Dünya Sancısı
Paul Celan, “Şiir ne denli kendini açığı vuruyorsa; varlık o denli kendini geri çeker” der. Varlığın kendini geri çekmesine yaptığı vurgu, şiir ile varlık arasındaki birbirini besleyen jestlerin sürekliliğiyle ilgili olmalı. Varlık dolayısıyla felsefe ile ilgili anlamlandırmalar gereği, şiirin, sohbet mistiğine tâbi tutulmasına neden oluyor. Peki öyleyse, şair varlık sorunsalını şiirde nasıl bir temsil aracına dönüştürüyor. ‘Dünya sancısı’nın (Heinrich Heine) şairden nasıl bir ikamete tâbi tutulduğunu bilmekle alakalı olacak sanırım. Şair, bu sancıyı, sıkıntıyı varlığının tam ortasına oturtmakla mükellef midir? Ya da konjonktürel olarak şairler varlık sorunsalını ideolojik-politik bir performansa mı tâbi tutmaktadır? Gibi çoğaltılabilir sorular sormak zorundayız. Reel politik ve şiir arasındaki vaat, varlığı ontolojik bir probleme dönüştürememesi ya da gecikmiş bir varlık sorunsalı, şairi ne denli varoluşsal bir sıkıntı hissine erdiriyor. Şair dünyanın sancısını nasıl algılıyor, ya da algılamalı.
‘Dünya sancısı’nı içselleştirecek yegane şeyin şairin kullandığı özel dil olduğunu düşünebilir miyiz? Şair yazdığı dilin kültürel referanslarıyla bir tahayyül oluşturduğu gibi, aynı kültürel referanslar içinde yer alan dili, farklı bir kullanım aracılığıyla yabancılaştırıyor da. Yani şair, dili kullanma biçimiyle dili bizatihi bir kültürel tinsel evrenden, varoluşsal bir seçeneğe dönüştürme yetkesine sahip olan kişidir. Asıl problem, şairin ‘dünya sancısı’yla kendinin bazen yer değiştirdiğini bilememesinde yatıyor, gibi. Şairden beklenen ise, yüce’nin yer değişimini sağlamasıdır. Bu, ontolojik bir seçenek olarak belirir. Şairin varlık sorunu baştan itibaren ontolojiktir, aslında. “Yüce olan düşük olana geri dönmekte, ortodoks olan paradoks olana dönüşmektedir” (P.Sloterdıjk). Şairin, varlığı sıkıntıya sürüklemesi, bir şey’den ötürü değil, bu ontolojik kökten alır. Varlık, şairin tam da burada Heidegger’in sözünü ettiği, “varlığın eriyerek abanan bir hiçliğe dönüşmesi”ne işaret eder. Aslında şair, “varlık” derken, gittikçe silindiğini düşündüğü bir ağırlığa, hiçliğe doğru kendini tanımlar ve hiçlik içerisinde devam ettirmek suretiyle, insan varlığı, var olanın dışına çıkarak, aşkınlığı dener. Peki şair, kendi varoluşunu sürüklediği bu hiçlik perdesinden aşkınlığa nasıl ulaşabilir. Gündelik hayat, şairin böylesi bir şiiri koymasına müsaade eder mi? Ya da bu mümkün müdür? Hayat, şair cephesinde yaşanılan bir şey değildir zira. İzlenilen, kayıt edilen bir şeydir. Didişilen bir sorun gibidir. Bu nedenle, şairin hayatı varlık sorunsalı üzerine oturttuğu diğer tüm kaygılar, şiire hizmet ederler. Şair bu kaygısını, bir sancıya dönüştürerek kendinde sürekli kılar. Çünkü şiir, tam da bu sancıyla vücuda gelebilecek bir ‘şey’dir.
İç Yaşantı
Nurdan Gürbilek’in tespitiyle söylersek “yüzyılın başında yazarı bir devrimciye dönüştüren” süreç, 70’lerin sonunda tamamlanmış oluyordu. Zira, dünya politik sahnesinde ‘eskiyen’, gün geçtikçe problemleri sosyalistlerce tatsız bir deneyime dönüşen; sosyalist iktidarların yeni arayışlar içinde olan diğer ülkelerdeki sol hareketleri yeterince esinlemediği, ruhsal anlamda karşılamadığı görülmeye başlanmıştı. Bu irtifa kaybında, şair, artık deneyimlediği sorunsalı varlık problemine dönüştürmeye başladı. Deneyimlenen ve dolayısıyla ‘yaşantı’, şiirin çıkış kaynağını oluşturmaktaydı. 90’lara kadar şiir, bu deneyimlenme üzerinden yürüdü, denebilir. Özellikle ‘70 kuşağı ile ‘80 kuşağı şairleri, ‘iç yaşantı’(Pavese) üzerinden değil, ziyadesiyle aslında bir ‘dış yaşantı’ üzerinden kuruyordu şiirini. Çünkü dışarısının örgütlülüğü ve özgürlük arayışları ( en azından sosyalist hareket ile İslamî hareketin kazandığı ivme), herkesin bir başkasının hayatını yaşamasından ötürü elde ettiği tuhaf dışarıdalık hali (burada deneyim), ‘80 şairini, uzunca süre, kaybedilmiş bir ‘yaşantı şiiri’nde tuttu, denebilir. Evet, yenilmişliğin yarattığı bir iç hal vardı. Daha çok ‘80 kuşağında karşılık arayan, bir hayıflanma; “biz nerede yanlış yaptık”taki “biz” ruhsalının kanamasıyla yazılan, ‘kopmuş bir devam’dan, icat edilmiş bir yerden (örneğin sosyalizmden, İslam’dan, kaybedilmiş enerjiden, kayıp iç’ten vb.) enerjisini alan, oradan hareket eden bir şiirdi, ‘80 şiiri. Bu dönemin her şairi için söylenemez ama, ağırlıklı olarak tüm bu icat edilmiş alanlardan ötürü, kaptırılmış zeminli bir retorik ya da sözel alan üzerinden yazdıklarını söylemek mümkün. ‘Kaptırılmış’ zira, İkinci Yeniciler bu şairlerin öncelediği bir çok şeyi yazmışlardı. ‘Retorik’ zira, yeni bir dil, söyleyiş, bilinen söyleyişi terk ediş zayıftı ya da yoktu.
Polemik oluşmaması adına, bu durumun temsilcilerinin kimler olduğu ayrı bir yazı konusu olduğundan, şimdilik isim vermemek doğru olur.
Mahmut Temizyürek, “Günümüz Şiiri Üzerine Bir Yaklaşma Denemesi” başlıklı makalesinde, ‘80 sonrasında, yenilik savlarıyla ortaya çıkan gençliğin yeni bir şiir çıkaramayan şair temsilcilerinin, ezilmişlikle eski kuşakların metinlerine dönerek, bu metinlerin etkisiyle şiirini kurma çabası yoğunlaştıklarını; araştırmasız, hazır bir kabulleniş içinde şiirlerini yazdıklarını söyler. Aynı makalede, İkinci Yeni’nin bu dönemde yeniden keşfedildiği, sadece onların değil, Tanpınar, Oğuz Atay, Bilge Karasu, Yusuf Atılgan’ın yeniden edebiyat içi bir okumaya tâbi tutulduğunu da. Temizyürek, ‘80 sonrası şiir ortamı için yaptığı önemli bir tespit olduğu kadar, şöyle esinleyici bir tespite de itiyor insanı. Bu dönem, şairiyle eleştirmeniyle aslında ‘kendine’ değil de (ve elbette ki kendine) Türk edebiyatına çalıştı, sanki. Bu dönemde kurucu bir şiir çıkmadı ama, edebiyat eleştirisi, metne yaklaşma, kavramları sorunsallaştırmada önemli bir bakış açısı kazanmış oldu : Nurdan Gürbilek, Orhan Koçak, Oğuz Demiralp, Hasan Bülent Kahraman, Mahmut Temizyürek, Metin Cengiz, Orhan Kahyaoğlu, Ahmet Soysal, Celal Soycan… Dolaysıyla yazımın öznesi ‘şairler’ olduğundan şimdilik cümleyi şairler üzerinden kuracak olursak, ‘80’lerde şair total bir okuma süreciyle, yeniden gözden geçirme süreciyle kendi şiiriyle değil; başta İkinci Yeni ve modern Türk şiirinin doğru okunmasında, algılanmasında yeni bir kapıyı aralamış oldu. Bu açıdan, ‘80 şiiri, arzulanmış metne yoğunlaştığından, arzu şiiri hedeflediğinden, kendini kuramamış, şiir kendini bu dönemde geri çekmiştir.
Ontolojik Kötü
Somut bir söyleme kendimizi provoke edersek; “Bizim şiirimizde şair varlık sorunsalını nasıl algıladı?” diye sormak durumundayız. Türk şiirinde varlık problemi, ağırlıklı ontolojik bir sorun olarak görülmedi. Tek tek şairler üzerinden konuşursak eğer, elbette varlığı sorunsallaştıran şairler vardı. Ama bu yeterince poetik bir krize dönüşemedi. Dünyandaki hızlı değişime ayak uyduran şairi dikkate aldığımızda, ‘varlık’ın farklı tezahürler üzerinden inşasını görebiliriz : İkinci Yeni’de, Ece Ayhan, ontolojik kötü üzerinden şiirini söyledi. Onun varlık sorunsalı hiç olmadığı kadar ontolojik bir kanaldan yürüdü. Buna, Turgut Uyar’ı da ekleyebiliriz. Çünkü onun yalnızlığı benzer bir veri üzerinden okunabilirdi, ancak, edinilmiş, dışarıdanlığı olmayan bir yalnızlıktı. Buna İkinci Yeni’nin uzak şairlerinden, yalnızlıkta uzak akrabası olan Metin Altıok’u da ekleyebiliriz ki o, yalnızlığıyla Uyar’a, poetik anlayış olarak Süreya’ya daha yakın sayılabilirdi-. Cemal Süreya, içlerinden farklı bir maruz kalışa (“sürgünün süreksiz bir varlık” olmaklığı, E.Said) tâbi tutulmuş olmasına rağmen, bu durumu paradigmalaştıramadığından –bu durum ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte- ama elbette yeni ve benzersiz olduğu için de paradigmalaştıran; gelecek oluşturan ontolojik bir şiir onda başka bir yere evrildi, denebilir. Cemal Süreya bu durumu ontolojik kötü üzerinden değil, sadece varoluşsal bir durum, bir hal, oluş üzerinden koruyarak şiirini oluşturdu. Elbette çok önemli bir şiir ve kuramcı yanıyla da poetik tutum koydu. Bu dönemde bu şairlerin yanına bir medeniyet müptelalısı Sezai Karakoç’u koyamayız ya da böylesi bir konumlandırma içinde yeterince göremeyiz, örneğin. Medeniyet tasarısının yıkıcılığını, barbarlığını düşünmeyen; İslam Medeniyeti’nden başkaca hiç bir referansı neredeyse kabul etmeyen –kabul etse de gene aynı şeye maruz kalacak olan- bir şairden, ontolojik bir problem yoktur da diyemeyiz. Çünkü, şiir, Karakoç için ideolojik bir aygıt etrafında
( yani İslamı, ideolojik bir medeniyet tasarısı olarak tasarladığından, neredeyse şiirini, şairliğini silmiş; hiçleştirmiştir ve elbette hiçlik’e de çekmiştir. Ama bu durum, problemli ve tavırlı bir hiçleştirmedir. Zira, şiirden almaz gücünü bu hiçleştirme, ideolojiden alır. Bu yüzden ontolojik hiçleştirme gerçekleşmiş olmaz, ontolojik olmaklığını tam olarak koyamaz.) düşünülmüş olsa da, Karakoç baştan itibaren ontik bir sorunsala hakiki bir şekilde sahiptir de. Bu durum kendi içinde bir dilemma oluştursa da, Karakoç’un o büyülü şiirine başka olanaklar da sağlamıştır. Bir başka örnek verecek olursak, Orhan Koçak’ın deyimiyle kendini sürekli yenileyen, dönüştüren “kalmak imkansız” bir İlhan Berk için ontolojik bir sorunsal etrafında şiirini kurmuştur diyemeyiz. İnşacıdır Berk. İnşacı olduğu için, evrimcidir. Sürekli kendini yenileyen bir şair. Bu da, onun şiirini hep diri tutmuştur. Bir alışkanlık üzerinden şiirini okuyamayız İlhan Berk’in. Ne demişti Beckett : “Alışkanlık zihni köreltir”. Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Çocuk ve Allah”tan sonra varlık sorunsalını yitirmiştir. Hiç birimiz bugün Dağlarca’nın –ki hâlâ yazıyor- şiirinde bu kitaptan sonra neredeyse konuşmayız. Çünkü, Dağlarca bu kitaptan sonra Türkçe’nin kalbinden, Türkçe’nin aklına göç etmiştir. Bundan dolayıdır ki, biz, hep bir eşik olarak bu kitaba döner dururuz. Onun, sıhhatli kelimelerle, bilerek ‘temiz’ ve ‘duru’ bir Türkçe’yle yazıyor olması, sadece şair titizliği ile ilgili değil, şiiri “ulusal bir aygıt” (T.S.Eliot) olarak görmesi üzerindendir: Ulusal şair, devlet şairidir çünkü Dağlarca. Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz.
Spesifik olarak varlık sorunsalı ontolojik bir karşılık olarak ‘90’lardan itibaren başlar, denebilir. Bu itibarla, şairin kendisini bir problem olarak algılamasıyla başlayan bir süreç var bugün, üzerinde düşünmemiz gereken. Şair kendini koymaktadır problemin merkezine. Şair bizzat kendisini sorunsallaştırmaktadır. Kendi ‘iç yaşantı’sını (Pavese) sorunsallaştırmaktadır: Öznenin merkezsizleşmesi, öznenin giderek silinmesi. Gelecek yok bu merkez(sizleşme)de, geçmiş de. Avangard bir şiir olduğunu da söylenemez, gelenekçi de. Kendini referans alarak yürüyen bir şiir deneyimlenmesi (burada deneyimlenme yaşantı olarak alınmamalı) de denebilir buna. Çok az örnekleri olmakla birlikte bunu savlayabiliriz.
Yücel Kayıran’nın tespitiyle ‘90’nda şiir, iki kol üzerinden yürüyor: Varlık sorunsalını merkeze alarak şiir yazanlar ile epistemik şiir yazanlar. Epistemik şiiri de iki açıdan değerlendirebiliriz: Enis Akın’ın tespitiyle, İsmet Özel’i örnek alarak yüksek volümlü şiir yazanlar, dediği, konuşan şiir yazanlar ile içe dönük susan şiir yazanlar, diye tasnif edebiliriz. İsmet Özel’le kavgası olmayanlar ile olanların ortak yanı konuşan şiir yazmaya devam etmeleridir. Kavgası olmayanlardan, Mehmet Can Doğan, Ömer Erdem -o kendini 90’larda görmüyor ise de, politik bir cevap vererek- şiire esas itibariyle bu konuşan şiir üzerinden devam ettiler. Diğer taraftan, Ayhan Kurt, hem İsmet Özel esininden konuşan bir şair olmakla beraber, ‘varlık’ sorunsalını da edinmiş bir şairdir. Bir de, bütün bu halleri dolaşan Şeref Bilsel de bazen konuşan bir şiir, bazen içe dönük, susan bir şiirle; son kitabında varlık sorunsalına intikal etmiş bir şiire yönelmiştir. Buna Heidegger’in, “insan, ussal değil konuşan dirimli bir varlıktır” ifadesini ekleyerek yeniden düşünürsek, konuşan şiiri dirimlenmiş, hayata gelmiş bir şiir olarak okuyabilir miyiz?
‘90’ların bir başka ismi, Didem Madak, bilerek, sorun çıkartarak yazıyor şiirini. Bu da, şiirini riske ettiği için anlamlı kılıyor. Konformist bir algıya yaslanmıyor.
Erken ‘90’lar diyebileceğimiz Birhan Keskin ve Osman Çakmakçı, ayrı bir deneyimlenme üzeriden yazıyorlar şiirlerini. Birhan Keskin şiirini bir önceki kuşak üzerinden de okuyabiliriz. İkili bir olanaklılık üzerinden yürüyor çünkü şiiri : Çatışkısız ama problemli. Çatışkısız; şiirinde varoluşsal bir problemle ilerliyor, şiirini hiçliğe doğru sürüklüyor. Problemli; şairliğiyle şiirine uyumsuz bir varolma uyumluluğu, itinası gösteriyor. Osman Çakmakçı, bu dönem şiirine kavramlaştırmalar yaparak, kendi poetik çizgisini belirlemiştir. Onun, organik şiir, sentetik şiir kavramsallaştırması ile Yücel Kayıran’ın yukarıda alıntıladığım tasnifi, benzer bağlamı içerdiği söylenebilir. Bu iki şair, poetik olarak yakınlaşırlar birbirlerine. Sorunsallaştırmaları, argümanlaştırma çabaları çoğu zaman birbirini çelerek ilerlemektedir, denebilir.
Bu dönemde varlık sorunsalını, episteme üzerinden değil de, şairin, bizatihi kendisini sorunsallaştırarak, ilerlettiği bir şiirden söz edeceksek; Yücel Kayıran, Osman Çakmakçı, ben (Metin Kaygalak), Birhan Keskin’in şiirlerinin ontolojik şiir ruhsalıyla kurduğumuzu savlayabiliriz.
Hiçlik Mümkün mü?
“Niçin daha ziyade hiçlik yok da varlık var” diye sorar Leibniz. Eğer varoluş, dünyadan “kendini geri çekmek” anlamını taşıyorsa, o zaman “şiir kendini açığa vuracaktır”. Bugün şair hiçliğe yüklediği varoluşuna rağmen haklılığını yitirmiş bir şiir yazmaktadır. Yani şairin, yaslandığı şey, yani hiçlik, onu insan karşısında haklı kılmıyor. Zaten şair, kendini diğer normal insandan ayrı da görmüyor. Bugün, bir kahramandan, sıradan vatandaşa dönüşen, herhangi biridir artık şair. Oysa, tam da bu noktada, yani şairin hiçliğe tahvil ettiği hayatını, nasıl yaşamadığını/ yaşayamadığını (şimdi biz İsmet Özel’in kendi hayatını yaşayamadığını söyleyebilir miyiz? Bu cümle, bu dizeleri bize fırlatan İsmet Özel için geçerli mi yani? Tabii ki değil. Onca ‘kapı’yı dolaşan, bu kadar ikbal indirip konuşan, muktedir ağzı bu denli seven bir vaiz şair için, elbette diyemeyiz. Çünkü İsmet Özel, hep ‘iyileşmek’ istemiş bir şairdir, iyileşemeyeceğini bildiği halde. Onun kapıları sıhhate açılsın diye yapılmış kapılardır. Oysa şair bilerek iyileşmek istemez. Çünkü şair, marazı kendinde ikamete tâbi tutmuş, matem burcuna çekilmiş, aşkınlaşmayı, bundan ötürü de, kendinden kurtulmayı seçme eğilimi gösterecek olandır.) yazdığı şey’in, şiirin, okur nezdinde bir hakikilik sınamasına tâbi tutulduğuna tanık olmaktayız bugün. Üstelik her şeyin hakikiliğini yitirdiği bir zamanda, bu hakikati yitirmiş insandan gelen bu tuhaf talep, bu çelişik gücünü, hiçbir şeyi tanımlayamamadan, sorunsallaştıramamadan alıyor. Ve şiir, hiç olmadığı kadar bir hakikilik, bir sahicilik bunalımında tartımlanıyor artık. Dolayısıyla, şair bugün, hiç olmadığı kadar kimsesiz bir arkalığa yaslanmakta: Biraz sinizmin sularında dolaşan, sırtını kendine dayadığı bir arkalık. İlişkiler üzerinden koparılan yaygaraları bir tarafa bırakırsak. Ya da öznenin merkezsizleşmesinin vaat edemediği kaptırılmış iktidar, zorunlu bir hiçlik alanı oluşturmakta bugün. Bu zorunlu hiçleşmeyi (dolayısıyla bir varlık koyabilmeyi) kavrayan şairler ile bu sularda yüzemeyecek olan şairlerin varlık koyma çatışkısı, ‘90’larda yazılan şiir üzerinden değil (dolayısıyla varoluşsallığını kendi güçsüzlüğünden alarak dikilen, diklenen değil), sağlanmış, edinilmiş kudretten alanlar arasında yeniden tanımlanacaktır, diyebiliriz.
Dolayısıyla, ‘90’larda hiçlik, varoluşsal bir vaate dönüşmüştür. Ve bu vaatin şiirini yazanlar ile hiçliği bir değersizlik duygusu üzerinden görenler arasında mutedil bir ağızla ilerlemekte şiir. Ortak bir algı üzerinden konuşulacaksa, örneğin 90’lı yıllar içinde yürüyen şairler bir önceki kuşak şairlerinin birbirlerini (İslamcısı, sosyalisti) koruyup kolladığı (‘Üç Çiçek’ pratiği ve bugün bu işlevi yüklenen ‘Hece’ dergisinin ‘solcu şair’ dosyaları yaparak süreci devam ettirdiği düşünülecek olursa) kadarının aksine, birarada olamadığı için birlikte anılmanın kurucu hoşnutsuzluğunu taşıyorlar. Bu dönemde, bu dönemin karakteristiğini yansıtan bir dergi olduğunu söylemek mümkün mü? Dolaysıyla, bir hoşnutsuzluk üzerinden yürüyen, kerhen kabul görmüş, “biraradalık” (W.Benjamin) kendini mümkün de kılmıyor. Alain Badiou’nun tespitiyle söylersek, “biz’in düşüşü” bu, yaşadığımız. ‘90 şairleri bir yekûn tutarsızlık üzerinden görmekte birbirini… Hissedilebilir mevcudiyetin başka konumlanışlar üzerinden kaybı da denebilir buna.
Müstakil bir şiirin peşinde koşan bir dönemin perdelerinin aralandığı söylenebilir ‘90’larda. İkinci Yeni’nin taze dili şiirde bir temrine tâbi tutması, onların yeniciliğinin dil anlayışlarıyla varlık bulmasına neden oldu. İkinci Yeni’nin çelimsiz, cılız dili, varlığın başlangıç sorunsalı halinde bir temrine tâbi tutarak ilerlemesi yani burada hiçlik (dilin cılızlığından dolayı elde edemediği varlık) olması, Türk şiirinde varlık ve şiir ilişkisinde bir örneklik olarak durmaya devam etmekte. ‘70’lerin konjonktürel olarak toplumcu/ politik şiire yaslanması, Türk şiirinin krizde olduğunu kanısını bu dönem üzerinden güçlendirdi. Sonraki kuşak, şiiri ‘yeni’ zorunlu okumalarla, zira 1980 askeri darbesinin ağır koşulları nedeniyle, şairleri kanon metinler; Tevrat, Kuran ve İnciller, mitolojiye yeniden bakmak gibi, yeni başucuları sağlamış oldu. Bu kitabî metafizik indirmelerle, suni bir varlık problemi kazandırdı şair, kendine. Metafizik elbette gerekliydi ve üstelik ‘gerici’ bir poetik unsur olarak algılanamazdı. Zira, ‘aşkın varlık’ kavramını örgütleyen ortaçağ metafiziğinden bahsetmiyoruz (Heidegger/Kayıran), şimdinin, bugünün şiirinin ihtiyaç duyacağı metafizik; insanı, varlığı sorunsallaştırıyor. Ancak bu dönem şairleri, şiirlerine taşıdıkları metafizik duyumsayışı yanlış örgütlediklerinden (İslamcı şairler fazla Kuranî bir şiir yazıyorlardı, solcular ise kültürel karakterli mistisizmle doğru bir ilişki sağlayamadıkları için epistemeye düşüyorlardı. Ya da şiirdeki metafizik ‘girdi’ (burada buna, bilginin imgesel düzlemde örgütlülüğü dersek) mistifikasyona ‘düşme’ye dönüşüyordu. ‘Düşme’, zira, bu şairlerin çoğu sol gelenekten geliyor olmalarına karşın, şiirde -biraz abartarak söylersek-, ‘yarım mümin’ bir söylem ve dil kullanıyorlardı. Dolayısıyla, dildeki bu değişim ontolojik bir problem değildi; siyasal süreç kapalı bir şiirsel söyleme doğru sürüklüyordu şairi. Ya da şair böylesi bir varoluşsal tavır koyabiliyordu ancak. Bu yüzden, 1980’lerin şairleri, bu edinilmiş, dışarıdan sağlanmış ruhsalla yazdıklarından; şiiri, hiçlik’e sürükleyemediler ve bu nedenle de bir varlık koyamadılar, denebilir.
Onto-Teolojik Şiir
‘90’lı yıllarda beliren şiirde dikkati çeken asıl problemlerden biri de “onto-teolojik” (Heidegger) karakterli bir şiir ruhsalının egemenliğidir. Onto-teolojik şiir, bir ilahiyat sözeli ve ruhsalı barındırdığı kadar, içe dönmüş insan özgürlüğüne, insanın kendi iç bağımsızlığıyla kendine dayanan bir varoluş pratiği koymayı; yani sinizmin ve elbette idealist soyutlamanın eleştirisiyle kendiliğindenliğin bir varoluş pratiğine dönüşmesi, ‘90’ların ortak ruhsalıdır denebilir. Müstakil şiir arayışları, şairin kendine dayanarak, kendini merkez alarak oradan bir erdem-şiir oluşturma hali de bu dönemin müştereğidir. Teolojiktir, ama Kemalist bir söylem kullanırsak eğer, ‘gerici’ bir şiir değildir. Zira, ‘90’larda ‘iç yaşantı’yı yoğunluklu hisseden ‘80 ergenleridir. ‘80 öncesinde ilk gençliklerini yaşayanlar, İslami ve sosyalist hareketin yükselmesi; siyasal söylemin girift ve hareketli özgürlük söylemi, bir ‘iç yaşantı’yı değil, aksine ‘dış yaşantı’yı örgütleyen bir söylemin hayata hüküm ettiği yıllardır. Bu itibarla, 12 Eylül sonrası yaşanan şok, özgürlükçü ruhsaldan, kısıtlı bir politikliğe götürürken, yeni başlayan ‘iç yaşantı’ problematiği, bu gençlerin küçük ergen kardeşlerinde ortaya çıktı, denebilir. Dolayısıyla, ergenlikleri bu baskı döneminde geçen çocuklar ‘90’larda şiirlerini bu ‘iç yaşantı’ üzerinden kurmuş oldular. Ve elbette ki, ‘iç yaşantı’ beraberinde insanı merkeze alan bir metafizik didişme (didişme çünkü; eğer bir didişmeden söz etmeyeceksek, o halde yazılan şiir, metafiziği sadece olumlayarak merkeze alan bir şiir olurdu ki, bu doğru olmazdı) barındırdı. Bunda reel politik sürecin etkisi de oldu. Ontolojik kaygıların temel bir problem olarak zuhur ettiği şiddetli bir dönem oldu ‘90’lar. Varoluş üzerine yoğunlaşma, nerden bakarsak bakalım, öncelikle metafizik didişmeden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, metafizik didişme, şairde teolojik bir alan içinden geçerek ve o alanı çelmeleyerek bir insani duruş ve oluş haysiyetleri temrinine dönüştü. Varoluş ve kayboluş üzerine düşünüşler, hiç olmadığı kadar bir haysiyet problemine dönüştü bu yıllarda. Sadece felsefenin problemleri olarak kalmadı bu meseleler. Şiirde yeniden bir anlam kazandılar. Örneğin, metafiziği sadece Ortaçağ geleneğiyle okuyamayacağımızda olduğu gibi. Denebilir ki, ‘90’larda şiirlerini ‘kuranlar’ (poetik duruş için demek istiyorum), bunu büyük oranda “onto-teolojik” ruhsal gerilim, çatışkı (buna metafizik didişme diyelim) üzerinden yaptı. Uzunca bir zaman bu durum mistisizm olarak okunda. Örneğin, kendi şiirim için konuşacak olursam; şiirlerim için yazılan birçok yazıda, bir türlü tam olarak adlandırılamayan metafizik didişme, mistisizm olarak sorunsallaştırılıp, şiirlerim neredeyse mistisizmin bu imkanlı bulanıklığıyla tanımlanmaya, aralanmaya çalışıldı. Tüm bunlar doğruydu, ama değil. Mistisizmin bu muğlak tanımlı aralığına Mahmut Temizyürek, benim şiirimi de konu edinen “Bir Dilden Bir Dile Göçmek” adlı yazısında “mistik olmayanın mistikliği” tanımlamasıyla, – ya da adlandırma mı demek lazım- bugüne dek, mistik şiir indirgemesine tâbi tutulan, ‘bir yetersiz anlamlama’, ‘bir eksiklik duygusu’ katarak, söz alanların bulanıklığını gidermeye çalıştı. Önemli bir anlamlama, kavramsallaştırma olduğuna inandığım bu tespitleme; tam olarak bir bağlama henüz oturmamasına rağmen, o kapıyı aralama olarak düşünecek olursak; mistisizmin üzerinden dinsel ritmin düşüşünün ya da mistisizmin artık yeni alanlar üzerinden düşünülerek sorunsallaştırmayı zorunlu kılmakta. Zira, bugün üzerinde konuşulacak olursa, işte tam da üzerinde durmak istediğim onto-teolojik şiir sorunsalını anlamakta güçlük çekmemiş olacağız. Evet, mistisizmin muğlak kabulü bir rahatsızlık taşımıyordu, hem değerlendirme yazısını yazan için, hem de konu edilen şair için bu muğlaklık eğreti, tanımlı, işte tam da bu yüzden tanımsız kalan bir aralık bırakıyordu. Bu yüzden bu muğlak alan, bir sorun teşkil etmediği gibi, bulanık bir varlık alanı oluşturuyordu konu edilen şair için. Ama onto-teolojik şiir argümanını temellendirmek bizim şiirimizde pek konuşulmuş ya da en azından üzerinde düşünülmüş değil, bugüne kadar. Bu çizgi ‘90’ın kurucu şiirini yazan her şairde mevcut da değil. Bu çizgiye yakın duran birkaç şairden söz edilecekse; ‘gene’ ben (Metin Kaygalak), Yücel Kayıran, bir dönemiyle Mehmet Can Doğan, denebilir.
Karanlık Aydınlanma : Dünyaya Gelmek
90’larda şiir ‘dünyaya gelmiştir’ (P.Sloterdıjk) denebilir. Aforizma gibi duran bu cümleyi biraz açalım. 90’larda şiir, denebilir ki ‘doğmuş’ bir şiir değildir. Dünyaya gelmiş bir şiirdir. Heideggervari bir okumanın alt ruhsalı üzerinden yürütürsek bu cümleyi, “dünyaya fırlatılan insanın” her zaman aynı oranda bir maruz kalışa tabi tutulamayacağı açıktır. Bu nedenle, ‘90’lı yıllar bu maruz kalışın en şiddetli içsel geriliminin ‘kurulduğu’ yıllardır. Dolayısıyla, bu dönem, birey’in yeniden kurulumunun yıllarıdır. Modernizm bireyi sürekli yeniden tasarlamasından ötürü, birey bir varlık olarak kaybolmuştur. Birey, bir nesne haline dönüşmüştür. Bu dönemde bireyin varoluş arayışları, farklı referanslardan, politik süreçlerden gelenleri aynı varlıksal problem etrafında toplamıştır: Bireyin ‘abanan’ bir yalnızlığa doğru sürüklenişinin. Buna, Orhan Koçak’ın tespitiyle “Karanlık Aydınlanma” metaforu ya da “ilerlemenin tehlikeli aldatıcılığı”na itiraz da diyebiliriz. “Karanlık Aydınlanma”, denebilir ki, ‘90’lı yıllar ruhsalını en iyi özetleyen bir metafor tespittir: Çoğaltılabilir bir kayboluş halinin ilerlemesi. Artık modernizmin bireyin ruhsal gerilimi üzerinden ilerleyen özgürlükçü şimdinin bir kayboluş önermesine dönüşerek, insanın kayboluşuna, dolayısıyla varlığın kayboluşuna; insanın kayboluş hürriyetine doğru evrilen bir silinişe; toplumsal varoluş karakterinin giderek sürüklenmesine, dolayısıyla varlığın sürüklenmesine bir temrin oluşturarak, ‘tehlikeli aldatıcı bir ilerleme’ye tâbi tutmasını kendi ruhsal geriliminin merkezine aldı. Bu koşullar altında yürüyen ‘90 kurucu şiiri; denebilir ki, biraradasızlığın biraradalığına dönüştü. Modernizmin, şimdi’nin ideolojisinin iflası, insan varlığının kayboluşu üzerinden ifadelenmekte. Orhan Koçak, “Kelimeler, Kelimeler” ile “Yüce’den Utanmamak” başlıklı yazılarında, bugün yazılan şiirin kendi kelimelerini bulamayışı problemini işaret etse de, bu dönemde şairin “süreksiz varlık” (E. Said) olarak görünmesinin payı olduğu söylenebilir. Çünkü kayboluş şaire sürekli bir varlık olmayı sağlayamıyor bugün. Bunun toplumsal koşulları da yok bugün. Artık insan süreksiz bir varlığa; kalmaya, birikmeye değil, bir süreksizliliğe doğru sürüklenmektedir. Aslında her şeyin kendini bir süreksizlikle inşa ettiği bir döneme girdiğini bilerek ilerleyen bir süreklilik edinme çelmesini atıyor şair kendine. Sadece şair mi? İnsan varlığının tümü. Şair, ‘90’lardan itibaren bu ontolojik kötünün içinden yürüyerek şiirini kurmak zorunda kaldı. Bu nedenle, ‘90’larda şair, salt ve gerçek bir problemle karşı karşıya kalmış oldu. Evet, bu dönemde, örneğin, bir araya gelerek manifesto koymuş ve bunda başarılı olmuş bir hareket göremeyiz. Çünkü “biraradalığın” (W.Benjamin) düşüşünün dönemiydi yaşadığımız yıllar. Parçalı ama bir bütünü imleyen, ayrı sınıfsal ve kültürel hayat pratiklerinden gelmemize rağmen, benzer sorunsallar altında ezilmiş, yüklenmiş şairler bütününden söz edilebilir artık.
Sonuç yerine
Uzunca bir zamandan beri Türk şiiri, ‘başarı’ sözü vermiş bir şiir olarak yazıldı denebilir. Bunda dünyadaki şiir ortamının etkisiyle, parti şairliğinin, kahraman şairliğin, büyük şairliğin kazanımlarının büyük etkisi/payı olduğunu söylenebilir. Şair, hep bu fiilde tuttu kendini: Başarmak. Başarmak, iyi şiir yazmak/söylemek gibi şiir ben’i oluşumuna dair refleksler olarak düşünülebilir. Ama uzunca bir zaman şiirden çok, bu ben inşasıyla uğraşıldığını, bunda son 25 yılda gelişen reklam, görsel iletişim hızının büyük payı olduğunu ve şairin kendini tasarladığını görmekteyiz. Dolayısıyla, şairin şiirinden çok şair ben’i inşasına hizmet eden mülakatlar, hafta sonu eklerinde magazine vardırılan söyleşiler, imaj çağında şair aklının kendi kelimeleriyle yeni bir şiir söyleyebilirmiyi yeniden düşündürtmekte bize.
Bilineceği üzere, baskı döneminin (12 Eylül) edebiyatta karşılığı hemen sonrasına değmez, biraz uzağında bir dönemde ortaya çıkar. Bu da ‘90’lı yıllarda oldu. Örneğin, ‘90’larda Müslüman şair iddiasını taşıyan bir şair ile ‘80 ve öncesi Müslüman şairleri yan yana koyduğumuzda, şiirin merkeze aldığı sorunsal, neredeyse, örtüşmemektedir. Yani bir ideoloji yitiminin ısrarı devam etmekte hala. Hatta bu şairlerin sorunsallarının oturduğu ruhsalın da örtüşmediği de söylenebilir. Bu isimleri saklı tutuyorum şimdilik, giderayak bu bahsi kapatmak üzereyken, ama sadece şimdilik.
‘90’larda vücuda gelen şiir, denebilir ki, modern Türk şiirinin sorunsallaştırmadığı alanlara girdi. Ve şiirin sağlamasını yaptı. Genel anlamda, bugüne kadar, Türk şairinin yaşamadığı, benzeri olmayan ruhsal gerilimle yazıldı ‘90’nda şiir. Bu itibarla, gittikçe ‘abanan yalnızlığın’, insan varlığında giderek bir kayboluş örgütlenmesine dönüşmesi, bu dönem şiirinin karakteristiği olarak belirdi. Bu ruhsal gerilim, parçalı bir bütünü ama yanlış bir bütün’ü de işaretleyerek ilerledi. Zira, son 25 yıl insan haysiyetinin olmadık alanlarda sınanmasına tanık olduğumuz bir dönemdi. ‘90’larda şiir de bu haysiyet sınanmasının geriliminde vücuda geldi. Bu durum, ‘90’lar şiirinin kendine bir hayat yakıştıramadığı için değil, varlığın düşüşünün kendini doğrulttuğu yegane alanın ‘iç yaşantı’ üzerinden yürümesine neden oldu. ‘90’lar şiiri, varoluşun, dünyadan geri çekilmeyi göze aldığı için, varlık koyabilen bir şiir atmosferi yarattı, denebilir.
03 Haziran 2008
Hürriyet Gösteri, Yaz (Haziran-Temmuz-Ağustos) 2008 sayı: 294
Şair Metin Kaygalak
I will be commenting soon :))