Lunaçarski, Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirilen sanat ve kültür politikasının belirlenmesinde, örgütlenmesinde, düzenlenmesinde, geliştirilmesinde birinci dereceden rol oynayan kişilerden biridir.
25 Ekim 1917’de (yeni takvime göre 7 Kasım) Ekim Devrimi’nin zafere ulaşmasının ardından, II. Sovyetler Kongresi tarafından 26 Ekim’de (yeni takvime göre 8 Kasım), Lenin başkanlığında bir “Halk Komiserleri Konseyi” kurulması kararı alınmış, bu konseyde “Eğitim İşleri Halk Komiseri” görevi Lunaçarski’ye verilmiş ve Lunaçarski, 1929 yılına kadar bu görevi başarıyla sürdürmüştür.
Lunaçarski’nin, 12 Şubat 1933 tarihinde, SSCB Yazarlar Birliği Örgütleme Komitesi’nin 2. Plenumuna sunduğu bu rapor, daha sonra Sovyetler Birliği’nin resmi sanat çizgisi olarak kabul edilecek olan “sosyalist gerçekçilik” üzerine çok önemli düşünceler içermektedir. Lunaçarski, rapora şöyle başlamaktadır:
“Sanat, her zaman toplumun üstyapısının bir parçasıydı ve sınıf mücadelesinde aktif bir rol oynadı. Egemen sınıflar onu kendi çıkarlarına uygun bir toplum yaratmak için kullandılar; tarihsel gelişme içinde egemen sınıfların karşısına çıkan sınıflar tarafından da o, bu mücadelede silah olarak kullanıldı. Sözüm ona sanat için sanat -yaşamdan kaçan, gerçek yaşam sorunlarına oldukça uzak duran ve onu açıkça aşağılayan bir sanat, aktif veya pasif, bilinçli veya bilinçsiz toplumsal güçlere uzak duran bir sanat- her şeye rağmen, oldukça berrak ve belirli bir şekilde belli sınıf çıkarlarına hizmet eden toplumsal bir güçtür.
Marksist sanat ve edebiyat bilimi, sanatın toplumsal yaşamdan gerçek bir kopuşunu mümkün sayan yalancı teoriyi reddetti. Biz, toplumsal hayata sırt çevirmenin, bu toplumsal hayata karşı belli bir tavır almak demek olduğunu ortaya çıkardık.” (s. 326)
Lunaçarski, sanatın toplumsal temeli ve rolü üzerinde durduktan sonra proletaryanın nasıl bir sanattan yana olması gerektiği sorusuna geçmektedir:
“… Proletaryanın ve onunla ittifak içindeki grupların sanatı esasında sadece gerçekçi olabilir. Ve niçin? Daha Plehanov, alışıldığı üzere tüm aktif sınıfların gerçekçi olduklarının altını çizmişti. Marx, bizim dünyayı kavramak değil değiştirmek zorunda olduğumuzu söylemişti. Ama insanın kendini sadece gerçeğin bilinmesiyle sınırlaması durumunda bile o bir gerçekçidir.” (s. 328)
Lunaçarski, proletaryanın sanatta gerçekçilikten yana olması gerektiğini belirttikten sonra, tarihte toplumsal hareketin öncüsü olduğu dönemlerde burjuvazinin de gerçekçi bir sanattan yana olduğunu aktarmaktadır. Lunaçarski, daha sonra proletaryanın hizmetinde yeni bir aşamaya yükselen gerçekçiliğe, sosyalist gerçekçiliğe geçmektedir:
“Sosyalist gerçekçilik neden oluşmaktadır?
Her şeyden önce o da gerçekçidir, gerçeğe bağlıdır.” (s. 331)
“Biz gerçeği kabul ediyoruz, biz onu statik olarak kabul etmiyoruz, -onu statik olarak tekrar tanımak mümkün olur muydu?- biz onu her şeyden önce görev olarak, gelişme olarak kabul ediyoruz.” (s. 331)
“Sosyalist gerçekçi gerçekliği, zıtların sürekli mücadelesi içindeki gelişme olarak, hareket olarak kavramaktadır.” (s. 332)
“Gerçekten devrimci sosyalist gerçekçi, gerilimli heyecanların insanıdır ve bu durum onun sanatına renklerin ateş ve ışık gücünü katar.
Sosyalist gerçekçi statikçi olamaz, kaderci olamaz, o tamamen tutkulu, mücadeleci olmalıdır.” (s. 332)
Gerçeğin durağan, statik ve kaderci değil, hareket halinde, gelişme halinde kavrandığı bir sanat anlayışının ifadesi olarak gerçekçiliği savunan Lunaçarski, burjuva ideologları tarafından bunun nasıl çarpıtıldığını aktarmaktadır. Burjuva ideologları, örneğin Sovyetler Birliği’nde o an yaşanan hayattan olumsuz bir parça göstermekte, bu olumsuz parçayı öne çıkararak insanlarda tüm Sovyetler Birliği üzerine karamsar düşüncelerin oluşmasına sebep olmakta ve buna gerçekçilik demektedirler. Bu yapılan, belli bir anlamda, olumsuz anlamda gerçekçiliktir. Bu kullandıkları yöntemle burjuva ideologları, Sovyetler Birliği’ndeki hayatı, gelişmesi ve hareketi içinde değil, bu gelişme ve hareketten kopararak ve bir parçayı öne çıkararak açıklamaktadırlar. Bu anlamda bu yöntem, gerçek hayattan bir parça alınarak da yapılsa, gerçekliği doğru olarak yansıtmamaktadır.
Lunaçarski, daha sonra sosyalist gerçekçiliğin anlamı, yöntemi, niteliği ve hedefleri üzerine şu geniş tanımlamayı yapmaktadır:
“Sosyalist gerçekçilik, oldukça geniş bir programdır; o bizde şu an var olan ve gelecekte edineceğimiz çok değişik yöntemleri kapsamaktadır; o, son derece mücadeleci, son derece yapıcıdır; o insanlığın komünist geleceğinden emindir ve o proletaryanın, partisinin, önderinin gücüne güvenmektedir; o, dünya çapındaki sosyalist inşanın bizim ülkemizde gerçekleşen birinci perdesinin ve ilk esas mücadelenin büyük önemini kavramaktadır.” (s. 338)
Bu tanımdan sonra Lunaçarski, sosyalist gerçekçiliğin değişik sanat akımları içindeki gelişimini anlatmaktadır. Daha sonra Lunaçarski, sosyalist gerçekçiliği benimseyen sanatçıların görevleri ve çalışma biçimleri üzerinde durmakta; onlardan mutlaka Marksizm-Leninizm bilimini, diyalektik materyalizmi kavramaya çaba ve özen göstermelerini talep etmektedir.
Sonsöz yerine
Lunaçarski, ilk kez 1933 yılında yayınlanan bu makalesinde, sosyalist gerçekçilik ve biçim sorunu üzerinde durmakta, sosyalist gerçekçiliğin belli bir biçimi olup olmadığı sorusuna yanıt vermektedir:
“«Biçim» kelimesi, hem esasen Avrupa sanat bilimi yazını içinde, hem de bizde, kesin olarak tespit edilmiş bir anlama sahip değildir. Buna rağmen ben, «sosyalist gerçekçilik» sloganının biçim belirlenmesi olarak görülmesine karşıyım. «Sosyalist gerçekçilik», belli bir çağ boyunca egemen olacak olan (ve belki de sosyalist insanlığın, yani insanlık sanatının nihai, en yüksek biçimlerini karakterize edecek olan) bir öğretinin tamamıdır. Fakat gerçekçilik, klasisizm, romantizm gibi öğretiler de çok çeşitli biçimlere sahiptiler.” (s. 359)
“Parti, proletarya edebiyatı sorununu ele aldığı yerlerde, hiçbir zaman proleter edebiyatın biçiminin ne olması gerektiğini belirlemeye kalkışmadı…
Genel olarak biz, bu sorunda da yolun sonunda değil, bilakis başında bulunuyoruz. Biz, herhangi bir şekilde şimdi, teorik olarak proleter biçimin ne olduğunu belirleyecek, bunun ardından ona sadık kalmaya çalışacak, ona uymayanları kesecek veya cezalandıracak durumda değiliz. Biz, tiyatro yazarlarımıza (ve yazarların hepsine) biçim aramada en geniş özgürlüğü tanımak ve onların bu arayışından, onların başarı ve başarısızlıklarından, sosyalist sanat yaratımının ana biçimleri için örnekler türetmek zorundayız.” (s. 361)
Lunaçarski’nin bu makalede biçim üzerine dile getirdiği görüşler, nüve olarak daha önceki yazılarında ve “sosyalist gerçekçilik” üzerine raporunda mevcuttur. Lunaçarski, sosyalist gerçekçiliğin biçimi ne olmalıdır diye çok ateşli yürütülen tartışmaların ortasında, belli bir biçimin sosyalist gerçekçiliğin biçimi olarak ilan edilmesine karşı çıkmakta, bu alanda daha yolun başında bulunulduğuna işaret etmekte, ileride oluşacak ana biçimlere örnek teşkil etmeleri için sanatçılara biçimde tam özgürlük verilmesini talep etmektedir.
Ne yazık ki, Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeler Lunaçarski’nin talep ettiği yönde olmamış; klasik gerçekçi biçimler sosyalist gerçekçiliğin asıl biçimi olarak kabul edilerek, biçimsel yeni denemelerin gelişmesi önemli ölçüde frenlenmiştir. Biçimdeki bu yeni yön, Sovyetler Birliği’ndeki sanatın gelişmesini uzun sürede oldukça olumsuz etkilemiştir.
Sovyetler Birliği’nde, sosyalist gerçekçiliğin biçiminin belirlenmesi konusunda yapılan bu hata üzerine yurtdışında yayınlanan Güney’in 11, 12, 13 ve 14. sayılarında detaylı olarak elle alınıyor. Merak eden okuyucular bu sayılara bakabilirler.