Lenin Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkından Vaz mı Geçmişti? – Levent Toprak

Kürt sorununun tartışılmakta olduğu bugünlerde Marksizmin ulusal sorundaki tutumunu çeşitli yönleriyle tekrar tekrar hatırlatmakta fayda var. Zira yeni bir yükseliş sürecine giren ezen ulus şovenizminin karşısında tutarlı bir duruş ancak Marksizm temelinde mümkündür. şoven dalganın basıncı arttığı ölçüde sağlam ve ilkeli bir duruşun yakıcı önemi daha da artacaktır. Bir yandan yaşanan sayısız tarihsel deney, bir yandan da üzerinde yaşadığımız topraklardaki deneyim, bu el yakan sorunda ilkeli tutumu devrimciliğin temel bir kıstası yapmaktadır.

Ulusal sorunu bir “kültürel haklar” sorununa ya da “ekonomik geri kalmışlık” sorununa indirgeyen görüşler son günlerin tartışmasında bir kez daha yaygın bir şekilde propaganda edilmekte. Oysa Marksizm bu görüşleri neredeyse yüz yıl önce mahkûm etmişti. Bu görüşler karşısında Marksizmin ulusal sorundaki programının belkemiğini ulusların kendi kaderini tayin hakkı (KKTH) oluşturur ve bu programın işlenip geliştirilmesinde Marksizme yaptığı büyük katkılarla Lenin’in adı ilk başta akla gelir. Emperyalizm çağının bir proleter devrim çağı olduğu tespitini yapan Lenin, aynı zamanda bu çağın bir ulusal kurtuluş mücadeleleri çağı olduğunu da öngörmüştü. öte yandan bir halklar hapishanesi olan çarlık Rusya’sında sorunun taşıdığı büyük önemin farkında olan Lenin, yüzyılın ilk çeyreği boyunca Marksistler arasında büyük tartışma ve ayrışmalara konu olan bu sorunda Marksizmin programını çok çeşitli yönlerden işleyerek geliştirmişti.

Tarih, kendi döneminde muarızlarıyla yaptığı tartışmalarda Lenin’in konumunu güçlü bir şekilde haklı çıkarmıştır. Buna rağmen Lenin’i sahiplenenler arasında bile onun konumunu sonuna kadar tutarlı biçimde savunanlar azdır. Bu nedenle ulusal sorun konusunda kendisini gösteren Marksizmden sapmalar eninde sonunda Lenin’le yüzleşmek durumunda kalmaktadırlar. Buna uygun olarak hem Türkiye’de hem de dünyada Lenin’in görüşleri eleştiri ve revizyon konusu yapılmaktadır.

Baktığımızda bu eleştiri ve revizyonların temelinde KKTH sorununun yattığını saptıyoruz. örneğin, kendileri milliyetçilikle malûl olanların da içinde bulunduğu ilginç bir yelpaze, tuhaf ama gerçek, KKTH’yi savunduğu için Lenin’i “milliyetçilik yapmak”la ya da milliyetçiliğe prim vermekle eleştirmekte; bir başka görüş onun KKTH’yi zaman içinde terk ettiğini söylemektedir.

Bu görüşleri, başka birçokları gibi, ulusal sorun konusunda hep önümüze çıkan iki temel sapmanın dışavurumları olarak görmek gerekiyor. Bu iki sapmadan birincisi, ulusal sorunu kısa devreye getirme diye tarif edebileceğimiz küçümseme eğilimi ise, ikincisi ulusal sorunun kapsamını büyütme ve onu neredeyse toplumsal devrim sorunuyla eş koşma şeklindeki abartma eğilimidir.

KKTH sorunu ve Lenin çevresinde dönen iddiaları ele almadan önce ulusal soruna ilişkin olarak Marksizmin yaklaşımının temellerini ortaya koymakta yarar var.
Marksizm ve Ulusal Sorun

Ulusal soruna bakışta Marksizmin başlıca hareket noktası enternasyonalizm ilkesidir. Komünist Manifesto’da, “işçilerin vatanı yoktur” ibaresiyle ifade bulan bu anlayış, yeryüzü üzerinde ulusal çitlerle birbirinden ayrıştırılmamış, kardeşlik içinde kaynaşmış bir insan toplumunun kurulması özlemini ve hedefini yansıtır. Marksizmin nihai hedefi sınıfların ve devletlerin ortadan kaldırılmasıdır. Bunun anlamı toplumların ulus şeklindeki örgütlenmesinin son bulmasıdır. O nedenle Marksizm Lenin’in de hep vurguladığı gibi ilkesel olarak milliyetçiliğin hiçbir türüyle bağdaşmaz.

Sınıfsız, sınırsız bir dünya toplumu hedefi, dar görüşlü milliyetçilerin burun kıvırmalarının aksine ütopya değildir. üretici güçlerin kapitalizm altındaki muazzam gelişimiyle böyle bir toplumun kurulmasının maddi temelleri döşenmiştir. Daha önceki romantik enternasyonalistlerden farklı olarak Marksizm, enternasyonalizm idealini böyle maddi bilimsel temeller üzerine oturtur. Ancak maddi temellerin döşenmiş olması ve her geçen gün daha da güçlenmesi böyle bir toplumun otomatik olarak ortaya çıkmasına yol açmamaktadır. Bu eğilimin mantıki sonuçlarına ulaştırılması dünya çapında bir proleter devrim sorunudur.

İkinci olarak, Marksizm uluslara da diğer toplumsal olgulara olduğu gibi tarihsel olgular olarak bakar. Uluslar ezelden beri varolmadıkları gibi ebediyete kadar da varolmayacaklardır. Tarihin belirli bir noktasında, belirli koşullarda ortaya çıkmışlardır ve tarihin başka bir evresinde ortadan kalkacaklardır. üretici güçlerin kapitalizm altındaki muazzam gelişimi ulus-devletin üzerine bastığı nesnel zemini aşındırır ve onun ortadan kaldırılmasını tarihin gündemine sokar. Ancak ekonomik düzlemdeki gelişmeler, siyasi ve ideolojik düzlemlerde otomatik olarak yansımalarını bulmazlar. Aradaki ilişkinin karmaşık bir diyalektiği vardır. Uluslar kendiliğinden ortadan kalkmayacakları gibi, bir kılıç darbesiyle akşamdan sabaha da ortadan kalkmazlar.

öte yandan toplumlar tarihsel gelişmenin farklı basamaklarında yer almaktadırlar. Bazı toplumlar için uluslaşma çok geride kalmış bir olguyken, bazıları için hâlâ yaşanmakta olan, bazıları içinse özlemle beklenen bir olgudur. Marksizm somut planda bu farklılıkları dikkate alarak siyasi programını oluşturur. Uzak perspektif yukarıda da belirtildiği gibi ulusal sınırların olmadığı bir dünyadır. Ancak o dünyaya bugünkü somut gerçeklikten hareket edilerek varılacaktır. Bunun anlamı enternasyonalizm ilkesinin değişik somut koşullara uygulanmasıdır. Soru şudur: Değişik somut koşullar ve gelişme basamaklarında olan ulusların birliğine nasıl varılacaktır?

Sözgelimi soruna mekanik yaklaşanlar için bu, her durumda daha büyük birliklere doğru adımların atılmasıyla olacaktır. Bunun dolaysız sonucu, birlik adına, somutta her türlü bölünme ve ayrılmalara, daha küçük birimlerin oluşmasına karşı çıkmak olacaktır. Oysa birliğe giden yol bazen pekâlâ ayrılıklardan geçebilir. Zira önemli olan birliklerin gönüllü birlikler olmasıdır. Baskı ve zora dayalı birlikler halklarda nefretin çok derinlere kök salmasına yol açacağı için, geleceğin gönüllü birliğini çok daha zorlaştırıp, uzaklara atabilir ve bu da enternasyonalizmin yüce ilkesine tamamen zıt sonuçlar doğurur.

Burada önümüze Marksizmin bir başka ilkesi çıkmaktadır. Ulusal sorunla ilgili bu temel nokta Marx’ın ifadesiyle, “başka ulusu ezen ulus özgür olamaz” ilkesidir. Marksistler sınıfsal baskıya olduğu kadar ulusal baskıya da karşı çıkarlar. Bu ilke, Lenin’in üzerinde ısrarla durduğu ezen ulus-ezilen ulus ayrımının yapılmasını şart koşar. Ortada bir ulusal baskı olması durumunda ezen ulus işçi sınıfıyla ezilen ulus işçi sınıfı arasında bir güvensizlik oluşacaktır, ki bu güvensizlik aşılmadan ulusların gönüllü ve eşit bir birliğine ve giderek tek bir insanlık toplumu olarak kaynaşmasına doğru yol alınamaz. İşte Lenin’in büyük bir ısrarla üzerinde durduğu KKTH bu güvensizliğin aşılması için Marksizmin geliştirdiği programın belkemiğidir.

KKTH ezilen ulus işçi sınıfının ezen ulus işçi sınıfına güven duyması için sağlam bir temel oluşturacağı gibi, ezen ulus işçi sınıfının kendi burjuvazisine karşı mücadelesinde onun ideolojik egemenliğini kırmada kilit bir işlev görecektir. Zira egemen burjuvazilerin egemenliklerinin devamı için sık başvurdukları ideolojik araçlardan biri milliyetçiliktir. Burjuvazinin ideolojik hegemonyasından kendini kurtaramamış bir işçi sınıfının ulusların kaynaşması idealine hizmet etmesi düşünülemez.

Sosyalist hareket içinde sözde enternasyonalizm ya da sosyalizm adına ezen ulus şovenizmine prim veren, onun değirmenine su taşıyan tutumların filiz vermiş olması KKTH’nin yakıcı önemini ortaya koyar. Ezen ulus işçi sınıfı bu hakkı ezen ulus burjuvazisine karşı savunur. Bu hak tarihsel içeriği itibariyle proleter sosyalist nitelikte olmayıp burjuva demokratik niteliktedir ve köklerini Fransız burjuva devriminden alan ulusların eşitliği fikrinde bulur. Bu her ulusun, uluslar ailesinin eşit bir üyesi olarak kendi kaderi üzerinde kendisinin söz hakkına sahip olması ve diğer devlet sahibi uluslar gibi kendi devletini kurma hakkına sahip bulunması anlamına gelmektedir. Ulusal sorun denen şeyin özü de budur.

Ulusal sorun yüzyılın başlarında Rus çarlığı’nda ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndaki sosyalistler arasında yoğun tartışmalara yol açtı. Bir kısım sosyalistler (Avusturya Marksistleri) ulusal sorunun “kültürel özerklik” altında, yani birtakım kültürel haklarla çözüleceğini savundular. Diğer bir kısmı da ekonomik değerlendirmelere dayanarak yeni ulus-devletlerin kurulmasının imkânsızlığı sonucuna vardılar ve bu temelde KKTH’yi küçük ulusların milliyetçiliğini desteklemek olarak nitelediler. Lenin bu iki yaklaşıma karşı kararlı bir mücadele vererek, ulusal sorunun özü itibariyle kültürel ya da ekonomik değil politik bir sorun olduğunu vurgulamış, gerçekte her iki yaklaşımın da yanlış olduğunu ve birincisinin doğrudan ikincisinin ise dolaylı olarak ezen ulus şovenizminin değirmenine su taşıdığını göstermiştir. Lenin Marksistlerin prensip olarak daha büyük birimlerden yana olmakla birlikte, ezilen ulusları zorla birlik altında tutmanın buna hizmet etmeyeceğini savunmuştur. Lenin’e göre ezilen uluslar kendi kaderlerini özgürce kendileri tayin etme hakkına sahip olduklarında ayrılmaya daha az meyilli olacaklardır.

Bugün Türkiye’deki tartışma tam anlamıyla ezen ulus şovenizminin kara gölgesi altında cereyan etmektedir. Sağlı sollu liberaller KKTH’nin adını ağızlarına almaksızın Kürtlere tanınacak kırık dökük birtakım kültürel haklarla sorunun halledilebileceğini savunuyorlar. Oysa bu konuda karar verecek olanın kim olması gerektiği sorununu riyakârca örtbas ediyorlar. Onlar ezilen ulus adına kendileri karar vermek istiyorlar. Tüm demokrasi söylemlerine rağmen bu basit noktayı gözlerden saklamaları çağımızda burjuva demokrasisinin çürümüşlüğünün çarpıcı bir göstergesi olsa gerek.

Diğer taraftan hem kimi liberallerin hem de düzenin şahinlerinin değişik ağırlık ve vurgularla savundukları bir nokta, sorunun bir “ekonomik geri kalmışlık” sorunu olduğu ve kalkınmayla halledileceğidir. Oysa biraz aklı başında olan düzen temsilcilerinin de zaman zaman itiraf ettikleri Bask (İspanya’nın en kalkınmış bölgesi) örneği gibi birçok tarihsel örnek, sorunun bir ekonomik kalkınma sorunu olmadığını ortaya koyar. Hatta genel olarak şu söylenebilir ki, kapitalist iktisadi gelişme belirli bir noktaya kadar ulusal bilinci daha çok uyarır. Lenin’in hep vurguladığı gibi, ulusal baskı olgusunun özgül karakterini örtbas etmeye dönük girişimler beyhudedir.

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, kendine sosyalist ve komünist deyip, Lenin’in mirasına sahip çıkıyor görünenler arasında hazin bir biçimde bu noktaları unutanlar bulunmakta. Bugün solun geniş bir kesiminin bu konudaki temel sorunu ezen ulus şovenizminin arabasına yedeklenmiş olmasıdır. özellikle Irak’ta yaşananlar dolayısıyla solun hastalıkları katmerli biçimde ortaya çıkmaktadır. Kürt düşmanlığının alabildiğine yükseltildiği bir coğrafyanın sosyalistleri olarak, buna direnmenin yakıcı bir görev olduğu ortadayken, sözde emperyalizme karşı olma adına Kürt düşmanlığı değirmenine su taşımakta beis görülmemektedir. Bölgenin en acılı halkı olan ve tarihsel ezilmişliği katmerli olan Kürt halkına her nedense kendi devletini kurma hakkı reva görülmüyor. Sadece bu tabloya bakmak bile şovenizmin zehrinin ne denli derinlere sızdığını göstermeye yetiyor.

Bu şoven tutumların elbette değişik maskelenme biçimleri var. Bunlara özetle KKTH’den yan çizme biçimleri diyebiliriz. Sol içinde yaygın olan gerekçelendirme biçimi, “sorunu sosyalizmde çözeriz” yaklaşımıdır. Değişik şekillerde bu yaklaşımı savunanlar bunu aynı zamanda Lenin’e dayandırmaya çalışmaktadırlar.

İddiaya göre Lenin dünya savaşının başlamasından sonra (özellikle de Ekim devriminden sonra) ulusal sorunu artık KKTH’yi aşan bir çerçevede düşünmeye ve onu “bir sosyalist devrim sorunu” olarak görmeye başlamıştır. Yine bu kapsamdaki bir iddiaya göre Lenin KKTH’yi terk etmiş ve çözümün “sosyalist federasyon” olduğunu savunmaya başlamıştır. Bu iddia sahiplerine göre, “ulusal sorun kapitalizm altında çözülemez, sadece proletarya tarafından çözülebilir”, “ulusal sorun burjuva demokratik bir sorun olmaktan çıkıp sosyalizme geçiş döneminin bir sorunu halini almıştır”.

Savaşın başlamasıyla birlikte Lenin’in Rus devriminin ilerleyişine ilişkin görüşü, demokratik devrim perspektifinden sosyalist devrim perspektifine doğru genel bir evrim geçirmeye başlamıştır. Lenin savaşın dünya devriminin dinamiklerini tetiklediğini ve Rusya’nın da sistemin zayıf halkası olarak zincirden ilk kopacak ülke olma olasılığının yüksek olduğunu tespit etmiştir. Bu durumda doğal olarak programda yer alan mevcut sorunların hepsi yeni bir bağlama oturmaktadır.

Lenin’de Rusya’ya ilişkin olarak burjuva demokratik görevlerin artık proletarya iktidarı tarafından “geçerken” çözüleceği düşüncesi bu dönemde çok daha belirgin hale gelmişti. Ancak iktidar formülündeki değişiklikle doğrudan bağlantılı sorunlar dışında, ne sorunların niteliği ne de tarifi değişmekteydi. Burjuva demokratik nitelikteki sorunlar bu niteliklerini muhafaza etmekteydiler. Toprak sorunu toprak sorunudur, 8 saatlik işgünü 8 saatlik işgünüdür, ulusal sorun ulusal sorundur, KKTH de KKTH’dir. Yani Lenin Bolşevikler açısından özü ezilen ulusun ayrılma hakkı demek olan KKTH’yi terk etmemiş, bu konuda başka bir program ortaya koymamıştır. Ama daha da önemlisi, Lenin ezilen ulusların özgürlük taleplerini işçi sınıfının iktidarına kadar ertelemelerini ve ulusal mücadelelerinden vazgeçmelerini hiçbir zaman savunmamıştır.

Kimi sosyalistler, Rusya’da işçi sınıfının iktidara gelmesinden sonra değişik milliyetler arasında bir sovyetler federasyonunun kurulmuş olmasını, ulusal sorunda KKTH dışında yeni bir program icat edilmiş gibi göstermektedirler. Burada tuhaf bir karşıtlık icat edilmektedir: KKTH’ye karşı sovyetler federasyonu formülü (özensiz biçimde “sosyalist federasyon” şeklinde de ifade edilmektedir). Gerçekte böyle bir karşıtlık yoktur. İşin aslı, Sovyetler federasyonu, KKTH temelinde hayat bulmuştur. çarlık hapishanesindeki uluslar, Ekim Devriminin 1 numaralı kararnamesiyle tanınan kendi kaderini tayin hakkını kullanarak önce bağımsızlıklarına kavuşmuş ardından bu ulusların çoğu, kendi iradeleriyle ve gönüllü olarak diğerleriyle federasyon temelinde bir araya gelmişlerdir. Bir başka deyişle ulusal sorun KKTH temelinde çözülmüştür.

Böylece Lenin’in, birliğe giden yol bazen ayrılıktan geçer şeklindeki düşüncesinin ne denli gerçekçi olduğu kanıtlandı. Ekim devrimiyle birlikte KKTH’nin yerine yeni bir formülün geçirilmediğinin, tersine tüm ulusların bu hakkı özgürce kullandığının en açık kanıtı, hepsinin federatif bir birlik oluşturma iradesini belirtmemesidir! Nitekim çok iyi bilindiği gibi Polonya, Finlandiya ve Baltık ulusları kendi kaderini tayin hakkını tamamen ayrılma yönünde kullanıp bağımsız bir devlet haline gelmiş ve öyle de kalmışlar, hatta Sovyetler federasyonuna katılmak şöyle dursun, Ekim devriminden bir yıl sonra patlayan iç savaşta, karşı-devrimci ordulara destek vererek Sovyet iktidarına karşı savaşmışlardır!

şayet Lenin henüz işçi sınıfı iktidarının kurulmadığı ülkelerin komünist partilerine, programlarında ulusal soruna ilişkin olarak KKTH yerine artık “sovyetler federasyonu” talebine yer vermeleri gerektiğini söylemiş olsaydı, iddia sahipleri haklı olabilirlerdi. Ancak bunu gösterebilecek bir babayiğit tanımıyoruz! Lenin böyle bir şey yapmış olsaydı, şovenizmlerini sosyalizm ve enternasyonalizm maskesi ardına gizleyenler elbette çok sevinirler ve bunu şevkle kanıt olarak gösterirlerdi. Ama o zaman da Lenin kendi anıtsal eserini bir çırpıda yerle bir etmiş olurdu. Lenin’in çok kullandığı ifadeyle “lafta sosyalist gerçekte şoven”lerimiz için üzücü olsa da, onun tüm politik hayatı şovenizme karşı mücadelede lekesiz bir kızıl şerit olarak kalmıştır.

Emperyalizm çağında devrimci barutu tarihsel olarak tükenmiş olan burjuvazinin, Rus devriminde olduğu gibi birçok burjuva demokratik sorunu çözememesi ve bu sorunların da ancak proletarya iktidarı tarafından çözülebilecek olması olgusu, tuhaf biçimde çeşitli çarpıtmalar için bir bahane haline getirilebilmektedir. örneğin KKTH’yi proletaryanın devrimci programından uzaklaştırıp hasıraltı etmek isteyenler, açık ya da zımni bir genelleme yaparak, ulusal sorunun “kapitalizm altında çözülemeyeceğini,” yani “ancak sosyalizmde çözülebileceğini” savunmaktadırlar. (Burada işçi sınıfı iktidarı altında yaşanan geçiş dönemiyle sosyalizmin bir tutulması yanlışını bir kenara bırakıyoruz.) Filistin sorununa ve Kürt sorununa ilişkin olarak, sadece Türkiye’deki değil tüm dünyadaki sosyalistler arasında bu tür bir yaklaşıma sahip olanlar bulunuyor.

Emperyalizm çağında burjuva demokratik sorunların da genel olarak proletarya iktidarı altında geçerken çözüleceği fikri ne kadar doğruysa, kapitalizmde hiçbir burjuva demokratik sorunun hiçbir şekilde çözülemeyeceği fikri de o kadar yanlıştır. Tarihsel deneyim açıkça göstermiştir ki, ezilen ülkelerin korkak burjuvazisi, burjuva demokratik devrim alanına giren toprak sorunu, demokratik parlamenter cumhuriyet sorunu ve işçi sınıfının temel sosyal ve demokratik hakları sorunu gibi sorunları çözmekte tümüyle isteksiz kalırken, kendisi için en vazgeçilmez nokta olan ulusal birlik ve ulusal bağımsızlık sorununu çözebilmektedir. Böylesi bir çözümü sömürgeci burjuvazi açısından kabul edilebilir kılan temel sebep ise, emperyalizm çağında ulusal bağımsızlığın iktisadi bağımlılık olgusunu ortadan kaldırmıyor oluşudur. Demek ki emperyalizm çağında ulusal sorunun kapitalizm altında çözülmesi imkânsız olmayıp, aksine oldukça mümkündür.

Burada ortaya çıkan bir sorun da ulusal hareketlerden sosyalistlik bekleme sorunudur. Oysa Lenin ezilen ülkelerdeki ulusal hareketlerin kendilerini sosyalist renklere boyamalarını bir olumluluk olarak değil bir tehlike olarak değerlendirmiş ve bayrakların karışması tehlikesine karşı sayısız kez uyarıda bulunmuştu. Ulusal hareketler, ezilen bir ulusun haklı ulusal özlemlerini temsil ettikleri ölçüde sempati ve desteği hak ederler. Bunun için sosyalistlik şartını koşmak ancak gizli bir ezen ulus şovenizmi anlamına gelebilir. Türk sosyalist hareketinin Kürt hareketine karşı tutumu bunun çarpıcı bir örneğidir. Kürt hareketinin başlangıçta kendisini dönemin ideolojik atmosferine uygun olarak sosyalist renklere boyamasına tav olan Türk solu, daha sonra bu sosyalist renkler terk edilmeye başlandığında Kürt hareketine kızgınlık ve öfke kusmaya başlamıştır. Kendi hüsnükuruntusunun boşa çıkmasına öfkelenen Türk solu böyle yaparak aslında bir yanlışı başka bir yanlışla telâfi etmeye çalışmaktadır.

Bu sorunların ötesinde asla gözden kaçırmamamız gereken bir nokta var. “Ulusal sorun kapitalizmde çözülmez, sosyalizmde çözeriz” yaklaşımı, bir yandan ezilen uluslara, “geleceğin işçi sınıfı iktidarına kadar bekleyin” demektir, bir yandan da alttan alta, “ulusal özlemlerinizden vazgeçin” telkinidir. Lenin, özünde şovence olan bu erteleyici tutumu amansızca mahkûm etmiştir.

Bir işçi iktidarı altında ulusal sorun meselesine ilişkin olarak şovenizme düşmeksizin söylenebilecek tek şey, devrimci işçi iktidarının ulusal sorunu çok daha temiz, çok daha özgürlükçü ve samimi biçimde çözmeye muktedir olduğudur. Ama bunun önşartı, o işçi sınıfının daha iktidara gelmeden önce ezilen ulusun temel hakkı olan KKTH’yi savunması ve bunun için ezen ulus burjuvazine karşı tutarlı ve samimi bir mücadele yürütmesidir. Bu konuda işçi sınıfının temiz bir sicile sahip olması bu hakkın tutarlı savunusundan geçmektedir ve bu geleceğin sağlam temelli birliklerinin de biricik güvencesidir. Bolşeviklerin liderliğinde iktidarı ele geçiren Rus işçi sınıfının verdiği örnek budur. (İşçi iktidarını ortadan kaldıran Stalinist karşı-devrim nedeniyle daha sonra SSCB’de yaşananlar konumuzun dışındadır.)

Lenin’in Ekim Devriminin sonrasında ulusal soruna ilişkin konuşma ve yazılarında bir işçi iktidarının ulusal sorunu çözme becerisine yaptığı vurgular, hiçbir surette, sorunun kapitalizm altında çözülemeyeceği ve ancak işçi iktidarı altında çözülebileceği şeklinde çarpıtılmamalıdır. Daha da önemlisi, bu vurguların KKTH’nin “eskimiş bir formül” olduğu anlamına hiç gelmemesidir. Lenin yalnızca ezen ulus işçi sınıfının bir devrimle kendi iktidarını kurması durumunda, bunun, miras kalmış olan ulusal sorunları (ve tüm diğer burjuva demokratik sorunları) çözmede çok daha elverişli bir ortam yaratacağını söylemiş olmaktadır.

Sonuç olarak Lenin ulusal sorunda Marksizmin programının temelini oluşturan KKTH (ezilen ulusun ayrılma hakkı) talebinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Bir ulusal sorunun olduğu her yerde bu hak temel çözüm formülü olarak geçerliliğini korumakta ve Marksizmin bu sorundaki programının omurgası olmaya devam etmektedir. Bunu eğip bükmeye çalışanlar yalnızca şovenizme hizmet ederler. Unutmamak gerekiyor ki, kendini ezen ulus şovenizminden (yani burjuva ideolojisinden) kurtaramayan bir işçi sınıfının, kendi öz davası uğrunda güçlü ve tutarlı adımlar atması mümkün değildir.

(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no.6, Eylül 2005)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir