Hançer – Yaşar Kemal | Çocuğun gömleği yırtılmış, çocuk ağlar… nedense hep ağlar.

Tepedeki kızgın güneş, gölgesini ayaklarının dibine, koyu bir yuvarlak halinde düşürüyor, her bastıkça ayakları bileklerine kadar, yolun kızgın tozları içine gömülüyordu. Üstbaşı toz içinde kalmış, boynundan, yüzünden süzülen terler tozla karışıp çamur olmuştu. Başına bağladığı mendilin bir ucunu dişleri arasına almış çiğniyor, eliyle de bir iki yanına işaretler yapıyor, kendi kendine konuşuyordu.Öne doğru yumulmuş, tozları dört bir yanına fışkırtarak hızla yürürken birden durdu. Ağzındaki mendil ucunu hırsla ısırdı. Tükürecek oldu, ağzı kurumuş, dili damağına yapışmıştı.

”Ben”, dedi, ”gösteririm ona. Ben hırsızlık yapacak adam mıyım be? işin ucunda ölüm var.”
Daha hızlı yürümeye başladı. Ayaklarını yakan tozun farkında bile değildi. Sonra, nedense, yoldan çıkıp tarlalara saptı.

Ekin sapları ayaklarının altında çatırdıyordu. Uzakta gürültüyle bir harman makinesi çalışıyor, ırgatların küfürleri duyuluyordu. Harman makinesinin farkında olmadan, önünden geçip gitti.Gözleri kısılmış, küçücük yüzü biraz daha küçülüp kararmıştı. Alnının kırışıklıklarını da çamur doldurmuştu.Yürüdüğü toprak yarılmış, yarıklar örümcek ağı gibi dal dal her tarafa yayılmıştı.

Ayağının biri bir yarığa girip burkuldu. Müthiş acıdı. Acıdan olduğu yere çöküverdi. Toprak, etini kızgın demir gibi dağladı. Sıcağın acısı… Toprağın acısı… Birden hopladı… Bir zaman şaşkın bakındı. Sonra yerden bir tutam kuru ekin sapı alıp çiğnemeye başladı. Çiğnedikçe sap ağızını kurutuyor, buruyordu. Ağzındakini tükürdü. Sonra bir tutam daha aldı.Bir de yorulmuştu ki… Sallanıyor, yanına yönüne yalpa vuruyordu. Zınk diye durdu. Afalladı. Ne oluyor, nereye gidiyordu? Hemencecik hatırladı:
”Namussuz, alçak” dedi kinle, ”sana yaparsam yaparım. Bil ki, ulan, bu işin ucunda ölüm var. Ben hırsızlık yapacak adam mıyım? Bunca yıl Çukurovadayım, namusumla çalıştım.’
‘Sonra, gene daldı.

Güneş tepesini kaynatıyordu. O gün, ikindiye kadar, karşıki yoldan geçenler, tarlaların ortasında, güneşin alnında, dümdüz, pırıltılı bir hasır gibi alabildiğine uzanmış ovada biraz önce doğru eğilmiş adamı kıpırdamadan dururken gördüler.

Adamın gözleri kapalı… Bir ceviz ağacının altında üç yaşında, dişleri bembeyaz, gülen, emekleyen bir çocuk… Çocuk neşe ile anasının boynuna atılır. Çocuk ter içindedir.. Yüzünden gözünden terler süzülür. Çocuğun gömleği yırtılmış, çocuk ağlar… Nedense hep ağlar. Sonra genç kadın tarladan döner. Dudakları yarılmış.. İhtiyar ana, ak saçlı… Belini tuta tuta, bir şeyler söyler… Kurumuş elleri ananın… Kurumuş eller… Eller, Çukurova’nın bin bir pırıltıyla dönen sıcağının içinden uzanır.
Var gücüyle dişlerini sıktı.
”Namussuz.. Sana gösteririm.. Ben hırsızlık yapmışım ha! Gece yarısı Muharrem Ağa’nın pamuğunu çalmışım, öyle mi? Beni attırır mısın işten?”

Garbi yeli efil efil esmeye başladı. Gölgesi, doğuya doğru bir adam boyu uzamıştı. Ta güneyde, Akdeniz’in üstünden parça parça ak bulutlar yükseliyordu. Biraz kımıldadı. Sonra bir adım atıp durdu. Sonra hızla yürümeye başladı. Tarlalardan tozlu yola saptı… Önünden biri gidiyordu. Gözlerini kısıp baktı. Karanlık da yavaş yavaş çöktüğü için, önden gideni bir türlü fark edemiyordu. Adımlarını açtı. Önden gidene yetişip, ”Hişt lan!..” dedi. Öteki döndü. Beriki sevindi:
”Ali lan.. sen misin?”
Ali durdu.
”Bu işi iyi yapmadın, Hüseyin,” dedi.
Hüseyin:
”Ben,” dedi, ”elcinin inadına yaptım o işi.”
Ali:
”Senin arkandan bir attı tuttu… Demediğini komadı. Hırsız, dedi. Namussuz, dedi. Irgat milletinin şerefini bu adamlardır beş paralık eden, dedi. Ne bileyim ben.. dedi oğlu dedi. Sen bu işi yapıp rezil olmamalıydın.”
Hüseyin:
”Sövdü mü?” dedi.
Ali:
”Bırak benim yakamı.. Ben bilmem orasını..”
”Nasıl bilmezsin?..”
”Bilmem..”
”Sövmedi mi?”
”Bilmem.”
”Daha ne dedi?”
”Bilmem…”
”Ben onun karısıyla yattım, dedi. Öyle mi?”
”Bilmem amma, o çok namussuz adam.”
”Yani yattım, dedi!”
”O çok namussuz bir adam.”
”Demek yüz kişinin içinde böyle dedi?’
”’Alçağın biridir o.”
”Vay anasını, avradını. Böyle ha.”
Ali:
”Bütün Çukurova’da ondan namussuz adam bulunmaz. Elci değil, ırgat celladı. Ağaların iti, ırgatların düşmanı… Senin bir çuval pamuğu onca ırgadın içinde Ağaya gösterip seni rezil kepaze etmeseydi olmaz mıydı? Herkese yapar kötülük, bir haklayan çıkmadı. Yapamaz bunu önünde görse erkek adam. Bir de…”
Hüseyin, Alinin kolundan tutup durdurdu. Kan çanağına dönmüş gözlerini delercesine gözlerinin içine dikti.
”De lan,” dedi, ”karısıyla yattım dedi mi?”
Ali omuz silkti:
”Bilmem…”Hüseyinin elinde birden hançer parladı.
”De lan,” dedi. ”De lan!”
Ali dudak büktü:
”Bu hançeri bana çekeceğine..”
Hüseyin Aliyi hınçla itip gerisin geri döndü. Koşuyordu. Tarlalardan, çalılıklardan geçiyor, soluğu kesilip duruyor, sonra tekrar koşuyordu. Bacakları kan içinde kalmıştı…Arada bir ayın üstünü bir bulut parçası kapatıyor, her bulut gelişte Hüseyinin yüreği hop ediyordu. Hüseyin, ağzı aşağı bir kara çalının karanlığına yatmış, elindeki hançerini sıkıyor, tirtir titriyor, olanca gücüyle geriniyordu.

Ay batıdaki dağlara doğru indi. Hüseyinin gözü karşı karanlık dağlarda, gökteki kocaman ayda. Ay, bir türlü batmak bilmiyor. Biraz ileride, harman yerindeki ırgatlar çoktandır uyumuşlar. Irgatların ötesinde, harman yerinin sağında, elcinin cibinliği de rüzgârda usul usul sallanıyor.Ay, dağların tepesine oturdu kaldı. Hüseyin, hançerin kabzasını yakalamış… Uçacak gibi…Ay iniyor…Derken ay batıverdi.. Hüseyin bir telaş, bir titreme…Hüseyin sürüne sürüne cibinliğe doğru gidiyor. Soluk bile almıyor. Usulcana cibinliğin yanına yattı. Cibinliğin içindeki rahat rahat horluyor. Sonra sayıklıyor. Hüseyin, cibinliğin karanlığına boylu boyunca uzanmış.. Öteki horlayıp yatakta dönüyor… Hüseyinin hançeri tutan eline, bileğinde bir sızı… Bilek düşecekmiş gibi… Yüreğinin sesi gürültü. Hüseyin gürültüden ürktü. Az ilerde kımıldayan bir gölge… Hüseyin hışımla hançeri toprağa çakıp, fırladı.Düşe kalka, köye doğru koşuyordu.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz