillebeeckx’in 1968’de yayımladığı “Efkaristiya’ya Dair” isimli kitabında, Zwingli’ye yakın bir duruş sergilenmekte, erekdönüşümü (transfinalization) ve imlemdönüşümü (transsignification) kavramlarıyla tartışmaya yeni bir yön kazandırıldığı görülmektedir. Schillebeeckx’e göre erekdönüşümü, ekmek ve şarabın ayin sırasında ereğinin radikal biçimde dönüştüğü, imlemdönüşümündeyse yine ekmek ve şarabın imlediği anlamın dönüşüme uğradığı söylenebilir. Papa VI. Pavlos’un 1965’te yayımladığı ferman niteliğindeki mektubu Mysterium fidei’de benzer kavramlara yer verilmesi, Katolik Kilise’nin bu yöne yaptığı hareketi özetler niteliktedir.34

Öte yandan Papa II. Yuhanna Pavlos’un 17 Nisan 2003’te ilan ettiği Ecclesia de eucharistia isimli ferman niteliğindeki en son mektubu (encyclical letter), bu tartışmaların halen güncelliğini koruduğunu göstermektedir.35 Oldukça kişisel bir üslupta kaleme alınmış olan encyclica’da Papa II. Yuhanna Pavlos, Efkaristiya ayininin Kilise’nin temel sırrı olduğunu ve Kilise’nin bu sır üzerine kurulduğunu ilan etmektedir. Devamında, Efkaristiya ayininde, İsa’nın kurban edilişinin ritüel biçimde anıldığını (madde 12), her zaman aynı İsa bedeni ve kanının söz konusu olduğunu (mad. 12), İsa’nın her seferinde yeniden kurban edilmediğini, İsa’nın ölümünün ve dirilişinin kutlandığını (mad. 14), Trento Konsili’nden beri geçerli dogmatik hüküm olan tözdönüşümü öğretisinin doğru olduğunu (mad. 15) ve Efkaristiya’da İsa’nın kanı ve bedeniyle komünyon içinde olunarak Mesih’in Ruhu’nun ihsan edildiğini (mad. 17) ilan etmektedir.

Görüldüğü gibi, İsa’nın kanı ve Efkaristiya sırrının önemiyle ilgili tartışmalar, iki bin yıl önce de, bugün de büyük bir özen ve heyecanla sürdürülmeye devam etmektedir.
Bütün bu teolojik tartışmalara ek olarak “çarmıhta can çekişerek ölen İsa’nın akan kanı” imgesi, Hıristiyanların dinsel hayal güçlerini çağlar boyu derinden etkileyerek pek çok sanat eserine, ezoterik ritüellere, kutsal emanet tapınmalarına ve mitsel öğelerle bezenmiş gizli/okült teşkilatlanmalara damgasını vurmuştur.

Örneğin sanat eserleri arasında İsa’nın çarmıhtaki bedenini gösteren tabloların (Rembrandt, El Greco, Giotto, Raffaello, Velazquez gibi) yanı sıra, edebi metinlerde de söz konusu sahnenin ele alındığı görülmektedir. Örneğin 1166’da ölen Rievaulx’lu Aelred’in De institutione inclusarum isimli eseri, İsa’nın kanı ve Efkaristiya üzerine yazılmış, edebi bir methiye niteliği taşımaktadır.36 Yine aynı dönemde Nicholas Bozon’un kaleme aldığı, şövalye unsurları içeren “Christ’s Chivalry: Our Chevalier” isimli şiiri sıkça okunmuştur.37

Öte yandan günümüzün çağdaş sanatları içinde Viyana Eylemciliği ekolünde yer alan Hermann Nitsch’in hem sergileri, hem de sahne gösterileri bu temayı işlemekte, “kanlı” sahneleriyle çarpıcı bir ifade yoluna gitmektedir.38
Tapınma ve kutsal emanetler konusundaysa özellikle ortaçağda, İsa’nın kanıyla ilgili gerçek olduğu iddia edilen kutsal emanetlere dair ritüel ve tapınmalar ezoterik boyutlara varmıştır. Ortaçağ’da böyle bir kutsal emanetin varlığını gösteren belki de ilk belge, 649’da Saragossa’lı Braulio’nun yazdığı mektuptur. Karolingler döneminde bu tür kutsal emanetlerin yaygınlaştığı görülmekte olup, yukarıda sözü edilen Radbertus ile Ratramnus arasında ortaya çıkan, Efkaristiya’nın özüne ilişkin tartışmalar da bu döneme rastlamaktadır. Batı Avrupa’da halen mevcut olan en eski kutsal kan emaneti, 925’te Reichenau’da sergilenmeye başlayan ve üzerinde İsa’nın kanının bulunduğu iddia edilen çarmıh parçasıdır. Birinci Haçlı Seferi’nden sonra Avrupa’ya tam bir kutsal emanet akını olmuş, 1247’de İngiltere Kralı III. Henry Westminster Kilisesi için bir kutsal kan emaneti temin etmiştir.

Doğrudan kan emanetlerinin yanı sıra, mucizevi şekilde “çarmıh tahtasından sürekli olarak akan kutsal kan” emanetleri de bulunmaktadır. Örneğin bu bağlamda Basel Katedrali’nin 1147’de Beyrut’tan satın aldığı bir emanetten akan kan, küçük şişelere konulup saklanıyor, başka kiliselere emanet olarak veriliyordu.39

Bazı gizli ya da okült teşkilatlanmalar da İsa’nın çarmıhta akan kanını kendilerine temel almışlardır. Bunların başında, Haçlı Seferleri dolayımıyla hayata geçen Tapınak Şövalyeleri bulunmaktadır. Bu şövalye teşkilatı, köklerini Aramatya’lı Yusuf’a kadar götürmektedir. Aramatya’lı Yusuf’un İsa’nın kanını bir kâsede (“Kutsal Kâse”: graal) topladığı, bunu sakladığı, daha sonra Yahudiye’den ayrılarak deniz yoluyla Batı Avrupa’ya gittiği, graal’in zaman içinde izinin kaybolduğu, Tapınak Şövalyeleri’nin ise bu geleneğin devamcısı olduğu anlatılmaktadır. Graal hikâyesi Fransa ve Almanya’da Chretien de Troyes ve Wolfram von Eschenbach tarafından Parceval (Parzival)40 başlığı altında edebi bir metin haline getirilmiştir.

İngiltere’deyse Merlin, Balıkçı Kral, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri efsanesinde anılmaya devam etmiştir.41 Öte yandan Richard Wagner’in 1882’de tamamladığı Parsifal isimli son operası da aynı konuyu işlemektedir.42

Sonuç yerine
Bu kısa incelemede elde edilen veya çıkarsanan sonuçları şu şekilde özetlemek mümkündür:
• Yahudilik ve Hıristiyanlıktan önce de Ortadoğu kökenli din ve inanışlarda kan konusu önemli bir yere sahip olmuştur.
• Yahudi dini akidesinde kan, Tanrı’nın verdiği canla özdeş olduğundan, hem inanç, hem de pratik gündelik hayatla ilgili somut birtakım hüküm, emir ve kurallar vazedilmiş veya yaşanılarak geliştirilmiştir. Bu durum, Yahudilikte din ile gündelik hayat arasındaki sıkı ve kopartılamaz bağın (örneğin berit, nida, kaşerut vs.) ne kadar güçlü olduğunun bir göstergesi olsa gerektir.
• Hıristiyanlıkta ise kan konusu, dinin bir sırrı olarak anlaşılmış ve Yahudi inancından devralınan bazı uygulama, düşünce ve imgeler (kurban, kuzu, Fısıh kuzu gibi), dönüştürülerek İsa’nın kanına ayrı ve özel bir anlam yüklenmiştir. İsa’nın kanı, tüm insanlığı akladığı gibi, Efkaristiya ayininde onun kanı ve bedeniyle paydaş olunarak Tanrı-insan ilişkisi düşüncesine/inanışına yeni bir boyut katmıştır.

2. BÖLÜM>> http://www.cafrande.org/?p=11041

Notlar
1 Matthias Stubhann (der.), Die Bibel von A-Z – Das aktuelle Lexikon zur Bibel, Erlangen, Karl Müller Verlag, 1985, s. 108 (“Blut” maddesi).
2 http://www.sungaya.de/schwarz/allmende/blut.htm (Erişim Tarihi: 23.07.2003).
3 Alexander Heidel, Enûma Eliş – Babil Yaratılış Destanı, çev. İsmet Birkan, Ankara, Ayraç Yayınevi, 2000, s. 71 (italikler bana ait – khö).
4 Ayrıntılar için bkz. Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Cilt 1: Taş Devrinden Eleusis Mysteria’larına, çev. Ali Berktay, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2003, s. 81-83.
5 “Yaratılış/Bereşit” kitabı hariç, Kitabı Mukaddes’ten yaptığım tüm alıntılar için: Kutsal Kitap – Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur, İncil), Yeni Çeviri, İstanbul, Kitabı Mukaddes Şirketi, 2001. “Yaratılış/Bereşit” için bkz. Tora – Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla, Tora ve Aftara, 1. Kitap: Bereşit, çev. ve düz. Moşe Farsi, İstanbul, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın, 2002.
6 Levinas’ın “yüz” (çehre) analizlerinin burada topik olarak öncelendiği görülmektedir.
7 Bu ayetin alternatif bir çevirisi: “Kayin’i kim öldürürse, ondan yedi kat intikam alınacaktır” (Rabi Arye Kaplan).
8 Yusuf Besalel, Yahudilik Ansiklopedisi, Cilt 2: K-R, İstanbul, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın, 2001, s. 314 (“Kaşerut” maddesi).
9 Besalel, a.g.e., s. 314.
10 Besalel, a.g.e., s. 314-315.
11 Herbert Haag (der.), Bibel-Lexikon, Zürich/Köln, Benziger Verlag Einsiedeln, 1956, Sütun 249 (“Blut” maddesi).
12 Morris Jastrow Jr., George A. Barton, “Blood-Relationship”, Jewish Encyclopedia, http://jewishencyclopedia.com/view.jsp?artid=1176&letter=B&search=blood (Erişim Tarihi: 23.07.2003).
13 Emil G. Hirsch (v.d.), “Circumcision”, Jewish Encyclopedia, http://www.jewishencyclopedia.com/view.jsp?artid=
514&letter=C&search=blood (Erişim Tarihi: 23.07.2003). Ayrıca bkz. Louis Jacobs, The Jewish Religion – A Companion, Oxford/New York, Oxford University Press, 1995, s. 81-83 (“Circumcision” maddesi). Yine berit’le ilgili olarak bkz. Yusuf Besalel, Yahudilik Ansiklopedisi, Cilt 1: A-J, İstanbul, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın, 2001, s. 106-108 (“Berit Mila” maddesi).
14 Besalel, a.g.e., s. 445 (“Nida” maddesi).
15 Besalel, a.g.e., s. 445 (“Nida” maddesi).
16 http://www2.kenyon.edu/depts/religion/projects
/reln91/Blood/mission.htm (Erişim Tarihi: 23.07.2003)
17 Hans Küng, Das Christentum – Die religiöse Situation der Zeit, München/Zürich, Piper Verlag, 1999, s. 115. Ayrıca bkz. Rudolf Bultmann, Theologie des Neuen Testaments, 9. Auflage, Tübingen, J.C.B. Mohr (Paul Siebeck), 1984, s. 60. Genel olarak “Havariler Konsili” için bkz. Hans Conzelmann, Grundrisse zum Neuen Testament, Band 5: Geschichte des Urchristentums, 7. Auflage, Göttingen, Vandenhoeck und Ruprecht, 1989, s. 67-75.
18 Luther’in teolojisi hakkında derli toplu bir sunum için bkz. Oswald Bayer, “Martin Luther (1483-1546)”, Carter Lindberg (der.), The Reformation Theologians – An Introduction to Theology in the Early Modern Period, Oxford/Malden, Blackwell Publishers, 2002, s. 51-66.
19 Haag, a.g.y., Sütun 250.
20 Catechismus Catholicae Ecclesiae, Citta del Vaticano, Libreria Editrice Vaticana, 1997; Çevrimiçi Versiyonu: http://www.vatican.va/archive/catechism_lt/index_lt.htm (Erişim Tarihi: 23.07.2003); Türkçe çevirisi: Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, çev. Dominik Pamir, İstanbul, 2000; Çevrimiçi Versiyonu: http://www.katolikkilisesi.com/dinegitimi.html (Erişim Tarihi: 23.07.2003). Bu kaynaktan yapılan alıntılar CCE olarak kısaltılacak, alıntıların sonundaki sayılar, metnin paragraf numaralarını gösterecektir.
21 Efkaristiya’nın tarih içindeki gelişiminin ana hatları için bkz. Linwood Urban, A Short History of Christian Thought, Revised and Expanded Edition, New York/Oxford, Oxford University Press, 1995, s. 266-314.
22 Nakleden: Blake Leyerle, “Blood is Seed”, Journal of Religion, January 2001, Vol. 81, Issue 1, s. 26.
23 Alister E. McGrath, Christian Theology – An Introduction, Third Edition, Oxford/Malden, Blackwell Publishers, 2001, s. 522.
24 Nakleden: McGrath, a.g.e., s. 522.
25 Nakleden: McGrath, a.g.e., s. 523.
26 McGrath, a.g.e., s. 523-524.
27 Aristoteles, “Organon I: Kategorien”, Birinci Bölüm, Dördüncü Başlık, 1b-2a, Aristoteles Philosophische Schriften in sechs Bänden, Band 1, Almancaya çev. Eugen Rolfes, Hamburg, Felix Meiner Verlag, 1995.
28 Heinrich Denzinger, Peter Hünermann, Enchiridion symbolorum definitionum et declarationum de rebus fidei et morum, Griechisch/Lateinisch – Deutsch, Kompendium der Glaubensbekenntnisse und kirchlichen Lehrentscheidungen, 37. Basım, Freiburg, Herder, 1997, Belge 802. Ayrıca bkz. Lehramtliche Texte der Katholischen Kirche, http://theol.uibk.ac.at/leseraum/texte/250-29.html (Erişim Tarihi: 23.07.2003).
29 Reformasyon’un tarihi için bkz. Kaan H. Ökten, Reformasyon Dönemi Siyasal ve Dinsel Düşünce Tarihine Giriş, İstanbul, Alfa Basım Yayım, 2003.
30 Alister McGrath, Reformation Thought – An Introduction, Third Edition, Oxford/Malden, Blackwell Publishers, 1999, s. 174-190. Luther’in sakramental sistemi için bkz. Hakan Olgun, Luther ve Reformu – Katolisizm’i Protesto, Ankara, Fecr Yayınevi, 2001, s. 178-182.
31 Bu belgenin çevirisi için bkz. Ökten, a.g.e., s. 280-332.
32 Carter Lindberg, The European Reformations, Oxford/Cambridge, Blackwell Publishers, 1996, s. 191-197
33 Denziger, Hünermann, a.g.e., Belge 874 ve 883. Ayrıca bkz. Henry Bettenson, Chris Maunder, Documents of the Christian Church, Oxford/New York, Oxford University Press, 1999, s. 278. Heinrich Rinn, Johannes Jüngst, Kirchengeschichtliches Lesebuch, Tübingen, J.C.B. Mohr (Paul Siebeck), 1915, s. 287.
34 Aktaran: McGrath, a.g.e., s. 525-527.
35 Pope John Paul II, Encyclical Letter: Ecclesia de eucharistia, http://www.vatican.va/holy_father/special_features/
encyclicals/documents/hf_jp-ii_enc_20030417_ecclesia_eucharistia_en.html (Erişim Tarihi: 21.04.2003).
36 Nakleden: Caroline Walker Bynum, “The Blood of Christ in the Later Middle Ages”, Church History, December 2002, Vol. 71, Issue 4, s. 685-686.
37 Nicholas Bozon, “Our Chevalier”, David F. Ford, Mike Higton (der.), Oxford Readers: Jesus, Oxford/New York, Oxford University Press, 2002, s. 121-122.
38 Eugene Gorny, “Bloody Man: The Ritual Art of Hermann Nitsch”, http://www.zhurnal.ru/staff/gorny/english/nitsch.htm (Erişim Tarihi: 23.07.2003).
39 Bynum, a.g.y., s. 692-694.
40 Graal anlatısı için bkz. The High History of the Holy Graal, http://sunsite.berkeley.edu/OMACL/Graal/ (Erişim Tarihi: 23.07.2003), Wolfram von Eschenbach, Parzival, İngilizceye çev. Arthur Thomas Hatto, Harmondsworth, Penguin Books, 1980. Graal’le ilgili anlatıların derli toplu bir sunumu için bkz. Andrew Sinclair, The Discovery of the Grail, London, Arrow Books, 1999.
41 Bu konuda bkz. http://www.timelessmyths.com/arthurian/grail.html (Erişim Tarihi: 23.07.2003). Aramatya’lı Yusuf’la ilgili olarak bkz. Daniel C. Savone, “Joseph of Arimathea, the Holy Grail and the Turin Shroud”, http://www.shroud.com/scavone2.htm (Erişim Tarihi: 23.07.2003).
42 Parsifal operasının libretto’su ve bu sözlerin graal anlatısıyla karşılaştırılması için bkz. http://home.t-online.de/home/lapsitexillis/parsif-1.htm ve sonraki link’ler (Erişim Tarihi: 28.07.2003)

Kaan H. Ökten
Cogito – Sayı: 37 Güz 2003

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz