“Her defasında eğilip bükülen, kenara çekilen olmaktan yorulmuştu” Yürümek – Alper Yıldırım

labirentYürüyordu fakat yorulmuştu. Sıska gövdesini gözüne ilişen ilk banka bırakıverdi. Yorulmuştu. Bugüne kadar yürürken karşısından biri geldiğinde, her defasında çarpışmamak için eğilip bükülen, kenara çekilen olmaktan yorulmuştu. Onlar nasıl kendilerinden bu denli emin bir şekilde yürüyebiliyorlardı, çarpışmaktan asla çekinmeden?

Ya da hep onun gözlerinden mi anladılar kenara çekilecek ürkek bir tip olduğunu… ama onlar asla bana bakmamışlardı ki, görmemişlerdi gözlerimi. Galiba onu hiç görmemişlerdi. Babam da görmemişti beni, daha ben bacak kadar çocukken bile diye düşündü. Sol yanağının yandığını hissetti. İnci’ye aşıktım ben oysa. Zorla götürmüştü annem ve babam beni o düğüne. Masanın altına oyuncağımı bulmak istiyor numarası yaparak girmiştim, bu taktiği mahallede top oynarken beni döven çocuk vermişti. Beni dövmeden önce. İnci’nin bacaklarına bakmaktı aslında amacım, çünkü filmlerdeki adamlar öyle yapıyorlardı, güzel kızların bacaklarına bakıyorlardı. Masanın altımı girdiğimde görmüştüm, babam, İnci ablanın bacaklarını okşuyordu. Eve dönerken arabada bunu gördüğümü söyleyip, babama İnci ablaya aşık olup olmadığını sorduğumda, babam arabayı durdurup beni tokatlamıştı, annem de çok ağlamıştı, neden ağlamıştı anlamamıştım. Babam da hiç görmemişti beni, sol yanağım yanıyor.
Vapurun düdüğüyle irkildi. Çantasını yokladı, az işi kalmıştı. Yorulmuştu, diz kapaklarının sızladığını duydu.
– Ağbicim, allahımın rızası için bir mendil alıver be.
– Ağbim allahım seni sevdiklerinden ayırmasın. Gözünü seveyim, bir mendil alıver, ekmek param çıksın. Toparlandı. Beni sevdiklerimle ne zaman birleştirmiş de şimdi ayırmayacakmış senin o allahın diye geçirdi içinden.

– Bozuk param yok vallahi, başka zaman.
Sevdiklerimle hiç birlikte olamadık. Onlar olduğumuzu sandı belki de bilmiyorum, ama olmadık, eminim. Ben hep korktum, hep merhametlerinden yanımda olduklarını ve beni zaten bırakacakları düşündüm. Sanırım bu yüzden hiç birlikte olamadık, o allah yerin dibine batsın. Hep ben korktum, hep ben kenara çekildim başkaları geçsin diye. Çarpışsaydık ne yapardım acaba? Çok kez de düşünmüştüm bunu halbuki. Hatta çok kez inadına çarpıp ne olacağım görmeye karar vermiştim de her seferinde son anda korkup vazgeçmiştim bu fikirden. Sevdiklerimle hiç birlikte olamadık. Karım hep ondan uzakta bir adammışım gibi davranıyor, (beni aldatıyor mu acaba?) Karımın pek sıska ve ürkek biri olduğum için bana nefretle baktığını düşünüyorum bazen, (hem niçin aldatmayacakmış? o güzel, yüz hatları güzel bir heykel hayat bulmuşçasına güzel, niye beni bırakıp gitmedi hala?) Acaba beni terk etse, üzüntüm ne kadar sürerdi? Herhalde benim gibi bir ezik -ilkokulda arkadaşlarım böyle seslenirdi bana- pek üzülmez, üzülse de kolay alışır, bunu sindirip hayatına devam eder herhalde.
Kol saatine bakıp saatin epey ilerlediğini fark edince ayağa kalktı, çantasından paketleri çıkarıp adreslerini gözden geçirmeye başladı. Yakın olan birini seçti: 6328. Sokak, Bostanh/Karşıyaka/İzmir. Senelerdir -askerlikten döndüğünden beri- Karşıyaka’da kargo şirketinin teslimatlarını yaptığı için, buraları artık avucunun içi gibi biliyordu. Ağır adımlarla adrese doğru yürümeye başladı. Senelerdir bu yollan aynı kılıkla aynı şekilde defalarca yürümüş olmasına rağmen, muhitteki hiçbir esnafla tek kelime muhabbet kuramamıştı. Ölüp gittiğimde beni kimse hatırlamayacak. Ne şu köşedeki kafenin sigara tiryakisi uzun boylu garsonu, ne de her gün öğleden sonra sahil boyuna tezgahını kuran esmer midyeci yokluğumu fark edecek. Cenazesinin babasının cenazesine benzemesinden çok korkuyordu. Babamın cenazesine ne kendi kardeşleri, ne o ömrünün son yıllarındaki işsizlik zamanında kıraathanelerde edindiği tekinsiz dostları, ne de mahalleli gelmişti. Yalnızca imam ve imamın cemaatinden yardım için çağırdığı üç beş kişi gelmişti cenazeye. Babamı da öldükten sonra hiç kimse hatırlamadı. Ben hariç. Belki bir de annem, o da nefretle, insanın bir zamanlar aşık olduğu, gençliğinin güzel günlerini birlikte geçirdiği birinden, sonraları işlediği günahlar nedeniyle nefret etmesi hatıralarına saygısızlık anlamına gelir miydi? Sırt ağrılarımın nedeni de her gün onca yolu yürürken omuzlarımda taşıdığım korkularım olsa gerek.
Sokağa varmış olduğunu fark edince, paketi çıkarıp apartmanın adına, numarasına, katına baktı: Günaydın Apartmanı. Sağına soluna baka baka sokağı yürümeye başladı. Kaldırımlara dikilmiş zakkumların pembe çiçekler açtığını görünce kafasına üşüşen düşünceler biraz olsun dağıldı, keyiflendi. Zakkum çiçeğinin adını İnci ablam söylemişti bana. Günaydın Apartmanı. Zile bastı. Açan yok. Tekrar bastı ve bekleyiş. Kapı otomatının sesini duydu, kapıyı itip merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. Kapının eşiğinde kısa boylu, kumral, genç bir kız. Yanıbaşında elektrikli süpürge duruyor. Kısacık şortu biçimli bacaklarını iyice ortaya çıkarmış. Kızın bacaklarına bakmaktan kendini alamadı, yanağının yandığını duydu.
– Kusuruma bakmayın, süpürge tutarken zilin sesini duymamışım.
– Estağfurullah hanımefendi. Buyurun, bu paket size gelmiş. Bir de şurayı imzalarsanız…
Kıza elindeki dosyayı uzatırken eli kızın eline değdi. Utandı. Dosyayı aldıktan sonra çabuk çabuk merdivenleri inmeye başladı. Kendini sokağa atar atmaz eliyle yanağını sıvazladı.
Çantasını açıp, paketlerden en yakın adresli olanı bulduğu gibi, adeta koşaradım oraya doğru yol aldı. Sokağı bulduktan sonra, apartmanın adına baktı: Yıldız Apartmanı. Bu sokağa niye hiç zakkum ekmemişler, ya da zakkum kendiliğinden mi bitiyor ki, bilmiyorum. Zile bastı, açan yok. Tekrar zile bastı, yine açan yok. Biraz daha bekledi, ev sahibinin evde olmadığından emin olduktan sonra, dosyasında adresin yanına işaret koydu. Teslim etmem gereken son bir paket kaldı. Ama teslimat uzağa, dolmuşa binmem gerek. En iyisi gitmeden bir kamımı doyurayım, zaten dolmuşa sahil kıyısından binmeyecek miyim? Salih Usta’nın tavuklu pilavından yerim. Salih Usta’yla ahbaplığı, oturup iki çift laf etmişliği yoktu da, el arabasının üzerinde kırmızı harflerle öyle yazdığından adını biliyordu. Sahile doğru yürümeye başladı.
Salih Usta’nın tezgahını gördü, taburelerden birini çekip oturdu.
– Ağbi, bana bir tabak pilav üstü tavuk yapıversene.
– Başüstüne… Karabiber, ketçap, bir şey ister misin?
– Az bir karabiber döksene be ağbi… Ellerine sağlık.
İşte bu kadardı. Bir insanla bundan daha fazlasını konuşabilmeyi hayatı boyunca becerememişti. Tavuklar da soğukmuş, böyle de çiğ gibi yenmez ki, diye geçirmiş de olsa içinden, bu duruma da ses çıkaramadı. Yemeğini iyice yiyip tabağı sıyırdıktan sonra tabağı çöpe attı, borcunu ödeyip dolmuş durağına doğru yürümeye başladı.
Kısa bir süre bekledikten sonra gelen dolmuşa bindi. Dolmuşun içi ağzına kadar insan doluydu ve içerisi fena halde ter kokuyordu. Bu sıkışıklık değil de bu koku beni öldürecek. Arka cebinden cüzdanını almaya çabaladı fakat kalabalıkta bırak cebine uzanmaya çalışmak, en ufak bir hareket bile fazlasıyla zordu. Oh, sonunda buldum şu kör olası cüzdanı. Cüzdanında hiç bozuk para olmadığını gördü. Büyük banknot versem onu da bozamaz ki adam. Bu sırada dolmuş epey yol almıştı ve şoför aynasından kaşları çatık -ihtimal ki sıcaktan, trafikten, insanlardan bıkmış usanmıştı bugün- onu izliyordu.
Durağın birine yaklaşırken şoför dolmuşu durdurdu.
– Bir sen mi varsın lan akıllı? Yarım saat oldu hala para falan yok.
– Ağbi vallahi bozuk param yok diye ne yapacağımı düşünüyordum.

– Siktir lan oradan! Bir de bana ağbi çekmeye kalkma burada. In lan dolmuştan, siktir git!
– Ağbi şimdi verecektim valla parayı, üç kuruş için yapma böyle gözünü seveyim…
– Lan hala ağbi çekiyor, in lan in, siktir git, getirteceksin illa beni oraya!

Herkesin kendisine küçümseyerek baktığını hissediyordu. Başını öne eğip, utana sıkıla kendini durağa attı.
Yine herkesin içinde rezil oldum. Dizlerindeki sızı kendini yeniden hissettirmeye başladı. Çantasından paketi çıkarıp
baktı, daha teslimat adresine çok yolu vardı. Yorulmuştu, fakat yürümekten başka şansı yoktu.

İzah,  Sayı: 1
Aydınlanmacı Liseler Birliği’nin Dergisi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz