George Monbiot: “En zengin %1, dünyadaki toplam gelirin %48’ine sahip olmasına rağmen, mutlu değil”

George MonbiotYalnızlık bizi öldürüyor

İçinde bulunduğumuz çağı nasıl adlandıracağız? Bilgi Çağı değil: Popüler eğitim hareketlerinin çöküşü, içi pazarlama ve komplo teorisi ile doldurulmuş bir boşluk bıraktı. Taş devri, demir çağı ve uzay çağı gibi, dijital çağ da insan yapımı eserler hakkında çok şey söylerken, toplum hakkında çok az şey söylüyor. Anthropocene, yani insanlığın yeryüzünde büyük bir etkisi olduğu dönem demek, içinde bulunduğumuz yüzyılı 20. yüzyıldan ayırmakta başarısız oluyor. Hangi sosyal değişim içinde bulunduğumuz çağı bir öncekinden ayırıyor? Bana göre çok açık. Bu çağ, Yalnızlık Çağı.

Araştırmaya göre yalnızlık, obeziteden iki kat daha ölümcül

Thomas Hobbes, otorite oluşup bizi gözetim altında tutmaya başlamadan önce, “bütün insanların birbirine karşı olduğu” bir savaşta olmamızın doğanın kanunu olduğunu iddia ettiğinde çok yanılıyordu. Biz başlangıçtan beri, üretken arılar gibi tamamen birbirine bağımlı olan sosyal yaratıklarız. Doğu Afrika’nın insansı canlıları tek başlarına bir gece bile dayanamazdı. Bizler, diğer türlere göre çok daha fazla oranda, birbirimizle olan iletişimimizle şekilleniyoruz. Birbirimizden ayrı olarak varolduğumuz bu çağ, daha önce yaşadıklarımıza hiç benzemiyor.

Üç ay önce, yalnızlığın genç yetişkinler arasında bulaşıcı bir hal aldığını okuduk. Şimdi öğreniyoruz ki, bu durum yaşlılarda da aynı büyüklükte bir sorun. Independent Age tarafından yapılan araştırmaya göre, 50 yaş üzeri 700.000 erkek ve 1.1 milyon kadın aşırı yalnızlık hissi ile boğuşuyor ve bu sayı hızla artıyor.

Ebolanın, bu hastalık kadar çok insanı öldüreceği meçhul. Sosyal izolasyon, erken ölümde nedenlerinde günde 15 sigara içmeye karşılık geliyor. Araştırmaya göre yalnızlık, obeziteden iki kat daha ölümcül. Bunama, yüksek tansiyon, alkol bağımlığı ve kazalar – hepsi depresyon, anksiyete ve intihar gibi, sosyal ilişkilerimiz kesildiğinde daha yaygın. Kendi kendimize başa çıkamıyoruz.

Evet fabrikalar kapandı, insanlar otobüs yerine arabalarla seyahat ediyor, sinemaya gitmek yerine YouTube kullanıyor. Fakat bu değişimler tek başına sosyal çöküşü açıklamak için yeterli değil. Bu yapısal değişimlere, sosyal izolasyonu bizlere dayatan ve öven, hayatı-reddeden bir ideoloji eşlik ediyor. İnsanın insana karşı savaşı (bir diğer deyişle rekabet ve bireysellik) bugünün dini; yalnız savaşçılar,kendi hesabına çalışanlar, kişisel girişimciler, kendi kendini var eden kadın ve erkekler, yalnız takılanlar. Sevgi olmadan zenginleşemeyen sosyal yaratıklar için, toplum diye birşey yok, yalnızca kahramanca bireysellik var. Yalnızca kazanmak sayılıyor. Gerisi zaiyat.

İngiliz çocuklar artık tren sürmek veya hemşire olmak istemiyor; beş çocuktan biri “yalnızca zengin olmak istiyor”: Zenginlik ve şöhret, ankete katılanların %40’ının tek hedefi. Haziran’da yapılan bir hükümet araştırması, İngiltere’nin “Avrupa yalnızlık başkenti” olduğunu ortaya çıkardı. Diğer Avrupalılara oranla, yakın arkadaşımız olması veya komşularımızı tanıyor olmamız olasılığı çok daha düşük. Çöpteki yemek için savaşan sokak köpekleri gibi kavga etmeye meyilliyken, kim buna şaşırır ki?

Bu değişimi yansıtmak için dilimizi de değiştirdik. En can acıtan hakaretimiz “looser” (ezik). Artık insanlar hakkında konuşmuyoruz. Artık onlara birey diyoruz. Bu yabancılaşma o kadar yaygın ki, yalnızlıkla savaşan hayır kurumları bile eskiden “insan” olarak bilinen iki ayaklı varlıklar için birey kelimesini kullanmaya başladı. Nadiren bir cümleyi kendimize bağlamadan tamamlayabiliyoruz. Kişisel olarak konuşmak gerekirse (kendimi bir vantriloğun kuklasından ayrıştırmak için), kişisel arkadaşları, kişisel olmayan çoğunluklara ve kişisel eşyaları, bana ait olmayanlara tercih ederim. Bu yalnızca benim kişisel tercihim olmakla beraber sadece “tercihim” olarak da bilinir.

Yalnızlığın trajik sonuçlarından biri, insanların teselli için televizyonlara yönelmesi: Her beş yaşlıdan ikisi başlıca refakatçisinin “tek gözlü tanrı” olduğunu belirtiyor. Bu kişisel-ilaç, hastalığı alevlendiriyor. Milan Üniversitesi’ndeki ekonomistlerin araştırmasına göre, televizyon rekabet hevesini artırıyor. Televizyon gelir-mutluluk paradoksunu sağlamlaştırıyor; fakat gerçekte, milli gelirin artmasıyla birlikte mutluluk artmıyor.

Gelirle birlikte artan heves, varış noktasının, sürdürülebilir memnuniyetin karşımızda geri çekilmesine sebep oluyor. Araştırmacılar aynı gelir seviyesindeki çok fazla TV izleyenlerin, az TV izleyenlere oranla çok daha az memnun olduklarını ortaya koydu. TV, hazcı koşu bandının hızını artırıyor, aynı düzeyde memnuniyet hissedebilmek için daha çok çaba sarfetmemize neden oluyor. Bunun neden böyle olduğunu görmek için, sadece gündüz kuşağı programlarındaki duvardan duvara dizilmiş izleyicilere; Dragon’s Den’e, The Apprentice’e ve ekranın kutsadığı sayısız kariyer yapma biçimine; yaygın ün ve zenginlik takıntısına; izledikçe kapıldığınız hayatın bulunduğunuz yerden başka bir yerde olduğuna dair kuşatıcı duyguya bakmanız yeterli.

Peki bütün bunların amacı ne? Birbirimizle savaşmaktan kazancımız nedir? Rekabet büyümeyi getirir fakat büyüme artık bizi daha zengin yapmıyor. Bu hafta yayınlanan rakamlar bize gösteriyor ki, şirket yöneticilerinin maaşları 5te 1 oranında yükselirken, tüm işgücünün maaşları gerçel olarak düştü. Patronlar, ortalama bir tam zamanlı çalışandan 120 kat daha fazla kazanıyorlar -özür dilerim, alıyorlar (2000 yılında bu oran 47 kat idi). Ayrıca rekabet bizi daha zengin yapsa bile, rekabetin getirdiği etkiler yüzünden daha mutlu olamazdık.

En zengin %1, dünyadaki toplam gelirin %48’ine sahip olmasına rağmen, mutlu değil. Boston College tarafından yapılan bir araştırmaya göre, yıllık net kazancı ortalama 78 milyon dolar olan kişiler bile endişe, memnuniyetsizlik ve yalnızlıkla boğuşuyorlar. Çoğu finansal olarak güvende olmadıklarını hissediyor; düze çıkmak için ortalama %25 daha fazla paraya ihtiyaç duyduklarını belirtiyorlar. (Peki bu parayı alsalar? Muhtemelen bir %25’e daha ihtiyaçları olacak). Bir katılımcı, banka hesabında 1 milyar dolar olmadan kendisini güvende hissetmeyeceğini belirtti.

Bunun için doğal yaşamı paramparça ettik, yaşam koşullarımızı kötüleştirdik, özgürlüğümüzü ve hedeflerimizi rahatlık yerine zorunluluklarla çevirdik; her şeyi tüketen neşesiz bir hazcılık içinde, şimdi de birbirimizi avlamaya başladık. Bunun için, insanlığın özünü yok ettik: Birbirimize olan bağlanışımızı.

Elbette bazı geçici çözümler var, derneklerin yaşlılar için kurduğu Men in Sheds ve Walking Football gibi zekice ve zevkli kurgulanmış projeler gibi. Fakat bu döngüyü kıracaksak, bir kez daha bir araya gelmeli ve mecbur edildiğimiz bu dünyayı tüketen, insanlığı tüketen sisteme karşı çıkmalıyız.

Hobbes’in toplum-öncesi durum tanımı bir efsaneydi. Fakat biz, atalarımızın tahmin bile edemeyeceği bir toplum-sonrası duruma giriyoruz. Hayatlarımız gittikçe daha iğrenç, yabani ve uzun oluyor.

Çeviri:Damla Büyükonat (plazaeylem) | Kaynak: alternet

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz