Oya Baydar: “Beynimizi, yüreğimizi, ahlakımızı başkalarına teslim etmeyi marifet saymak”

Ölü Bir Sincaba Ağıt
Akçakavaklar pamuklamaya başladığında tüylü görkemli kuyruğu, titrek bıyıkları, sincabî rengiyle ilkbaharın cümbüşüne katılırdı. Bodur meşelerin ve ulu gürgenlerin altına oturduğumuzda, meşe palamutu ve çam kozalağı stoklarının kıyıda köşede kalmış son taneciklerini küçük ön patilerinin arasına alıp kemirirken, üstümüze kavak pamukçuklarından haziran karları yağdırırdı. Birden, okuduğumuz kitabın sayfaları arasına düşen bir palamut parçasından, yarısı dişlenmiş bir fındıktan, mevsimsiz bir kozalaktananlardık orada olduğunu. Sokağın köşesindeki mahalle fırınından aldığımız, ninelerimizinkini anımsatan kurabiyelerden küçük parçalar koparıp ağacın tam dibine koyar, sessiz ve hareketsiz beklemeye başlardık.

Şimdi, körpe dalların, taze yeşil yaprakların arasına gizlenmiş, kuyruğunun ucundan bıyıklarına kadar dikkat kesilmiş, çevreyi, bizi ve asıl kurabiye kırıntılarını gözlüyordur. Küçücük boncuk gözleri ışıl ışıl, zaman zaman ürperen, ürperdikçe harelenen kürkü pırıl pırıldır. Birazdan, bol tüylü ünlü kuyruğu havada, dört küçük ayağı ve tırnaklarıyla ağacın gövdesine tutunarak, hızlı, ürkek ve çevik, inecek aşağıya. Kurabiye kırıntılarını ön patileri arasına alıp küçücük kafasını huzursuz bir dikkatle bir o yana bir bu yana çevirerek kemirecek. Sonra, sessizliği bozan ilk yaprak hışırtısında, ilk dal çıtırtısında ya da bir kuşun kanat çırpışında, şimşek gibi tırmanacak ağaca. Yapraklar arasında uçuk bir kızıl kahve renk, incecik bir dal çıtırtısı, havada asılı kalan bir ürkeklik, birkaç ağaç ötede bir küçük çocuğun sevinç çığlığı olacak.

Baharın ilk güneşiyle birlikte, dünyayı değiştirmenin sırlarını saklayanders notlarını, kitapları -diyalektiğin üç kuralı, beş yasası; devrimin genel geçer yasallıkları; strateji, taktik… koltuğumuzun altına sıkıştırıp kenti çevreleyen ormanlara, parklara, güneşli çayırlara çıktığımız; yaşamayı, dünyayı, tarihi, insanı, kendimizi müthiş ciddiye alıp geleceğinden asla kuşku duymadığımız bir devrimin öncüleri olmanın tüm yükü omuzlarımızda, dersten derse, konferanstan konferansa, kitaplıktan kitaplığa koştuğumuz; inancımızın amentüleri olan kitapları sayfa sayfa, satır satır didiklediğimiz ve hiç beklenmedik bir anda karşımıza çıkıveren bir dostluğu ilmek ilmek, duygu duygu, anı anı örmeye, beslemeye, büyütmeye çalıştığımız günlerden kalan ufacık, ürkek, güzel bir sincap…

Anımsıyor musun? Ulu ağaçların nefti gölgesinin düştüğü karanlık, rutubetli, esrarlı avlulara bakan penceremizin önündeki yeşil örtülü çalışma masamızın soluk ışığı geceyarılarını aşardı. Yüreğimizde, birbirimizle bile paylaşamadığımız bir kuşku, bir heyecan… “Dönebilecek miyiz? Nereye? Ne zaman?” Kışlada savaşı bekleyen askerler gibi iğne üstünde, huzursuz, ama göreve hazır; yatılı okul öğrencileri gibi haşarı, taşkın; uzun Rus kışlarına hazırlanan sincaplar gibi ciddi; baharla birlikte akçakavaklardan dökülen bembeyaz haziran karları gibi hafif; ilk müminler gibi coşkulu ve inançlı; doğru yanda olduğumuzdan, gerçeğin ve geleceğin, anahtarını elimizde tuttuğumuzdan, tarihi değiştireceğimizden emindik. Anımsıyor musun?

On yıl, yüzünü değiştiremedi, sesini de. Sadece, bir an sonra yüzünü aydınlatacak pırıl pırıl bir gülüşün; neşeli, güvenli, biraz da alaycı sözlerin habercisi o belli belirsiz bezğin ifade, bir daha sökülmemek üzere yerleşti bakışlarına. Uzun, yorucu bir günden, bitip tükenmez tartışmalardan, didişmelerden sonra, dudağının kenarına bir saniye konup hemen kaybolan bezginlik, şimdi özenli bir makyaj gibi oturmuş yüzüne.

Seni en çok o zamanlar, anlık yenilgiler, geçici teslimiyetler yüzüne, gözlerine, bakışlarına yansıdığında severdim. Sesini değiştirmemeye çalışırdın.
Yine de dudağının ucunun hafifçe bükülüşünden, kaşlarını başındaki ağrıyı kovmak istercesine yukarı kaldırışından, bakışlarından anlardım. Kimbilir kime, hangi kalın kafalı inatçıya kızmışsındır!

Sen, gün gibi açık, sapasağlam, tartışma götürmez doğrularımızı ne kadar anlatmaya çalışırsan çalış; o taş kafa anlamamıştır. Bıkkınlık çökmüştür üstüne, yorgunsundur…

Sana uysal bir görünüm veren bu yorgunluğu severdim. Yenilgiler, bıkkınlıklar kısa süreli, anlık olurdu zaten. Kaçınılmaz bir zafere yazgılı askerlerin umursamazlığı içinde, sonuna kadar güvenli ve küstahtık. Birkaç dakika sonra ince mizahın ve en muzip sesinle sorardın: “Hemşire, şu cansıkıcı münasebetsiz adamı da huzura kavuştursak mı acaba?”

Aramızdaki dostluk, yakınlık parolası, güzel şaka… Konuklarını ahududu likörüne kattıkları arsenikle zehirleyip huzura kavuşturan iki yaşlı kızkardeşi taklit etmek için, sesimi incelterek karşılık verirdim: “huzura kavuşsun hemşire! Ben ahududu likörünü kadehlere doldurayım…”

Gizli bir köşeden çıkardığım; kuyruklarda saatlerce bekleyerek, bin bir çabayla elde edilmiş konyağı, ince belli çay fincanlarına doldururken birbirimize bir göz atar, gülüşürdük. Çay rengi konyak kadehlerimizi tokuştururken, budalaca bir yasağa karşı çıkmanın tadı Ermeni konyağının kuru üzüm ve kayısı kokusuna karışırdı.

On yıl, saçlarının rengini değiştiremedi. Bal rengi; güneş vurduğunda yakamozlu. Dobra dobra bir eleştiriyi ya da iğneli bir şakayı yumuşatmak için attığın o küçük, telaşlı kahkaha da yerli yerinde. Mutfakta, bir yandan akşam rakısına eşlik edecek mezeleri birlikte hazırlar, bir yandan konuşup tartışırken, aynı yüz, aynı ses, aynı gülüş, aynı kendinden emin, biraz iddiacı, sevimli, şirret tavır…

Aynı mı? Peki sırtımdaki bu ürperti, yüreğimdeki bu sinsi korku –seni yitirme korkusu- bu her sözü bir kez daha açıklama gereksinimi, bu yabancılık, uzaklık da ne?

Sarmısakları tuzla ezdiğim çatalı tabağın içine bırakıp gözlerini arıyorum.
Gözlerin yanıltmaz, gözlerin bana yalan söyleyemez…

Bıkkınlığın, kanıksamışlığın, kaçaklığın gözlerinin içine, bakışlarına yerleştiğini hınzırca biliyorsun, ama umursamıyorsun. Her zamanki gibi neysen O’sun; saklamıyorsun. Aksine, üstüne üstüne gidiyor, şimdi de yenilgine meydan okuyorsun.

Cılız bir umutla soruyorum: “Hani bir sincabımız vardı, anımsıyor musun?”
Yumuşacık, usul bir yel geçiyor aramızdan. Bir fındık yere düşüyor. “Havada asılı kalan ürkek bir güzellik…” Elimizi uzatsak yumuşak, tüylü kuyruğunu okşayacağız sanki.

“Hayal meyal hatırlıyorum. Budalalar gibi ders çalıştığımız parktaydı. Şimdi düşünüyorum da, amma havaya girmişiz. Üstelik en sersemleri de biz değildik hani! Devrimin genelgeçer yasalarını ezberlerdik…”

O çok tanıdık, çok sevgili, alaycı, acımasız küçük kahkaha… Sonra alabildiğine hırslı, sert, buruk: “Genelgeçer değil, delergeçer yasalarmış meğer… Kaybolmuş yıllarımızdı. Budalaca imandı. Beynimizi, yüreğimizi, ahlakımızı başkalarına teslim etmeyi marifet saymaktı…”

Sussan, bu kadar acıtmasan; böylesine ezip yok etmeye çalışmasan ortakkimliğimizi. Bir daha asla geri dönülemeyecek, asla yeniden başlayamayacak, değiştirilemeyecek ve unutulamayacak geçmişimizi inkarda bu kadar ödünsüz, kesin, gaddar olmasan…

Bu huyunu bilirim. Daha çok acıtmak istiyor şimdi. Sonuna kadar gitmek; sağlam, güzel, sevmeye değer hiçbir şey bırakmamak; sincabı, ahududu likörünü, umutları, dostluklarıyla, ortak geçmişimize ait ne varsa yok etmek, silmek…

“Sen bir de İspanya iç savaşı diye tutturmuştun o sıralarda. Neydi İspanya iç savaşı, şimdiki aklımızla bakacak olursan? Romantizmden ve devrimcilik’ten kurtulup da biraz eşeledin mi, komünistlerle anarşistlerin, birbirlerini falanjistlerden daha fazla öldürdüklerini görürsün. 17 neydi peki? Buz gibi darbecilik. Bir avuç serdengeçti; hani şu öncüler!.. Biz de öncüydük ya! Al sana devrimin genelgeçer yasalarını. Sincaplı parkta onları ezberledik. 70 yılda böyle gümbür gümbür çökeceği de yazılı mıydı o yasalarda?”

Ezilmiş sarmısakları cacığın yoğurduna katarken, nedense, çok eskilerde, yıllar öncesinde, çocukluğumda kalmış bir olayı -hayır, bir duyguyu- anımsıyorum…

Oturduğumuz küçük kasabadaki tek oyuncakçı dükkanının prensesi, gözleri kapanan, sarı saçları bukle bukle omuzlarına dökülen bebeği çok istediğimi, kimselere, teyzeme bile söylemeye cesaret edememiştim. “Paramız yok o kadar,” sözünü duymaktan nefret eder, korkar, utanırdım. Çocuk ayaklarıma söz geçiremeyip dükkanın önünden her geçişimizde burnumu dakikalarca vitrine dayamamdan anlamışlardı yine de. Bebeğin doğum günümde alınacağını söylediklerinde inanmamış, kandırıp alay ettiklerini sanmıştım. “O kadar istemiyorum, zaten paramız yetmez,” diye mırıldanmıştım çocuk gururumu koruyabilmek için. Yine de, doğum günü sofrasına oturup annemin özenerek yaptığı, üzerinde altı mum yanan pastanın mumlarını üflemeden önce, kimselere belli etmemeye çalışarak gözlerimle bütün odayı tarayıp, büyük güzel bir kutu aramaktan alamamıştım kendimi. Babam üzgün bir sesle: “Bebeği bu doğum gününde de alamadık, o kadar paramız yoktu,” demişti. İçim ezilerek, dişlerimi sıkarak susmuştum. Pastanın mumlarını hırsla, bir nefeste söndürmüş; annemin çok kızacağını bile bile, çikolatalı pastayı beyaz sofra örtüsüne düşürmek için özel çaba göstererek ellerimle yemeye koyulmuştum. Babamın sofradan sessizce kalkıp yatak odasına gittiğini, elinde büyük bir karton kutuyla döndüğünü, yapmacık bir zafer nidasıyla, “Aaa, işte senin bebek buradaymış,” dediğini anımsıyorum. O anda içimde duyduğum korkunç öfkeyi, çaresiz acıyı, kendimi yerlere atılıp tekmelenmişçesine aşağılanmış hissedişimi anımsıyorum. Hiç sesimi çıkarmamıştım.

Ne alamadıklarını söylediklerinde, ne de küçük kızlarını büyük özveriler pahasına sevindirmiş olmaktan duydukları gururla kutuyu elime tutuşturduklarında hiçbir şey dememiştim. Mevsimsiz soğukların yaşandığı yağmurlu, kasvetli bir sonbahar günüydü. Kış erken gelmişti; demir soba köşede çıtır çıtır yanıyordu.
Kutuyu hiç açmadım; bebeğin yüzüne bir kez olsun bakmadım. Bir kez yüzünü görürsem, kucağıma alırsam yapamayacağımdan korkuyordum çünkü. Kutu kollarımda, sobaya doğru ağır ağır yürüdüğümü, sobanın alt kapağını açıp, kutuyu zorlana zorlana sobaya tıkmaya çalıştığımı, elimin yandığını, babamın ürkmüş -ama anlamış- bakışlarını; annemin çığlıklarını, “Ben demez miydim size bu yumurcak deli diye! Seni değer bilmez şımarık seni!.. “Ve sobanın açık kalan kapağından dışarı taşan alevleri, kıvılcımları, ama en çok da içimdeki o karşı konmaz öç alma duygusunu -Hayır, beni ezdikleri için onlardan değil, ezilmeye meydan verdiğim için kendimden öç alma isteği-, kendime acı vermekten, en sevdiğim şeyi yok etmekten duyduğum zevki, çocukluğumun en büyük hayalini yok ederken tattığım o kurtuluş ve özgürlük duygusunu anımsıyorum.

Tıpkı bebeği sobaya attığım andaki ben gibisin.

Yüksek sesle mi söyledim bunları? Duydun mu, bilmiyorum:

Cacık tamam, salata da… Sofrayı kuralım yavaş yavaş. Tabaklar burada, kadehleri içerideki dolaptan alır mısın?

Gündelik, zararsız konularda kalalım ki yabancılık, uzaklık, acıtma isteğin daha da artmasın. Mutfak kapısına dayanıp duruşun, ne üzgün, ne trajik, ne ciddi, hatta denebilir ki biraz muzip, hafifmeşrep, umursamaz, pürüzsüz sesin…

“Bir şey söylesem inanır mısın? Artık hiçbir şey yapmak istemiyorum. Hele birilerine öncülük etmek, hiç! Çok yaşamayı da düşünmüyorum zaten. Altmışı, altmış beşi buldum mu, bir kadeh ahududu likörü… Hık!.. Huzura kavuşurum…”

Yılların tünelinde yankılanan muzip, neşeli, genç bir ses: “Hemşire, şu adamı da huzura kavuştursak mı acaba?” Çay fincanlarında gizlice içilen kayısı kokulu bir konyak. Dışarıda lapa lapa yağan kar… O çok sevdiğimiz altın yaldız renginde kubbeler…

Ürkek bir umutla, can çekişen küçük bir kuş gibi çırpınan bir yürekle gözlerini arıyorum. Gözlerin, her şeyin kötü, tatsız bir şaka olduğunu hemen belli eder. Ama yüzünde; bakışlarında, küçücük bir bezginlik çizgisi, o anlık, geçici bıkkınlık gölgesi bile yok. Yüzün açık, duru, gölgesiz, dingin.
Meydan okumanın, hayatı yenmenin yeni bir biçimi, yenilgiye teslim olmamanın, yenilgiyi yenmenin bir başka yolu belki.

Yakın mısın, uzak mısın, dost musun, düşman mısın, bilmiyorum. Seni eskisi kadar seviyor muyum, sevmiyor muyum bilmiyorum. Orada öyle mutfak kapısına dayanıp durmuşsun. Omzunda tüylü güzel kuyruğu, ürkek zeki bakışlarıyla Gorki Parkındaki sincap. Çayırın üstüne bağdaş kurmuş, Devrim Tarihi kitabımızı önüne açmışsın. Daha her şey yerli yerinde. Ne duvarlar, ne inançlar yıkılmış; ne yıldızlar, ne heykeller, ne umutlar parçalanmış. Yüzüne zaman zaman o bezgin anlatım gelse de -Şu sıcak günlerde otuzundan, kırkından sonra böyle ders çalışmak!- ilk yaprak kıpırtısında, sincabın daldan dala ilk sıçrayışında, ya da yaptığım bir şakada aydınlanıveriyorsun. Yaşama sevincimiz her türlü yorgunluğu yeniyor. “Hemşire, şu parti tarihi hocasını huzura kavuşturalım mı, ne dersin?” Sincap ürküp omzundan yere atlıyor. Bir fındık kapıp şimşek hızıyla tırmanıyor ağaca. “Havada asılı kalan bir sincap anısı…”

Uzanıp elini tutuyorum. Gorki Parkının sincabı daldan dala atlıyor durmadan. “Hadi gelin, geç kalacağız…” Kolundan çekiyorum, sincap yine omzunda.
Aydınlık, yeşil bir zaman tüneline dalıyoruz. İstanbul tepelerindeki gecekondu mahallelerinden, yarı çıplak çocukların oynadığı tozlu yollardan, greve durmuş fabrikaların önlerinden hızla geçiyoruz. Başlarımızda beyaz örtüler, ellerimizde ölü resimleri, Dolmabahçe’den Taksim’e yürüyoruz.
Sokağa çıkma yasağı gecelerinde, 12’ye beş kala, yüreğimize yapışmış buz gibi bir korkuyla bir ev arıyoruz. Sincabın yüreği mi, bizim yüreğimiz mi bu atan?
Korkuyu yenmek gerek, acelemiz var, yapacak işlerimiz var. Korku dehlizlerindeyiz, kaçağız, yorgunuz, gizlenecek kuytu bir yer arıyoruz.
Kolundan çekiyorum, korkulu, ama umutlu yılları aşırıyorum sana. Sincap hep omzunda. Birlikte öte yana atlıyoruz. Bak bu meydanı tanırsın, bu nehre bakan tepeleri, şu kubbeleri, şu uzakta parlayan yıldızı, şu insanı ezen binaları, anıtları…

Kar yağıyor, cebimizde sıcak kestaneler ve kuyruklarda itile kakıla bekleyip aldığımız küçük konyak şişemiz, Leningrad’ın köprülerinden, kanallarından geçiyoruz. Biraz daha hızlı gidelim, arada ayrılıklar var, atlayalım onları. Madrid’de alabildiğine büyük taş bir meydandayız şimdi.
Oradan Granada’nın yasemin kokulu bahçelerine uzanıp taşın şiir oluşunu, mermerin tül oluşunu seyrediyoruz. Rengarenk çarşılarda dolaşıyoruz, bana çiçekli bir kedi hediye ediyorsun. Hızlı, biraz daha hızlı ne olur! Akropol’den inerken mor salkımlı çardaklı bir meyhane vardır, güneş batmadan yetişelim. Sen Nehrinin köprülerinden Notre Dame’ı seyrederken sincap yine omzunda.
Oslo’da Vikinglerin gemilerine binip kar altındaki Norveç kırlarına, tahta kiliselerin ıssız dinginliğine kavuşmak şimdi bize gereken. Buz tutmuş fiyordlardan Nerya mağarasının duvar resimlerine, oradan Luvar Nehri kıyılarına, su şatolarına ulaşıyoruz. Roma’da aslanlara atılan ilk Hıristiyanları düşünürken suskunuz. “Biz de tıpkı onlar gibiydik…” Elini daha sıkı tutuyorum.

Sincap omzunda ürkek duruyor. Kuzey denizlerinin kurşuni, yabancı sularından dönen sarı yağmurluklu balıkçıların, tanımadığımız, bir türlü sevemediğimiz bu denizlerin balıklarını teknelerinden indirişlerini seyrediyoruz. Kolundan çekip, bir yerlere, yeni kıyılara varmak için çılgınlar gibi koşturuyorum seni. Denize yüksekten bakan beyaz İspanyol köylerini; Toskana’nın sonsuza kadar sıra sıra uzanan buğulu tepelerini, unutulmaz selvilerini, Etna’nın ateşli karlı doruklarını ardımızda bırakırken seni yitiriyorum. Sonra tam artık buluşamayacağımızı sandığımız anda tünelin ışığının yeşilden griye, griden mora döndüğü noktada Ravenna’nın ebemkuşağı mozaiklerinde, kurnalardan su içen mavi güvercinlerinde, serin taş meydanlarında karşılaşıyoruz. Frankfurt’ta garip bir pazarda Hint parfümü kokulu, mor çiçekli ipek bir sariye bürünüyoruz. Elinden son bir kez çekiyorum seni, sevgiyle, usulca. Zaman tünelini aşıp tanımadığımız çok sakin, çok mavi, çok uzak bir kıyıya varıyoruz. Yüzün, bunca uzun yoldan, böyle uzun bir koşudan yorgun, ağzının sol kenarında o küçücük bezginlik çizgisi… Sanki her şey eskisi gibi. Sincap yavaşça yere düşüyor omzundan. Havada, ölü bir sincaptan arta kalan hüzünlü boşluk…

Elveda Alyoşa
Oya Baydar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz