Solun Siyasal İslam’la Flörtü ve Laiklik – Jusef Hasek

MarksSolun, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını ön gören fakat yine de egemen bir dinin varlığını sürdürdüğü ve iktidarı korumak için araçsallaştırılan “devletçi laikliğe” mesafe alıp; her insanın inanma ve inanmama özgürlüğünü, devletin tüm din, inanç ve mezheplere eşit mesafede bulunmasını, kamu kaynaklarının insanların dinsel ibadetlerinin gereğini yerine getirmesi amacı ile hiçbir şekilde kullanılmamasını içeren “özgürlükçü laiklik” anlayışını benimsemesi gerekiyor.

Sosyalistlerin dini ve laikliği nasıl anlamaları gerektiği konusundaki tartışma, yeni-sömürgecilik tartışması açısından da önem taşıyor. Laiklik 18 ve 19 uncu yüzyılların burjuva liderlerinin temel taleplerinden biri olarak tarih sahnesine çıkar. Aydınlanma, insanlığın hakikate akıl ve rasyonel toplumsal kurumlar aracılığı ile varacağını, dolayısıyla da toplumsal örgütlenmenin akıl üzerine dayandırılması gerektiğini savunur. Bu bakımdan, din ve devlet işleri birbirinden ayrılmalı; yazgı insanlığın kendi ellerine yeniden verilmelidir.

Fransız Devrimi, laiklik konusunda en ileri örneklerden biri sayılabilir. Devrim, dinin yerine; “akıl dinini” koyar.
Kemalist devrim de bu anlamda pozitivist bir devrimdi. Üretici güçler bakımından geri bir ülkede burjuva demokrasisi kurmaya çalışan Kemalistlerin müttefiki’ bırakın devrimci olanını bir yana, bir burjuvazi sınıfı bile yoktu hatta devrimin aşağı tabakalardan halk kesimlerinin sözcülerinin tam desteğini aldığı da söylenemezdi. Kemalist devrim, daha çok devrimin bir grup öncü devrimci tarafından “tepeden inme” darbe şeklinde, yapılmasını savunan ve dinin, yasalarla yasaklanabileceğini ve ortadan kaldırılabileceğini düşünen Blankici sosyalistlerin hareketini çağrıştırır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak kurumsallaştırılan devletçi laiklik anlayışı, temel olarak dinsel simge ve pratiklerin siyasal alandan arındırılması yaklaşımını savunmuştur. Böylece siyasal alan kontrol altına alınmış, fakat aynı zamanda dinsel olarak da bir dini/mezhebi egemen kılmaya olanak tanıyan başka bir işleyiş yaratılmıştır. “’Muhalif’ bir ideoloji olarak uzun süre kendini açığa vurma imkânı bulamayan İslam, devletin kurucusu olan partinin antitezi olarak ve kendini kamufle ederek zamanla fiilen genel muhalefet hareketinin bir parçası haline gelmiştir, buna en iyi örnek Demokrat Parti’deki köylü İslam’ı akımıdır.
Din ile siyaseti düşman hatları misali birbirinden ayıran Marks’ın iktisat teorisinde bir toplumun bu tarih içinde edindiği milli kimliğin bir önemi yoktur, yine bu toplumun dini inanışlarının bir önemi yoktur, toplum sınıflandırılırken sadece üretim tarzındaki yerine bakılır. Din Marksizm’de sadece bir düşünce kategorisidir. Marks’ta Hegelci tanrı/devletin yerini proletarya alır. Böylelikle Marks soyut bir özne olan tanrı ya da devletin yerine somut proletaryayı koyar.
Marks dine karşıydı ve dinle de mücadele etmekten yanaydı. Atatürk ise şeriatçı bir imparatorluktan laik bir devlete geçiyordu. Bu noktada Marksistlerle Atatürkçülerin eylemlerinin epey paralellik taşıdığı düşünülebilir.
Marksistlerin laiklik gibi bir programı hiç olmadı çünkü buna gerek yoktu, zira güçlü bir Reform, Rönesans ve Aydınlanma hareketinin olduğu sanayi toplumu Avrupa burjuva demokrasilerinde din, toplumda zaten bayağı geriletilmişti. Kilise mülklerine el konulduğu, din adamlarının -ruhban sınıfı-, devletin mahalli yönetimlerinde çalışmalarının engellendiği, mahkemelerde İncil üzerine yemin edilmesinin yasaklandığı, Kilise’nin nüfus sicili/kütüğü tutma ve bununla ilgili belge verme yetkisinin kaldırıldığı Paris Komünü deneyimi bu geriletmenin tarihsel arka planına örnek olarak verilebilir.
Ancak Üçüncü Dünya’da tam tersi bir gelişme söz konusuydu. Kapitalistleşme ile birlikte gericilik ve dinsel tutuculuk güç kazanıyordu, bu da laiklik mücadelesini bir burjuva devrim programı haline getirmeyi zorunlu kılıyordu.
Ancak sol bu mücadeleyi verenleri de burjuvalıkla küçümsemiştir. Çarşafla mücadele etmek ve kıyafet devrimi kimi sosyalistlere göre küçücük bir üstyapı devrimidir.
Ancak laiklik mücadelesinden kopan sosyalizm mücadelesinden de kopar. Eğer alt yapı üst yapıyı belirliyorsa ve din bir üstyapı kurumu ise, Marksistlerin tıpkı milliyetçilikle mücadele ettikleri gibi dincilikle de mücadele etmeleri gerekmez mi? Din, Marks’ta bir yabancılaşma biçimi olarak tanımlanmış ve kitleleri hakları için mücadele etmekten alıkoyan, statükoyu korumak için kullanılan bir afyon olarak görülmüşse, laiklik mücadelesinin de aynı zamanda sosyalist bir mücadele olarak görülmesi gerekmez mi?
Lenin de, ”Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. (…) Bu bakımdan din halkın afyonudur. (Sosyalizm ve Din)”, der.
Ama Marksistler dinsel düşünceye karşı mücadeleyi devrim sonrasına ertelemiş, devrime kadarsa milliyetçilikle mücadele programı benimsemişlerdir. Bu bağlamda ’sınıf’, analize bu nokta itibari ile dâhil edilmemiştir.
İslam fıtratı gereği işçi sınıfının demokratik kazanımlarına ve özgürlükler alanına yönelik bir tehdit olmayı sürdürmektedir. Bu açıdan, sömürünün ortadan kalkmadığı bir toplumsal ilişkiler sistemini ön görmediği için İslam, ne antiemperyalist ne de özgürlükçü olabilir.
İslam, toplumsal adaletsizliği, toplumdaki zenginlerin vicdanlarını harekete geçirerek azaltmayı öngörmekle aslında baştan sınıflı bir toplum tasavvuru olduğunu gösterir. İslam’da vermek istemeyen bu zenginler için herhangi bir yaptırım ön görülmemiştir, zekât, hayırseverlik ve sadaka anlayışı gönüllülük esasına dayanır.
Özel mülkiyeti ve miras hakkını güvence altına alan, ticareti ısrarla teşvik eden, fiyatlara narh koymayıp “serbest pazar”ın önünü açan İslamiyet, ahlaki normlara sahip (!) bir kapitalizm ön görür, peki kapitalizmin ahlaki olanı mümkün mü?
“Sosyalizm ve İnsan Ruhu”nun yazarı Oscar Wilde “hayırseverlik, çok sayıda günahın anasıdır” der. Bence de sınıfsal durumundan bağımsız bir “vicdan” yoktur.
İslam’ın ya da başka bir dinin belirli bir “adalet” ve “eşitlik” yorumu ile toplumdaki eşitsizliği belli bir oranda hafifletmesi belki mümkündür, fakat bu bir ‘Öz gerçekleştirim’ olarak özgürlük fikrini zorunlu biçimde beraberinde getirmez. Bu bakımdan, eşitlik ve özgürlük birbirinden ayrılması gereken iki olgu olarak değerlendirilmelidir.
Marks’ın esas problematiği, sınıflı toplumlardaki adil olmayan bölüşümün giderilmesinden daha çok, emeğin ve “bir bütün olarak” insanlığın özgürleşmesi sorunsalıdır.
İradenin başka ve mutlak bir iradeye devredilmesi tüm dinlerin ortak bir özelliğidir ve bu anlamda dinin tanıdığı özgürlük, mutlak bir iradenin çizdiği çerçeve içinde hareket etmek anlamını taşır. Bu açıdan dinsel özgürlüğün Marksistlerin anladığı anlamda bir özgürlükle ilgisi olabilir mi?
Burjuva kuramcıları özgürlüğü “zordan arınma” olarak, negatif biçimde tanımlar. Oysa Marks’ta özgürlük, bireylerin birbirleriyle ilişki içinde kendini gerçekleştirmesi biçimde tanımlanır ve bu haliyle pozitiftir. Bu bakımdan örneğin türban pratiği, bireyin kendini gerçekleştirmesi olarak özgerçekleştirimci bir özgürlük eylemi olarak tanımlanabilir mi?
Fakat ütopyasını “adil bir bölüşüm sistemi” ile sınırlayan, sosyalizmi sadece adil bir bölüşüm sisteminden ibaret gören Marksizm’in ekonomik indirgemeci yorumu, sosyalist solu bu açıdan siyasal İslam’a yakınlaştırmıştır. Günümüzde türban meselesinde sosyalistlerin bir kısmının türbanın yanında yer almasını ve felaketle biten İran’da TUDEH ve molla ittifakı ile Mısır’da Nasir ve Arap Baas rejimleriyle komünistlerin ittifakını Endonezya’daki devrimci hareketlerde yaşanan korkunç kırılmaları da işte bu indirgemeci yaklaşım ile illüzyonist özgürlük anlayışının sonucu olarak görüyorum.
Kendini toplumdan soyutlanmış gören sosyalist, dine karşı çıkarak halkın tepkisini çekmek istemez, üstelik bunu halkın dini değerlerine hoşgörü olarak teorileştirir! Sosyalist solun “düşmanımın düşmanı …” zemininde siyasi İslam’la bir araya gelmesi etik anlamda da sıkıntılı Makyavellist bir tutumdur. Solun amacı dinin kendi pozisyonlarını sağlamlaştırmasına katkı olmamalıdır.
Laik bir burjuva demokrasisinde din yok sayılmaz; ancak referans olarak da kullanılmaz. Laiklik, inanmamayı da bir hak olarak gördüğü gibi, hiçbir inanca karşı ayrımcılık yapılmamasının da güvencesidir.
Solun bence, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını ön gören fakat yine de egemen bir dinin varlığını sürdürdüğü ve iktidarı korumak için araçsallaştırılan “devletçi laikliğe” mesafe alıp; her insanın inanma ve inanmama özgürlüğünü, devletin tüm din, inanç ve mezheplere eşit mesafede bulunmasını, kamu kaynaklarının insanların dinsel ibadetlerinin gereğini yerine getirmesi amacı ile hiçbir şekilde kullanılmamasını içeren “özgürlükçü laiklik” anlayışını benimsemesi gerekiyor.
Bismarck’ın anti-klerikal Kulturkampf’ını (Kültür Savaşı) bile aratan uygulamalarla çoğunluğu Müslüman bir ülkede gericilikle mücadele edilemez.
“Tanrıya bugün hâlâ yapılabilecek en büyük hizmet, tanrıtanımazlığı zorunlu bir dogma yapmak ve dini genel olarak yasaklamaktır”, der Engels

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz