Cumadır, ev :Yakılan kandil, biraz naftalin ve reyhan. Ya da her daim kokuya meyyal benim için, tüten o buhur ve muska hali. Bu yüzden evi en çok Cuma’ya yakıştırmışımdır. Perşembeyi Cuma’ya bağlayan akşamların, annemin Amerikan bezlerinden fitil fitil kestiği beyaz bez parçalarının yağa belenerek birazdan bir kandil tasında duaya dönüşmesidir bende. Evi bir muska gibi düşünmüşümdür, kimileyin. Okunup üflenmiş bir karşılığı var, evin. Eşyalar ve onların yerindelikleri; duvarlar, ışık ve yazmak için küçük bir masa ve sandalye. Ya da bahçede uzun-yaz, bir asama altı… Evdeki her nesnenin yazmaya koşullanmış biri için o sükûnet halleri… Her obje, yazı – şiir yazılsın diye bir sessizlikle korurlar gövdelerini. Resimdeki ikonografik figürün, birazdan bir fincan çay koyacağını düşündüğüm bir soluğa evriliveren haline, yalnızca evde varırım. Ya da belki birazdan benimle yazdığım bir dizeyi tartışacak, bütün bir sessizliğiyle. Konuştuğum da olur onlarla. Kaçağa giderken kendisine Urumiye’den armağan edilmiş ve hiç anlamadığı İran minyatürlerindeki kuşlardan bahsederken büyük amcama, Hanili Gülabi’nin; yanından uçup geçtiğini hissederdim Simurg’un birdenbireliğini. Kulağıma fısıldanmış Sultan Süleyman hikâyeleriyle kapılıp gittiğim o hayâl coğrafyalar… Takıp beni pençesine götürsün isterdim Simurg’un ya da Anka’nın, kendimi bir yeminle taşıdığım o son adaya; kim bilir, belki de o son eve. Sonra boncuklarla işlenmiş o son mahpusun tespih Şahmaran’ı; uzak bir gemi motifiyle yapılmış boncuk süs çantanın duvarda bir hatırayla asılılığı… Sadece duvarda asılı bir resim-figür müydüler acaba? Eve kendilik katan, onu şimdiye taşıyan şeyler; özlediğimiz dış sesler, kokular, kitaplar, resimler ve yaşlı komşumun radyosunda unutuk kalan, tıpkı kasaba berberlerinin sabah beri açık bıraktıkları, o yeknesak korolar… Belki çok uzak bir arya ya da düpedüz bir dengbej çığlığı… Ev, hiç gitmediğimiz komşuluktur biraz da; her yılbaşı yaşlı Cumhuriyet kızlarının o titrek, biraz müşfik, yarım ağlak sesiyle mütemadi armağanı olan Saatli Maarif Takvimi’yle tazelenen komşuluk… Unutmaktır da; hatırlamak olduğu kadar. Kardeşliktir, bir de, hep uzun bir kardeşlik…
Evi çocukluğa sürüklemek lâzım, her şeyden evvel. Çünkü evi düşünmek, ancak bizim hâkim olamadığımız bir dönemiyle bir hatıra karşılığı sunar. İşte o vakit ev, yani hâlâ bizim olmayan haliyle ev, her köşesiyle kurduğumuz hatıra-tarih ilişkisiyle bir ikbal duygusu oluşturur. Ve biz aslında, bizim olmayan ama hep bizim olsun istediğimiz o çocukluk evinin – belki de çocukevin- kokusunu, ruhunu arar dururuz yeniden; hep yeniden, ikbal kondurduğumuz; kurduğumuz, taşındığımız evlere. Çünkü çocukluk, evde kalmış tüccardır. Gitmektir, ev. Bedenin kalmaklığıyla, ruhu gezginliğe çıkaran tuhaf aklın varlık talebi. İşte bu yüzden, küçültür her şeyi ev, yaralarımızı da.
Ev, karanlığını bildiğimiz ya da tahmin ettiğimiz bir yerdir. Asıl güvenliğini buradan alır. Herkes kendi evinin karanlığına musait… Kendi evinde karanlıkta uyuyan çocukların anne annelerine bırakıldıklarında bozdukları ezberdir : “Ama anane, o benim kendi karanlığım.” Eşyanın dilidir bu aslında, karanlıkta büyüyen eşyanın. Çocukluk, masa altlarındaki gezinmeler ya da her bir köşenin hatıra barındıran ehil dudağı, gelip öper bizi içimizden. İlk okumaların, ilk öğrenmelerin o sakin güvenirliği… Evden bir türlü çıkamayan çocuğun artık bir daha asla unutamayacağı Gulliverliği… Pullar, deniz altları ve başka coğrafyalara çıkmış aklın güvenli seyri, hep evdedir.
Çocukluktan -ve belki de ‘ev’den – çıkışımı Gogol’un Ölü Canlar’ına borçluyum. Ortabir yazıyla ilk not düşmelerim, roman okumalarım… Önce kardeşim Barış’ın bizi bırakıp o sonsuz ülkeye gidişi, sırası yanlış kardeşliğim, artık bir daha asla onaramayacağım o kırılmış ruhum; sonra Raskolnikov, sonra Yaşar Kemal, sonra odamda profilden fotoğrafıyla dağlara bakan o mavzerli kız Leylâ Qasım… Sonra büyük amcam Evdıla’yla bahçede uzun konuşmalarımız ve hep bir hikâyeyle tembih düşmeleri, ömrümün en uzun, en güzel Zaza saatleridir; sonra Erivan Radyosu’ndan aşırdığım Kürtlüğüm, sonra bi sürü devrim romanları, sonra Şêx Ehmed seminerleri, çocuk solculuğum; sonra Eritre-Etiyopya meselesi -abi bunlardan bize ne, değil!-, sonra Stalin, sonra bütün bir yaz… sonra 12 Eylül, sonra hep o yarım, uzak abi, çocukluğum… Bir daha asla dönemeyeceğim o duygu yoğunluğumdan Ko Spi’ye attığım o son bakışın; çocukluğumla birlikte Bingöl’de saklı kalan o Firdevs bahçeli evde, ta Halep’ten bekletilmiş kızlar için, rengârenk kumaşlarla dolu annemin ceviz sandukasında kaldığını bilerek, avuttum kendimi yıllarca, yazacağım o uzak şiirlere.
Ve belki de asıl problem, insanın kendini evinde hissetmesindedir. Evinde olamayanlara
ya da evi reddedenlere karşı bir mahcubiyet duygusuyla kalmak… O evinde olmanın sağladığı mütecaviz güven duygusu!.. kirlidir… Çünkü evin, yukarıda saydığım olumlamalar
kadar bir kötülüğü de var elbet : mikro vatan duygusuyla bir varoluş arzusunun kabaran nesnesine dönüşme hali. İşte bu yüzden, kurtulamayız “on beşimizde, evden kaçmayı ihmal etmiş olmak” tan (W.Benjamin). Bir karekter sağlamasıdır evden kaçmak, yeni bir varoluş talebi… Belki de sırf bu yüzden ev, Füruğ’un, Tebrizli Türk çocuklarının, Farsça
öğrenmek zorunda kalışlarının kederini de taşıdığı belgesel-filminin adında kazanır asıl anlamını : “ EV, KARADIR”
Metin Kaygalak
ESMER DERGİSİ HAZİRAN 2007
______________________________________
*Hane siyah est