Ana Sayfa Edebiyat AMİN MAALOUF: BUGÜN SAYGILI BİR IRKÇILIKLA KARŞI KARŞIYAYIZ!

AMİN MAALOUF: BUGÜN SAYGILI BİR IRKÇILIKLA KARŞI KARŞIYAYIZ!

Beatrice’in Yüzyılının Yirminci Yılında, Temmuz Ayında, Clarence koluma asılmış, sabah yürüyüşümüzü yaparken, flaş haberlerle, Timal’in efendisi, “Çok dindar general” Abdane’nin ölümü duyuruldu. Güney’in en zengin ülkelerinden birinin on altı yıllık despot başkanı idi.

Birkaç yıl önce olsaydı böyle bir ölüm haberi, bizde kısmi bir rahatlama yaratmış olurdu; bu kalasların birbiri ardından devrilmelerini eğlenerek izlerdik. Ama zamanla değiştik, despotizmden çok kaostan korkar olduk. Nai’puto’dan sonra, değişikliklerin bizi sevindirmeyeceği, sloganların hayran kılmayacağı kadar olay, vahşet ve gerilik görmüştük. Ben mi yaşlandım yoksa tarih mi diye sormak belki gülünçtür ama yanıtı yine de kesin değil benim için.

Abdane iktidara geldiğinde, kokuşmuş bir monarşiye son vermişti. Özgürlük, Cumhuriyet diye bağırmış ve bin kez ırzına geçilmiş bu bakireler yeniden bakire olmuşlardı. İnanmaya gereksinimimiz vardır, Abdane bizlere bunu sağlamıştı. İktidara geldikten az sonra, fazlasıyla hırslı yardımcısını öldürdüğünde meşru savunma dolayısıyla her şeyi mahkûm etmemek gerektiğine inanarak, gözlerimizi çevirivermiştik. Kuzey’in, varlıklı, ayrıcalıklı, eski sömürgeci çocukları olarak, davranışımızın nelere yol açacağını ölçemeden, Güneylilere ders verecek durumda olmadığımıza da inanmıştık.

Tekrar ediyorum, davranışımızın neye yol açacağını hiç görmedik. Bizler – yani ben, benim kuşağım ve çevremdekilerin kuşağı – bir Ukraynalı muhalif susturulduğunda isyan ediyorduk da, bir Rimalili hücreye sokulduğunda, iç işlere müdahale etmeme ilkesinin ardına sığınıyorduk. Sanırsınız sömürgecilikten arınma, Pontius Pilatus10 ile birlikte başladı. Belki de zihinlerde, ahlaki değerleri ikiye ayıran ya da çocukluğumun unutulmuş bir feylesofunun dediği gibi: “İnsanlar ile yerlileri” birbirinden ayıran yatay çizgi böyle oluşmuştu. Irk ayırımcılığının gerilediği dönemde, “ayrı gelişmişlik” kavramı, bütün dünyaya yayılmıştı: bir yanda, vatandaşları, kurumlan ile uygar uluslar, öte yanda örflerine göre yönetilen “Bantustanlılar” [Afrikalılara verilen genel ad] Rimalili bir üniversitelinin “uygarlaştırma döneminden” özlemle söz ettiğini anımsıyorum; en azından o dönemde herkesin uygarlaştırılabileceği kabul ediliyordu.

O üniversiteliye göre “herkesin uygar olduğunu, bütün değerlerin bir olduğunu, insana ait ne varsa insancıl olduğunu, dolayısı ile herkesin kökleri doğrultusunda gitmesi gerektiğini ilan eden tutum” çok daha zararlıydı.

Delikanlı öfkesini alaya vurmuştu: “Eskiden hor görücü bir ırkçılıkla karşı karşıya idik; bugün saygılı bir ırkçılıkla karşı karşıyayız. Özlemlerimize ilgisiz, lagarlığımıza karşı müşfik! Hayatta kalışın en berbatı, sakatlığın en aşağılayıcısı “kültürel miras” diye adlandırılıyor. Herkesin yüzyılı kendine!”

Nice Rimalilinin, özellikle iyi yetişmiş çevredekilerin duyguları böyleydi. Oysa Abdane, tam tersine, özelliği, kendine özgü gerçekleri kabul etmekten yanaydı. İktidar oyununu kendi kurallarına göre oynayacağını göstermek için geleneksel kılıklar giyiyordu. Bu da eskilerin hoşuna gidiyordu. Bin yıllık sesleri kısıldığında Abdane karından konuşmayı, düzenbaz olmayı biliyordu. Bu hüner uzun süre yeterli olmuştu. Tebası uysaldı ve bizler, Kuzey’dekiler, büyülenmiştik. Kokuşmuş mu?

KUZEY’E YERLEŞEN GÜNEYLİ’YE “GÖÇMEN”, GÜNEY’E YERLEŞEN KUZEYLİ’YE “SÜRGÜN” DENİLİYOR!

Sarayın yüksek duvarları ardında bir sapık mı? Sokaklarda, sopa zoruyla, herkesi inanmaya zorluyordu. Bütün önemli görevlere erkek kardeşleri ile kuzenlerini mi yerleştirmiş? Kuzey’de buna nepotizm yani akraba kayırıcılığı denirdi. Güney’de ise buna “Aile kurulu” deniliyordu. “Yatay çatlağı” geçer geçmez, nice kavramın tercüme edilmesi gerekiyordu. Dikkatimi çeken Clarence olmuştu: Rejime karşı çıkan bir Avrupalıya “ayrıcalıklı” deniliyordu; günün birinde bir yazısında Afrikalı bir ayrılıkçıdan söz ettiğinden, yayın müdürü, bir imla yanlışını düzeltircesine, ona danışmak gereğini bile duymadan “Afrikalı muhalif” diye değiştirmişti. Aynı düşünce sistemi içinde Kuzey’e yerleşen bir Güneyli işçiye “göçmen” deniliyordu da, Güney’e yerleşen bir Kuzeyli işçi “sürgün” diye tanımlanıyordu. Birbirine karıştırmayalım!

AMİN MAALOUF: ETNİK KIYIMLAR HEP EN GÜZEL BAHANELERE SIĞINILARAK GERÇEKLEŞTİRİLİR

Örnekleri sıralamak niyetinde değilim, niyetim, otuz yaşından küçük olanlara ya da unutmuş bulunanlara o dönemde nasıl bir hava estiğini, Güney’deki karışıklıklar söz konusu olduğunda, ortalığın ne gibi sislerle kaplandığını anımsatmaktır.

Abdane’a karşı, şafak vakti ayaklanılmıştı. Muhafız subayları generalin sarayına girmiş ve onu, o gecelik karısı ile öldürmüştü. Aynı anda diğer askerler de “imansız, iki yüzlü, kokuşmuş Batı uşağı ve kısırlaştırıcı despotun” öldüğünü duyurmak için televizyon merkezini ele geçirmişlerdi. Seslerini anında duyurmuşlardı.

Pek çok semtte bağlantıları olmalıydı. Önce, generalin yakınlarına, aşiretinin mensuplarına, işbirlikçilere saldırmışlardı; günün ileri saatlerinde, ayaklanma planı gereğince olup olmadığı bilinmeyen biçimde modern binalara ve yabancı şirketlerin bürolarına yönelmişlerdi.

Daha sonra, sürgündekilerin villaları ile zengin Rimalilerin oturdukları semtlere sıra gelmişti. Kıyım, işkence, ırza geçme, yıkım yaşanmıştı orada. Geriye kalabilmişlerin tanıklıklarına göre yağmadan çok yıkım olmuştu.

İsyancılar bir şey istemiyor, bir şey çalmıyordu. Açlıklarını kinle bastırıyorlardı. Bunu belirtmek gerekir, o tarihte – hatta bugün de çok ciddi olmayan kitaplarda okuduğuma göre – “yeni bir Nai’puto’dan” söz edilmişti.

Sonu kaosla biten ani bir patlamayı böyle adlandırmak, basite kaçmak olmaz mı? Oysa iki olay arasında, Emmanuel Liev’in New-York’taki konuşmasında değindiği ve o tarihte sadece Bilgeler Şebekesi üyelerinin saptayabildikleri yapısal bir fark vardı: basite indirgeyecek olursak, Nai’putodakilerin henüz karıları ve kızları vardı.

Rimal’de ayaklananlar, başta asi subaylar olmak üzere, bütün ömürlerini karısız, çocuksuz, ailesiz geçirmeye mahkûm oldukları duygusu içindeydiler.

Neden Rimal’de? Çünkü zengin ama geri olan bu ülkede “madde”, çok evvelinden, çok miktarda alıcı bulmuştu. Hiçbir yerde, erkeğin üstünlüğüne bu denli inanılmamıştır ve Güney ülkelerinin hiçbirinde çağdaş teknolojiden, özellikle tıp dalında, bu denli kolaylıkla yararlanılmamıştır. Ayırımcı doğum yöntemleri, hiçbir ahlaki ve mali engele takılmadan, hızla bütün halk tabakalarına yayılmıştı. Nai’puto’da, en kötü yıllarda bile, beş erkeğe bir kız doğuyordu; Rimal’de üstüste birkaç yıl, yirmi erkeğe bir kız doğmuştu. Bu sadece tabii ki tahmini bir değerlendirmedir çünkü Abdane, nüfus ile ilgili bilgilerin açıklanmasını yasaklayan ilk yöneticidir.

Bilinçsizlik mi? Körü körüne cinayet mi? Bu sözcükler Rimal’in efendisinin düşüşünün ertesinde basının kullandığı sözcüklerdi. Oysa bu yönden, çağının diğer yöneticilerinden farklı değildi. On beş-otuz yıl sonra ortaya çıkabilecek sorunları, pek azı öngörebilecek durumdaydı; çoğu, ardılları olma küstahlığını gösterecek mirasçılarına bu işin çözümünü bırakmış oluyordu.

Üstelik pek çok kişi, Rimal’in Güney’i sarsan olayların dışında kalacağına inanıyordu. Olup bitenler karşısında her yerde, Abdane’nin zorbalığı kınanır gibi yapılıyor ama gizliden kutsanıyordu. Bir keresinde – olayların patlak vermesinden üç-dört yıl önce – İnsan Haklan kuruluşlarından biri son on iki ayda Rimal’de ırza geçme yüzünden, sekizyüz elli idam cezası verildiğini saptamıştı; despotun buna yanıtı, ülkesinin yasasının, halkının töresinin böyle olduğu ve mahvolmalarına izin vermeyeceği oldu. Irza saldırının bireysel değil de herkesin korktuğu evrensel bir nitelik kazanacağı bilinince, kimse bu yanıta diyecek bir şey bulamamıştı.

O temmuz sabahı, Clarence ile benim şaşkınlığımız belki daha iyi anlaşılacaktır. Daha o akşam ve ertesi günü, kıyımın ayrıntıları öğrenildiğinde, iş daha belirgin hale gelmişti. Ne yazık ki biz de, herkes gibi, ölenlere ve öldürülüş biçimine üzülmekle birlikte, bir altın çağ gibi, despotluk, kokuşmuşluk, ikiyüzlülük yıllarını özler olmuştuk.

Rimal’deki öfke patlaması, korkunçluğu, ölçüsüzlüğü içinde destansı bir niteliğe sahipti. Bununla cinayeti övmek ve büyük yıkıcı çılgınlığı gözardı etmek niyetinde değilim. Hayır, sadece olayların daha ilk gününden itibaren dünyanın sonunun geldiğini gösteren bir anlamı olduğunu söylemek istiyorum. Sanki onanmaz bir şey olmuştu, sanki bütün insanlık aniden, az çok saklayabildiği bir karabasanın bilincine varmıştı. Tabii facianın, ölenlerinin sayısının – ki aralarında binlerce yabancı vardı – korkunçluğu ortadaydı ve saydam olmakla övünen hükümetler bile sayıları doğrulamaya cesaret edememişti. Ama bunların ötesinde, dünyanın bir kısmının, en kalabalık, en büyük kısmının yasaklanmış topraklar, kimsenin dolaşamayacağı yöreler ve hiçbir ilişkinin kurulamayacağı yerler haline geldiği sezinleniyordu.

Bir anda Kuzey, istenmeyen bir ağırlık olarak gördüğü “aşağıdaki dünyanın” kendinden bir parça olduğunun bilincine vardı ve Güney’deki kıyameti, bir uzvunun kesilmesi, daha da beteri, kangrenleşmesi gibi duyumsadı.

Amin Maalouf
Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl
Fransızcadan Çeviren: Esin Talu – Çelikkan, Telos Yayıncılık

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version