Fyodor Dostoyevski’nin Paris Gezisi Gözlemleri: “Gördüklerimin etkisinden üç gün kurtulamadım!”

dostoyevskiİngiliz papazları yoksullarla ilgilenmiyorlar. Onları kiliseye bile almıyorlar, oturacakları kanepenin kirasını verecek paraları yoktur çünkü. Nilin kıymak hayli pahalıya patladığı için isçilerin genel olarak yoksulların hepsinin- evliliği yasadışıdır. Sırası gelmişken söyleyeyim: Bu kocaların çoğunluğu karılarını pek kötü dövüyorlar; sakatlıyorlar onları, ateşte iyice kızdırdıkları ocak demirleriyle oralarını buralarını dağlıyorlar. Ocak demirini kullanmayanı pek azdır. Gazetelere geçen aile kavgalarında, yaralama ya da öldürme olaylarında ocak demirinin adı daima geçer.  (…) İngiliz papazları, piskoposları mağrur, mağrur oldukları kadarda zengindirler. Ekmek elden su gölden, bey gibi yaşar; gönülleri rahat, semirdikçe semirirler. Pek çalımlıdırlar. Bilgilidirler de. Dürüstlüklerine gurur dolu, ciddi bir inançları vardır. Kürsüye çıkıp durgun, kesin bir dille dinsel öğütler vermeye, göbek bağlamaya, yalnız zenginler için yaşamaya hakkı olduğundan kuşkusu yoktur hiç birinin.
(…) Misyoner, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarına dalıyorlar. Gelgelelim Londra’da, onlara verecek paraları olmadığını bildikleri milyonlarca fahişeyi görmezlikten geliyorlar.

Evet, Paris’teyim işte… Ama size özellikle Paris üzerine çok şey anlatacağımı sanmayın sakin. Hem sanırım, onun üzerine Rusça o denli çok şey okumuşsunuzdur ki, bıkmışsınızdır artık. Sonra, siz de bulundunuz orada, belki de benden çok daha iyi gördünüz her şeyini. Sunu da söyleyeyim, yurt dışındayken rehberle dolaşmaktan da, geziye çıkmış bir insanin uyması gereken yasalara, zorunluluklara uymaktan da son derece nefret ederim. Bu yüzden bazı yerlerde öylesine şeyleri görmeden geçtim ki, söylemesi bile ayıp. Paris’te de oldu kaçırdığım şeyler. Söylemeyeceğim bunların neler olduğunu, ama yalnızca sunu söyleyeceğim: Bir sıfat buldum ben Paris’e, bunun yerinde bir sıfat olduğunu savunmaya da hazırım. Yeryüzünde en dürüst, en erdemli kent Paris’tir. O ne düzendir öyle! O ne usluluktur! İlişkiler kesin çizgilerle belirlenmiş, sağlam temeller üzerine oturtulmuştur. Her şeyin güvenliği sağlanmış, benzerlerinden ayrılmıştır. İnsanlar rahat, son derece mutlu yaşıyorlar orada! Rahat, mutlu olduklarına kendilerini inandırmışlar da… Bundan ötesi yok. Ama öyle olduğuna inanmıyorsunuz siz; abarttığımı, kötü yurtseverliğimin etkisinde kalarak iftira ettiğimi, böyle bir şeyin olamayacağını haykırıyorsunuz. Ama hak verin dostlarım: Notlarımın daha birinci bölümünde uyarmıştım sizi; belki de korkunç şeyler uyduracağımı, saçmalayacağımı söylemiştim. Neyse, bırakın beni de devam edeyim. Ayrıca, yalan söylesem bile, bunu, doğru söylediğime yürekten inanarak söyleyeceğimi de biliyorsunuz. Bence yeter de artar bile bu kadarı. Hadi serbest bırakın beni artık.
Evet, pek ilginç bir kent Paris. O ne konfor, -rahat yasamaya hakki olanlar için- o ne rahatlık öyle! O ne düzen, sonra o ne -nasıl demeli- düzen huzuru öyle! Dönüp dolaşıp düzene geliyorum hep. Doğrusu, biraz daha ileri gitseler, bir buçuk milyonluk Paris, sessizliğe, düzene boğulmuş Alman kasabalarına, sözgelimi Heidelberg’e dönecek. Olacağına bakin… Heidelberg’in büyüğü olamaz mı sanki? O ne düzene giriş! Yanlış anlamayın beni. Hiç önemi olmayan-sözün gelişi tabii-dış düzen değil bu yalnızca; içten, ruhtan gelen büyük bir düzen. Paris -isteyerek sanki- daralıyor, seve seve küçülüyor, gülümseyerek büzülüyor. Bu konuda -sözgelimi- Londra çok gerilerde kalır! Topu topu sekiz gün kaldım Londra’da; bu kent -hiç değilse dıştan- parlak birtakım görünümleri olan, apaçık, planı düzensiz bir kent izlenimi bıraktı belleğimde. Her şeyi öylesine büyük, birbirinden öylesine kesin özelliklerle ayrılmış ki! Bu ayrılığın içinde kolayca aldanabilir bile insan. Her değişiklik, her ayrı özellik, hemen yanındaki kalşıtıyle pek bir uzlaşmış, anlaşmış, el ele yürüyorlar. Birbirlerine karşıt oldukları halde silip atmıyor biri ötekini. Her biri inatla savunuyor kendini -ilk bakışta anlaşılıyor bu- bildiği gibi yasıyor. Birinin ötekine karıştığı, engel olmaya çalıştığı yok. Ama öte yandan ayni inatçı, bağnaz, hatta eskimiş savaş orada da sürüp gidiyor. Batıda filizlenen hep beraber yasama, bir topluluk yaratıp karıncalar gibi örgütlenme düşüncesini yok etmeye yönelen savaştır bu. Birbirini yememek için karıncalara benzemeyi bile göze alan düşünceyi ortadan kaldırmak için sürdürülmektedir bu savaş! Öte yandan, Paris’te olan şey orada da göze çarpmaktadır: Umutsuzluğun doğurduğu, statuquo’dan ayrılmamaya duyulan ayni çılgın öz’em orada da vardır; tüm isteklerini, umutlarını etle koparıp atmak içinden, geleceğini -belki en ilericileri-ninninde bile inancın eksik olduğu geleceğini- lanetlemek, Vaal’e (Hükümdar, Efendi” anlamına gelen bu sözcük İncil’de bu ulusların Tanrısı anlamına kullanılır.) tapmak…
Sözcüklerin parlaklığı heyecanlandırmasın sizi: Ancak önde gelen, düşünebilen insanların ruhunda bilinçli olarak görülür bütün bunlar; toplumun büyük kalabalığının atılımlarındaysa bilinçsizdirler, içgüdüseldirler. Sözgelişi Paris’te burjuva, bunun böyle gerektiğine bilinçli olarak inanır, pek de hoşuna gider inanmak; hatta bunun böyle gerektiğinden kuşku ederseniz döver sizi. Kendine olan bütün güvenine karsın, bir sedyen korktuğu için döver. Gerçi ayni durum Londra’da da var, ama görünüm çok daha engin, çok daha ezicidir orada! Dış görünüşte bile ayrılır Paris’ten Londra. Gece gündüz kaynaşıp duran o deniz gibi uçsuz bucaksız kent, makinelerin uğultusu, evlerin damlarına (neredeyse altlarına da) döşenen o demirler, o gözü peklilik, beceriklilik, aslında burjuva düzeninin doruğu olan görünüşteki o karışıklık, suyu zehirli akan o Thames, taşkömürü dumanı yüklü o hava, o görkemli parlak kentin, Whitechapel gibi o korkunç köseleri -halk yâri çıplak, aç, yabanidir oralarda-, milyonlarca insanıyle, dünyanın her yerine uzanan ticaret kollarıyla City, pırıl pırıl saray, evrensel sergi…

Gerçekten de görmeye değer bir sergi bu. Dünyanın dört bir kösesinden bunca insani buraya toplayıp tek bir sürü yapan ulu gücü hissediyorsunuz burada; yüce düşünceler geliyor aklınıza; burada amaca çoktan varıldığını, utkunun, görkemin burada olduğunu hissediyorsunuz. Hatta bir şeyden korkmaya başlıyorsunuz sanki. İstediğiniz kadar ileri düşünceli olun, gene de bir korku dolduruyor içinizi. Bunu gerçeğin kendi sayıp artık susmak gerekmiyor mu acaba? Bütün bunlar öylesine görkemli, öylesine utku dolu, öylesine gururludur ki, soluğunuz kesilmeye baslar. Dünyanın her yanından buraya sessizce akan milyonlarca insana -bu kocaman sarayda uslu uslu, gürültüsüz, inatla toplanan bu insanların hepsinin düşüncesi aynidir- evet, bu milyonlarca insana bakarken, burada son ve kesin bir şeyin gerçekleştiğini hissediyorsunuz. İncil’den bir sahnedir bu sanki Habil’i hatırlatır size, Apokalypsis’te anlatılan mucizelerden biri gözler önünde gerçekleşiyor sanırsınız. Teslim olmamak, gördüklerinizin yarattığı izlenime boyun eğmemek, gerçeğe tutsak olmamak, Vaal’e tapmamak, sözün kısası, önünüzdekileri içinizde yaşattığınız ülkü diye bellememek için yüzyıllar boyunca dallanıp budaklanmış, güçlenmiş bir ruhsal direncin gerektiğini hissediyorsunuz…
Ama Saçma bunlar -diyeceksiniz-, sinir bozukluğunun doğurduğu bir sayıklama, abartma. Hiç kimsenin aldırdığı yoktur buna, ülkü diye benimsediği de… Hem sonra, açlıkla kölelik kötüdür daima; karşıt düşünceyi, kuşkuyu içten içe en iyi körükleyen onlardır. Oysa zevk için gezip tozan karni tok, sırtı pek beyler elbette Apokalypsis’te anlatılan mucizelerin gerçekleştiğini hayal edebilirler; olayları büyüterek, heyecanlanmak için gördükleri her sedyen güçlü duygular çıkararak sinirlerini yatıştırabilirler elbette…- O zaman söyle cevap veririm size: – Peki, tutalım ki dekordu beni etkileyen. Ama bu büyük dekoru yaratan ruhun ne denli mağrur, ne denli güçlü olduğunu görseydiniz; onun, zaferine, üstünlüğüne ne denli gururla inandığına tanık olsaydınız ürpertirdi sizi bu gurur, inat, körlük. Bu mağrur ruhun tutsağı insanlar için yüreğiniz sızlardı. Böylesine bir büyüklüğün, egemen ruhun böylesine sonsuz gururunun, bu ruhun yarattıklarının böylesine görkemli sonunun karsısında çoğu zaman aç bir ruh da donakalır, durulur, boyun eğer; kurtuluşu içkide, uçarılıkta arar, sonra bunun böyle olması gerektiğine inanmaya baslar. Gerçek, ağırlığını koyar ortaya, toplum duygusuzlaşır, uyuşur insanlar; kuşkuculuk doğsa bile, karamsar bir kuşkuculuktur bu, kurtuluşu nefretle anarak arayan bir kuşkuculuk. Oysa Londra’da insanlar, ayıkken, dünyanın hiç bir yerinde göremeyeceğiniz kadar kalabalık, değişik bir durumda çıkarlar karşınıza. Çok şey anlattılar bana bu konuda. Sözgelimi, cumartesi geceleri yarim milyon isçi, çocuklarıyla beraber sokaklara dökülür, kentin bazı bölümlerinde toplanıp sabahın besine kadar eğlenirmiş, yani hayvanlar gibi yer içer, geçen haftanın acısını çıkarırmış. Bütün bir hafta ağır koşullar altında çalışarak, küfrederek biriktirdikleri paranın hepsini alıp götürürmüş bu eğlenceler. Kasap, bakkal dükkânlarında uçlarına gazlı bez sarılı kocaman meşaleler yanıyor böyle geceler; sokak ısıl ısıl oluyor. Bu beyaz zenciler için balo veriliyor sanki. Halk açık gazinolarda, sokak ortalarında toplanıyor. Yiyip içiyorlar. Meyhaneler saraylar gibi donatılmıştır. Herkes zilzurna sarhoştur, ama neşe yoktur bu sarhoşlukta; hüzünlü, ağır, tuhaf kaçacak derecede sessiz bir sarhoşluk… Size elem veren bu kuşkulu sessizliği arada bir küfürler, kanlı dövüşler bozuyor ancak. Herkes kör kütük sarhoş olmak, her şeyi unutmak için birbiriyle yarış ediyor. Kadınlar da kocalarından geri kalmıyorlar, onlarla beraber içtikçe içiyorlar; çocuklarsa annelerinin, babalarının arasında yerlerde yuvarlanıp duruyorlar. Böyle bir gece saat ikide yolumu yitirdim de, binlerce kederli sarhoşun arasında, işaretle yolu sorarak -İngilizce bir tek sözcük bilmiyorum çünkü- uzun süre dolaştım durdum. En sonunda buldum yolumu, ama gördüklerimin etkisinden üç gün kurtulamadım. Halk her yerde halktır; ama burada her şey öylesine büyük, öylesine açık seçik ki, o ana kadar ancak hayal ettiğiniz şeyi dokunarak hissediyorsunuz sanki. Halk değildir asil gördüğünüz burada, bilincin kışkırtılarak, düzenli, uysalca yitirilişini görüyorsunuz. Bütün bunlara bakarak, bu toplumun daha uzun süre yaşayamayacağını; onlara palmiye dalı, beyaz giysi vermeyi kesmelerinin yakin olduğunu sezinliyor, hissediyorsunuz. Kendileri de biliyor bunu zaten, birtakım yeraltı örgütleriyle öçlerini alıyorlar toplumdan… Bir insanin bu çeşit örgütlere girecek kadar aptal olmasına şaşıyoruz biz; bunda bizim toplum düzenimizden bir kaçış, inatçı, bilinçsiz bir uzaklaşma olduğunu anlayamıyoruz da onun için şaşıyoruz. Kurtuluş adına, ne pahasına olursa olsun, bizden nefretle, korkuyla bir kopuştur bu. İnsanoğlunun şöleninden kovulan, yapayalnız bırakılan bu milyonlarca insan, ağabeylerinin onları attıkları toprağın altındaki karanlıkta birbirlerini ezerek, el yordamıyla buldukları birtakım kapıları çalıyor, kapkaranlık yerin altında havasızlıktan boğulmamak için bir çıkış deliği arıyorlar. Kendini bulmak, her sedyen -insanlıktan bile-kurtulmak için son bir çabadır bu. Kendini bulmak, bizlerin yanında olmamak için… Londra’da bu kalabalığa benzeyen -gene böylesine çok, Londra’dan baksa hiç bir yerde göremeyeceğiniz- bir şey daha gördüm. Eşyalar falan da pek bir değişik burada. Londra’ya gidip de, gece hiç değilse bir kere Hay-market’e çıkmayan olmaz. Kentin, geceleri bazı sokaklarında binlerce genel kadının kaynaştığı bir bölümüdür burası. Sokaklar, bizde artık hiç bir anlamı olmayan gazlı meşalelerle aydınlatılır. Aynalarla, altınla donatılmış gözkamaştırıcı gazinolar vardır her adım bası. İğne atsanız yere düşmez bu gazinolarda. Bu kalabalığa girmek bile korkunç bir şeydir. Tuhaftır da bu kalabalık. İçleri geçmiş kocakarılar da, karsılarında insanin çarpılmış gibi duramayacağı dilberler de omuz omuzadır bu kalabalıkta. Güzellikte İngiliz kadınlarıyla boy ölçüşebilecek kadın var mıdır bilmem…
Hepsi sokaklara doluşmuştur. Yaya kaldırıma sığmaz da sokağa tasarlar. Av peşindedirler; karsılarına çıkan her erkeğe rezilce saldırırlar. En pahalısından pırıl pırıl giysilerle eski püskü, yamalı giysiler de, gençliğin diriliğiyle yaslılığın pöç-sümüslügü de yanyanadır burada. Bu korkunç kalabalıkta sarhoş bir serseriyle, soylu aileden gelen bir zengin kucak kucağadır. Küfürler, kavgalar, bağırıp çağırmalar duyulur bir yandan; öte yandan ürkek bir dilber, insanin içini gıcıklayan fısıltılı bir sesle akilli uslu konuşur. Hem bazen ne güzeller oluyor aralarında! Yüzü sanki çini mürekkebiyle çizilmiş dilberler… Hatırlıyorum, bir Casino’ya girmiştim bir gece. Gürültülü bir müzik tırmalıyordu kulakları; dans ediyorlardı. Çok kalabalıktı içersi. Salonun, odaların döşenişi son derece güzeldi. Ne var ki hüzün, neşeliyken de bırakmıyor İngiliz’leri; pek bir Ciddi hatta asık yüzlü dans ediyorlar. Figür yapmaları yasak sanki. Yukarıda, balkonda bir kız ilişti gözüme, olduğum yerde dondum kaldım bir an: ömrümde böylesine soylu bir güzellik görmemiştim. Küçük bir masada genç bir adamla oturuyordu. Delikanlının, gazinolara pek uğramayan zengin bir centilmen olduğu belliydi. Kızın peşinde uzun süre koşmuştu belki de; en sonunda burada görüşmeye karar vermişlerdi… Çok az konuşuyordu genç adam; konuşması da kesik kesikti. Asil söylemek istediğini söyleyemiyor dua sanki. Sık sık susuyorlar, uzun süre hiç konuşmuyorlardı. Kız da pek bir durgundu. Yüz çizgileri kibar, zarifti; güzel, biraz mağrur bakışında gizli, mahzun, hatta düşünceli, kederli bir şey vardı. Yanılmıyorsam veremliydi. Bu mutsuz kadınlar kalabalığından yücelerdeydi o, yüzde yüz yücelerdeydi: İnsanin yüzü bir şey ifade ederse, kesinlikle söylüyorum bunu… Genç adamın ısmarladığı cin’i içiyordu. En sonunda kalktı genç adam, kızın elini sıktı, ayrıldılar. Adam çıkıp gitti gazinodan; kız da -soluk yanaklarında içkinin oluşturduğu pembelik- yürüdü, müşteri avına çıkmış kadınların arasına karıştı. Haymarket’de, küçücük kızlarını ise getiren anneler gördüm. Daha on, on iki yasında kız çocukları kolunuza yapışıyor, onunla beraber gitmeniz için yalvarıyor size. Hatırlıyorum, bir gün sokakta, kalabalığın arasında en çok altı yaşında bir kız çocuğu gördüm. Üstünde yırtık pırtık bir entari vardı. Yalınayaktı. Bitkin, perişandı. Entarisinin yırtık yerlerinden gözüken bedeni yer yer morluklarla kaplıydı. Akli basında değildi sanki gidecek bir yeri yokmuş gibi yürüyor, yürürken -Tanrı bilir neden- bir sağa bir sola yalpa vuruyordu. Belki de açtı karni. Hiç kimsenin basını çevirip baktığı yoktu ona. Ama beni asil şaşırtan, kızın yüzündeki sonsuz hüzün, umutsuzluktu. Böylesine küçük bir yanağın bu denli nefretle, bu denli umutsuzlukla dolu olduğunu görmek pek tuhaf, korkunç bir şeydi. Sâri saçları darmadağınıktı, basını, derin düşüncelere dalmış gibi bir o yana bir bu yana sallıyordu. Çılız kollarını yürürken iki yana açıyor, birtakım hareketler yapıyordu onlarla; sonra birden çıplak göğsüne bastırıyordu…
Durup yârım siline verdim ona. Gümüş parayı aldı, gözlerimin içine yabana, ürkek bir merakla baktı, sonra ansızın dönüp -parayı geri alacağımdan korktuğu için olacak- var gücüyle kaçmaya başladı. Kim ne derse desin, ilginç şeyler bunlar… Gene bir gece, bu. Düşmüş kadınlar, eğlenceye dalmış insanlar kalabalığı arasında, kalabalığı aceleyle yarıp geçmeye çalışan bir kadın durdurdu beni. Siyahlara bürünmüştü; basında, yüzünün yarısından çoğunu örten bir şapka vardı; yüzünü iyice görmedim bile. Yalnız gözlerimin içine diktiği bakışını hatırlıyorum. Kirik dökük bir Fransızcayla bir şeyler söyledi, anlayamadım ne dediğini. Küçük bir k/git sıkıştırdı elime, hızla uzaklaştı yanımdan. Bir gazinonun penceresinden sokağa düşen ışıkta baktım kağıda: Dört köse, buruş buruş bir kağıt parçasıydı bu. Basımevinde basılmış; bir yüzünde, Buna inanıyor musunuz? Yazıyordu; öteki yüzünde Ben, kişioğlu için dirildim, onun için yasıyorum… ”
Birkaç dize. Kabul edin, bu da oldukça ilginç bir şey. Sonra örgendim: Burnunu her yere sokan, yorulmak bilmez inatçı bir Katolik propogandasıymış bu. Kim böyle itar dağıtılıyormuş sokaklarda; İncil’den, kutsal kitaplardan bölümler alınarak hazırlanmış kitaplar… Bedava dağıtıyorlarmış onları, zorla veriyorlarmış insana, sokakta gelip eline sıkıştırıp kaçıyorlarmış. Bu isi yapan erkekli kadınlı binlerce kişi varmış. Ustaca yürütülen kurnaz bir propaganda bu. Katolik papazları, yoksul isçilerin acınacak durumdaki ailelerini kendileri arayıp bulur, bu ailelerin içine girerler. Sözgelimi, rutubetten vıcık vıcık döşemeye serili pili pırtının içinde yatan bir hasta bulur. Hastanın açlıktan, soğuktan yabanileşmiş çocukları da, aç – çoğunlukla sarhoş- karısı da çevresinde toplanmışlardır. Papaz hepsinin karnını doyurur, giydirir onları, odalarının sobasına odun alır, sonra hastayla ilgilenmeye baslar, ilaç getirir ona; ailenin yakin dostu olur, en sonunda da hepsini Katolik yapar. Ne var ki, hasta iyileştikten sonra tekme tokat kovulduğu da olur. Ama yılmaz o, başkalarını aramaya koyulur. Oradan da kovulsa, gene katlanır, ama sonunda düşürür ağına bir aileyi. İngiliz papazları yoksullarla ilgilenmiyorlar. Onları kiliseye bile almıyorlar, oturacakları kanepenin kirasını verecek paraları yoktur çünkü. Nilin kıymak hayli pahalıya patladığı için isçilerin genel olarak yoksulların hepsinin- evliliği yasa dışıdır. Sırası gelmişken söyleyeyim: Bu kocaların çoğunluğu karılarını pek kötü dövüyorlar; sakatlıyorlar onları, ateşte iyice kızdırdıkları ocak demirleriyle oralarını buralarını dağlıyorlar. Ocak demirini kullanmayanı pek azdır. Gazetelere geçen aile kavgalarında, yaralama ya da öldürme olaylarında ocak demirinin adı daima geçer. Çocuklar daha büyümeden çıkarlar evden, kalabalığa karışır, ana babalarının yanına bir daha dönmezler. İngiliz papazları, piskoposları mağrur, mağrur oldukları kadarda zengindirler. Ekmek elden su gölden, bey gibi yaşar; gönülleri rahat, semirdikçe semirirler. Pek çalımlıdırlar. Bilgilidirler de. Dürüstlüklerine gurur dolu, Cidde bir inançları vardır. Kürsüye çıkıp durgun, kesin bir dille dinsel öğütler vermeye, göbek bağlamaya, yalnız zenginler için yaşamaya hakkı olduğundan kuskusu yoktur hiç birinin. Zenginlerin, varlıklıların dinidir bu; saklamıyorlar da öyle olduğunu. Hiç değilse akıllıca, gizli kapaklı yani olmayan bir davranış… Kendilerine körü körüne inanan bu din profesörlerinin pek değişik bir eğlenceleri var: Misyonerlik diyorlar adına. Yeryüzünü karış karış dolaşıyor, bir vahi şeyi hak yoluna getirmek için Afrika’nın balta girmemiş ormanlarına dalıyorlar. Gelgelelim Londra’da, onlara verecek paraları olmadığını bildikleri milyonlarca fahişeyi görmezlikten geliyorlar. Ne var ki zengin İngiliz’ ler, para babaları pek bağlıdırlar dinlerine. Karamsar, küskün, değişik bir dindarlıktır bu, İngiliz ozanlar, taşradaki Protestan papazlarının yüzyıllık çınarlarla, saksılarla çevrili evlerinin güzelliğini, papazların tertemiz karılarını, mavi gözlü sarışın kızlarının soylu güzelliğini övmeyi yüzyıllardan beri pek benimsemişlerdir nedense.
Ama gece sona erip de gündüz olunca ayni mağrur, çatık kaslı ruh gene geriyor kanatlarını büyük kentin üzerine. Gece olup bitenler de endişelendirmiyor onu, gündüz çevresinde gördükleri de. Vaal hükmünü sürdürüyor, kendisine boyun eğilmesini bile istemiyor, gücünden kuskusu yok çünkü. Kendine güveni sonsuzdur. Sırf basından savmak için, bir düzen sadakası veriyor sakin, küçümser bir tavırla. Bu yüzden, kendine güvenini sarsmak imkansızdır. Sözgelimi Paris’te yaptıkları gibi, hayatın vahsa, kuşkulu, endişe verici bazı yanlarını saklamıyor kendinden Vaal. Yoksulluk, ıstırap, toplumun homurdanması, kafasızlaşması hiç mi hiç telaşlandırmıyor onu. Bütün bu kuşku verici, kötü görünümlerin onun yani başında, açıktan açığa yasamasına -onları küçümseyerek- izin veriyor. Parisli gibi ödlekçe ıstırap çekmiyor. Her şeyin yolunda olduğuna kendi kendini zorla inandırmaya çalışmıyor. Uykusunu boş yere kaçırmamaları için -Paris’te yaptıkları gibi- yoksulları uzak yerlere saklamıyor. Parisli -üzerine gelen avcılardan saklanmak isteyen devekuşu gibi- basını kuma sokmayı pek sever. Paris’te… Ama ne yapıyorum ben? Paris’e gelmedim ki daha!…
Tanrım, ne zaman alışacağım bir şeyi söyle sırasıyla anlatmaya?…

Kaynak: Batı Batı Dedikleri

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz