“Başkalarının doğrularına tutunmaktan çok, kendi yanlışlarıdır insanı şair eden”| Entelektüel Şiir

Ahmet Oktay, “entelektüel uçlarını sürekli abartan bir şiir, sonunda yapmacıklığa/züppeliğe dönüşebilir kolaylıkla” diyor ve ben bu saptamaya bütün kalbimle katılıyorum. Kuşkusuz, yetenek yetmez bir insanı şair etmeye; genlerden ileri geldiği, kalıtsal sayıldığı üstünde durulan yeteneğin ancak ve ancak başlama vuruşu gibi algılanması gerekir. Maçı götürecek, iyi bir skorla kazanacak olan ise sonsuz bir iştahla edinilen bilgidir, bunun sonucu olarak da birikimdir. Bu anlamda entelektüele yakın durur şair. Ama, şiir bilgisini, birikimini başa kakacak kertede göstermemelidir şiirde, ya da bana öyle geliyordur. Aralarındaki ilişki Akgün Akova’dan öğrendiğim örnekte olduğu gibi olmalıdır.

Mesafe kirpilerin birbirlerini ısıtmak için korudukları mesafeyi andırmalıdır. Çok hoşuma gittiği, entelektüel-şair ilişkisi bağlamında iyi bir örnek teşkil ettiği için aktarmak istiyorum: “Kirpiler, soğuk günlerde üşümemek için birbirlerine yaklaşırlar, ama çok yaklaşırlarsa dikenleri birbirine batar, uzaklaşırlarsa da üşürler. Kirpiler aralarında öyle bir uzaklık bırakırlar ki, ne üşürler ne de canları yanar” (Elimi Tut Yeter, Çınar Yayınları, 1998). Şiirin de şairin de canını yakmayacak bir mesafeden söz etmeye çalışıyorum, Ahmet Oktay’ın uyarısını biraz daha açarak. Her entelektüelin iyi şair olamadığını da biliyoruz ya, konumuz bu değil. Konumuz, bilginin, birikimin şiirde çaydaki şeker kıvamına ulaştırılabilmesi; şiirin entelektüel gösteri aracına düşürülmemesidir. İçselleşmeden, bilginin içselleştirilmesinden, şairde yepyeni bir söze dönüşebilmesinden konuşmak istiyorum sonuçta. Şiir yazılır da, yapılır da. yapılan (yapıntı) şiirin entelektüel uçlarını yazılana oranla daha da sivriltebileceği düşünülebilir. Çünkü metinlerarası ilişki bu tip şiir yazma tercihinde had safhaya ulaşır. Öteki metinlerin baskısı, kendi metninizi kurmada olabildiğince zorlar sizi. Şairin böyle bir çalışmada hemen her şeyden haberdar olduğunu kavrarsınız da, “asıl olan”a, yani altında imzası bulunana ulaşmakta zorluk çekersiniz. Metnin anlamı, onun özgünlüğü biraz da bilmediklerinden kaynaklanır şairin, ya da bilgisini içselleştirdiğinden, inisiyatifi ele almış olmasından.

Dipnotunu kaldırmaz şiir; çünkü şiir bir “içnotu”dur, ya da bana öyle gelmiştir hep. Kültür, nasıl ki okuduklarımızı, çeşitli biçimlerde edindiğimiz bilgileri unuttuktan sonra bizde kalan şeyse, şiir de öyle olmalı değil midir? Şiirin bir düşünsel arka planı olmalıdır elbette; ama, bu suyun üstünde değil, derinlerinde olmalıdır. Bakınca değil de, dalınca görebileceğimiz bir arka plan ya da birikim. Biraz daha ileri gitmeyi göze alabilir, şöyle de diyebilirim: Şiir, alıntılarla değil kalıntılarla yazılır. Her dizede başka bir şiiri, her şiirde başka bir şairi görmeniz, onun (kurgulayanın) ne kadar bilgili olduğu konusunda bir fikir verir elbette; ya bu yığışımın altında ezilirse altında imzası bulunan şair, o zaman ne olacak? Hem, şair neyi yazması gerektiğini bildiği ölçüde, neyi, neleri yazmaması gerektiğini de bilen insan değil midir? Sonsuz bir açgözlülük ilk bakışta zenginliği çağrıştırırsa da, belirsizliğe giden yola konulan işaret anlamına da gelmez mi? Şiir yazandan şair olmaya geçiş, tam da bu bıçak sırtı yerde gerçekleşiyor sanki. Biraz da başkalarının doğrularına tutunmaktan çok, kendi yanlışlarıdır insanı şair eden, özgünlüğünü sağlayan. Garantiye oynamamalıdır şair. Uçlarını sürekli abartan bir entelektüelliğin yapaylığa/züppeliğe vardırılacağını söylemiştik Ahmet Oktay’dan hareketle; bu anlamdaki desteğin aslında köstek olduğunu vurgulamak istercesine. Şiir belki de arınmışlığın, saflığın zaferidir.

Modern Türk şiirinde entelektüel uçlarını abartmadan, yapaylığa, züppeliğe düşmeden yazmış, örnek teşkil etmiş adların sayısı azımsanmayacak ölçüdedir. Geniş ufukları kendi şiirlerinin görünmesini engellememiştir, onca bilginin, birikimin arasında kaybolup gitmemişlerdir. Bu büyük dengeyi kurabildikleri içindir ki büyük şair olmuşlardır. İlk akla gelenlerden başlayacak olursam Oktay Rifat’ı, Behçet Necatigil’i, Turgut Uyar’ı, Ece Ayhan’ı, Cemal Süreya’yı, Attilâ İlhan’ı anabilirim. Kendi kuşağımdan ya da bir sonraki kuşaktan ise Ali Cengizkan, Hüseyin Ferhad ve Haydar Ergülen üstünde durabilirim ilk anda.

Kutsal kitapları yağmalamak, Yunan mitolojisinden şiir çıkarmak entelektüel görünmek için yeterli olmaktan çıkalı epey oldu, ama hâlâ tutunanlar var bu birikime; ancak böylelikle evrenselliğe ulaşabileceğini düşünenler mevcut şiirimizde. Olsun varsın, bunda bir sakınca yoktur elbette. Yok da, bilgisini göstermekten utanacak kadar görgülü bir şiir yazılmasını dilemek, bir okur olarak da bizim hakkımızdır sanıyorum. Bilgi yığışımı gibi duran, mekanik, ruhsuz şiirler (metinler), yazanının bile yaprağını kıpırdatmıyorsa, okurun hangi dalını silkeleyebilecektir? Başkalarının kanlarını taşımak eğiliminde olan bir damar olmak yerine, kan grubu belli bir damara sahip çıkmak, kendi şiirini yazmak durumunda olan şair için kaçınılmazdır. Başkalarının büyük toplardamarı olmak yerine, kendi küçük atardamarının farkında olmak belki, ne dersiniz? Şair “ kan aranıyor” anonsunun sonunda “aranan kan bulunmuştur”un muhatabı olmak durumunda değil midir? Bence öyledir. Bütün bunlardan bilginin şiire engel, ya da şairin kendi şiirini kurmasına engel oluşturduğu çıkarılmıyordur umarım. Öyle şey olur mu? Kirpi örneğinde olduğu gibi hep o zorunlu “mesafe”den söz etmeye çalışıyorum, hepsi bu.

Bir de “sezgi bilgisi” diye adlandırılan bir bilgi türü var ki, özgünlüğün belki de esasını oluşturan tam da bu bilgi olsa gerektir. Kişiye özgü sayılması gereken, bilgi, birikim sonucunda oluşmuş olsa da, genlerle, kalıtımla da ilgili olduğu varsayılan yeteneğin sezgi gücünden de söz açmak gerekecek galiba. Oktay Taftalı’ya göre de “sezgi kavramı skolastik şiir anlayışının ilham perisi ile aynılaştırılamaz. Üstelik şiirde sezgi bilgisini bu dalda kapsamlı bir birikimin ve tinsel gelişimin verdiği belli bir yetkinliğin sonucu olarak düşünmek pek de yanlış sayılmayacaktır. (…) Yani bir şiir, gerçekte bizim bilincimizden bağımsız olarak, ozana ait tinsel değer ve etkinliklerle belli bir sanatsallığı nesnel olarak içermektedir.” (Şiirin Mikroestetik Eleştirisi, Era Yayıncılık, 1994) İşte şair, edindiği bu büyük bilgiyi tinsel öğeyle (sezgi bilgisi) buluşturup bir senteze ulaşacak, kendine özgü şiirini de yazmayı başaracaktır. “Özgünlüğün kaynağı da sezgisel kavrayışın salt öznelliğinde aranmalıdır” diyor Oktay Taftalı söz konusu yazısında. Şiirde önemli bir payı olan duygunun akılla denetim altına alınması, lirizmin sağlanması ise “sezgi bilgisi” denilen şeye sahip olmakla, ya da bunu geliştirmekle sağlanabilir gibime geliyor.

Ocak 1999
Abdülkadir Budak


Abdülkadir Budak 23 Nisan 1952’de Sivas’ın Hafik ilçesinde doğdu. 1959’da babasının sağlık durumu bozulunca Ankara’ya yerleşildi. İlk ve Ortaokulu burada okudu. Sincan Lisesi mezunu. Maddi olanaksızlar yüzünden yüksek öğrenimini yapamadan hayata atılmak durumunda kaldı, devlet memuru oldu. Kayseri ve Malatya’da uzun yıllar görev yaptıktan sonra 1994 yılında emekli olup Ankara’ya yerleşti. Görevi gereği Kayseri’de bulunduğu sıralarda şair arkadaşlarıyla birlikte Ozanca ve Hakimiyet Sanat dergilerini çıkardı. Dergicilik serüvenine uzunca bir aradan sonra 12 sayı çıkan Şiir Odası (2000) ve Sincan İstasyonu adlı edebiyat dergileri de eklendi (2007). “Kırık Dallar” adlı ilk şiiri Mayıs 1970 tarihli Defne dergisinde çıkan şair, baştan beri “suyu bulandırırsan derin sanılır” anlayışından (tuzağından) uzak duran, yalın bir söyleyişe sahip çıktı. “Gül” ve “Leylâ” ağırlıklı olmak üzere, geleneksel halk hikâyelerini yeni bir bakışla yorumlama, kültürün ihmal edilen bu yanını modern şiirin olanaklarıyla buluşturma çabasına girişen Abdülkadir Budak, giderek, bireyin aile-ev-sokak arasında sıkışmış ruh halini yansıtan bir şiire, “derinleşme çabasını gösterdiği bir çizgi çekmeye” yöneldi. Ötekine bakar gibi “kendine bakmanın şiiri”ni yazdığı ileri sürülen Budak için “şaşırtıcı buluşları, dengeli ironisi ve humoruyla yeni kuşak içinde özgün bir yeri olan bir şair” denildi (Ataol Behramoğlu). Şiirlerini, şiire ilişkin yazılarını Varlık, Yazko Edebiyat, Türk Dili, Yusufçuk, Adam Sanat, Yeni Biçem, Defter, Yasakmeyve başta olmak üzere çeşitli dergilerde yayımladı. 35 yıldır aralıksız olarak şiirle uğraşan Abdülkadir Budak Ankara’da yaşıyor. Yapıtları: Şiir: Geçti İlkyaz Denemesi (1978), Şimdi Yaz (1980), Gömleğim Leylâ Desenli (1981), Sevdanın Son Kerem’i (1985, İmzası Gül (1993; 1994 Ceyhun Atuf Kansu ve Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülleri), Yanlış Anka Destanı (1994), Aşk Beni Geçer (1997; 1998 Halil Kocagöz Şiir Ödülü), Endişeli Fesleğen (1999), Ahşap Anahtar (2000), Ev Zamanı (2002), Sana Bakmak (2004), İşaretler (Seçmeler, 2006), Dalgın Rüzgâr (Toplu Şiirler, 2007). Çocuk Edebiyatı: Bir Gül Çocuk (1981; 1982 Türk Dil Kurumu Çocuk Yazını Ödülü), Kuşların Alfabesi (1997; 1988 Sıtkı Dost Çocuk Edebiyatı Ödülü –dosya ile-). Düzyazı: Ayna Sandım Şiiri (1998)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz