Ana Sayfa Edebiyat NAİ’PUTO SENDROMU: KİTLELER İNANDIRILMAZ, KIŞKIRTILIR – AMİN MAALOUF

NAİ’PUTO SENDROMU: KİTLELER İNANDIRILMAZ, KIŞKIRTILIR – AMİN MAALOUF

Nai’puto, uzun ve çileli bir yolun bir aşamasıydı sadece. Asayiş ancak sağlanabilmiş ve her aşiret köyüne gönderilmişken, başka yerlerde, başka facialar aynı kanlı biçimde patlak veriyordu. Tarihçiler “Nai’puto sendromu”ndan söz etmekteler. O sıralar “bulaşıcılık” deyimi kullanılıyordu. “Bulaşma” sözcüğü yersiz. Aynı akrebin yumurtaları birbiri ardından açılırsa, buna bulaşma denilmez. Ama kuşkusuz, Gulliver bu çağda yaşasaydı farkedeceği olay, benzeşme olayıdır. Bir büyük ekranda, Büyük Böceğin, Küçük Böceği yediği görülürse, tüm küçük böcekler kendilerini tehdit edilmiş sayarlar. Nice büyük böcek de canavarlaşır.

KIŞKIRTAN HEDEF GÖSTERENDİR

Geçmiş yıllarda güney ülkelerini sarsan tüm kanlı olaylar arasında Naiputo’daki facianın, bir tarihçinin dediği gibi “Yeni Yüzyılın Saraybosnası” diye adlandırılması ve bir dönüm noktası olması için ne olmuştu?

Her türlü otoritenin ani ve beklenmedik çöküşü, şiddetin çığırından çıkması, Kuzey’e ve onu simgeleyen her şeye duyulan nefret, bütün bunlar kolayca anlaşılabileceği gibi, halkı ve sorumluları şaşırtan ve hareketsiz bırakan olaylardı. Ama asıl önemlisi, trajedinin tohumlarının istisnasız her yerde, Nai’puto örneği pek çok kentte, korkunç ve öngörülmez şiddette bulunmasıydı.

Hemen her yerde söz konusu “kısırlaştırma”, yıkıntılarını gerçekleştirmiş, her yerde büyük taşkınlıkların işaretleri görülmüş, her yerde Kuzey’e ve içerdeki destekçilerine karşı aynı nefret gözlemlenmişti. Tarafsız bir gözlemcinin inandırıcı bulmayacağı suçlamalarıyla birlikte! Ne var ki kitleler inandırılmaz, kışkırtılır. Meşru bir öfke ve kanıt sayılacak gösteriler vardı ve bunlar yeterliydi. Öyle de oldu.

Foulbot ve benzeri kişilerin uzun zamandan beri var olan bir durumu hızlandırdıklarını söylemek haksızlık olur. Gerçi fakirliği ve kokuşmuşluğu, keyfiliği ve nice ayırımcılığı onlar yaratmış, Kuzey ile Güney arasındaki yatay çatlağı onlar oluşturmuş değildi ama belki acemi büyücülük taslamalarının ardında bu acılara ilaç olacak bir arayış bulunuyordu. Ne var ki fitil, barut fıçısını patlatmaya kısa gelmişti.

Saraybosna örneğini verirken, ortak ve aldatıcı bir düşünce tarzına sürüklendiğimi itiraf etmeliyim. Bir savaşı anlatmaya kim kalkışmışsa, çatışmanın başlangıç tarihini belirtmek ve bazı onanmaz eylemleri parmağı ile göstermek zorunluluğunu duymuştur. Ama tarih alanından çok kendi alanında dönenip duran benim gibiler için böylesi zorunluluklar, anlamam için yeterli değil.

Vahim karışıklıkların uzun süredir yer altında var olduklarını düşünmeye yatkınım. Büyük felaketler için bu böyledir, sinsi acılar için de… Doğmazlar, ortaya çıkarlar. Savaşlar da öyle.

Neden yadsımalı, böceklerin larvaları geliyor aklıma. Ben böcekler âleminde yaşadım, alışkanlıklarım, saptamalarım var. Günümüzdeki canavarlar birdenbire doğmadılar, ama maskenin ardındaki görüntüyü kaç kişi görmesini bilir? Yaşlılığımın yüzyılındaki korkunç gerçek, elli yıl ya da doksan yıl önce asla öngörülmez, akla gelmez değildi. Ancak hiçbir şey düşünülmedi, hiçbir şey öngörülmedi, hiçbir şey önlenmedi.

Nedenler zincirini uzatmakta ne yarar var? En iyisi olanları sırasıyla anlatmalı:

Üç günlük belirsizlikten sonra söylentilerin korkunçluğu doğrulandı. Evet, Nai’puto’da ve tüm ülkede katliam davam ediyordu: topla, tüfekle! Evet yüzlerce yabancı ölmüştü: diplomatlar, turistler, göçmenler, iş yolculuğuna çıkmış olanlar. Hayır, ortalığın sakinleştiğini gösteren hiçbir şey yoktu. Washington’da, Londra’da, Berlin’de, Moskova’da ve Paris’te “suçluların cezalandırılacakları” açıklanıyordu ama önce, suçluların adlarının ve yüzlerinin belirlenmesi gerekiyordu.

Kuzey’in iki yüzlü olduğu zamanların özlemi çekiliyordu: birine saldırmak için diğerinin himayesine, silahlarına, beyanına sığınıldığı günlerin özlemi!

Aslında, katliamın ayrıntılarından, dışarıya yavaş yavaş sızan tanıklıklardan, belleklerimizde uzun süre kalacak olan ve Nai’puto dramının vahşetini belirleyen görüntülerden çok, tarihin anlaşılamayan, çözülemeyen, bir başka çağdan ya da bir başka gezegenden gelme bir dille konuşmaya başladığı duygusu ile bütün dünyanın eli kolu bağlı kalmasıydı.

Bugün, durumu daha iyi anlayabiliyorum. Bir ulus hayatını tehlikede görürse, tüm sosyal yasaları ile birlikte aniden çöküntüye uğrayabilir. O tarihte nice topluluk, nice aşiret kendini tehlikede saymıştı. Çılgınlıklarını durdurabilecek hangi set vardı?

Nai’puto, uzun ve çileli bir yolun bir aşamasıydı sadece. Asayiş ancak sağlanabilmiş ve her aşiret köyüne gönderilmişken, başka yerlerde, başka facialar aynı kanlı biçimde patlak veriyordu. Tarihçiler “Nai’puto sendromu”ndan söz etmekteler. O sıralar “bulaşıcılık” deyimi kullanılıyordu. “Bulaşma” sözcüğü yersiz. Aynı akrebin yumurtaları birbiri ardından açılırsa, buna bulaşma denilmez. Ama kuşkusuz, Gulliver bu çağda yaşasaydı farkedeceği olay, benzeşme olayıdır. Bir büyük ekranda, Büyük Böceğin, Küçük Böceği yediği görülürse, tüm küçük böcekler kendilerini tehdit edilmiş sayarlar. Nice büyük böcek de canavarlaşır.

Uzmanlar, medyanın da yardımı ile, yakma deliliğinin başkalarına bulaştığını bilmezler mi? Kısırlaştıranlara ölüm çığlığı atan o kalabalığın görüntüsü, aynı acıyı çekenleri etkilememiş olamazdı.

Nai’puto’dan sonra sıra neredeydi? Hassas burunlar, hemen her yerde “alametler”, “işaretler”, “izler”, “öncül belirtiler” kokusu alıyordu. Onlara bakılırsa pek az ülke kendine düşen payı almaktan kurtulacaktı.

Bu facia, beni bir an için Clarence’dan uzaklaştırmıştı. Tehlikeler konusunda aynı görüşlere sahiptik ama o savaşmak için yeni nedenler buluyor, bense bir an önce laboratuvarıma dönmeye bakıyordum. Sözün değeri olduğunda birkaç kelime söylemiştim. Bilgeliğin bir anlamı olduğunda sahneye çıkmıştım. Artık çılgınlık çağında yaşıyorduk ve ben sadece çağrısız bir konuk, bir moruk, geçmişten kalma bir yaratık idim ve tarihe ters düşüyordum.

Ben, kendi mizacımın konuşmasını yapıyordum, Clarence da kendininkini. Onu takdir ediyordum, o bende kusur bulmuyordu, hırslanmadan tartışıyorduk.

Ama yollarımız ayrı düşüyordu.

Kafasına, en karışık yerlerde, Şebeke’ye bağlı “Bilgeler Komitesi” kurmayı koymuştu. Bunlar, kamuoyu ve yöneticiler üzerindeki etkileri ve kendilerine duyulacak saygı sayesinde şiddetin yayılmasına bir “barajlar” oluşturmuş olacaklardı. Böylesi evrensel çapta bir görev, Clarence’ın dünyayı dolaşmasını gerektiriyordu. Yine Paris, uğrak yeri olacaktı.

Bana gelince, ben de o sıralarda bambaşka bir yolculuk yapmak zorunda kalmıştım. Günümüz okuruna saçma gelse de, benim sürekli uyum sağlama çabası sarfetmemi gerektiren bir yolculuktu bu.

Müze Müdürüne “Kurum”a dönmek istediğimi söylediğimde bana her zaman hoş karşılanacağımı söylemişti, ancak ileriye şart sürme havasına girmeden, hafif bir değişiklik yaparsam hem bana hem meslektaşlarıma daha iyi geleceğini söyledi. O güne kadar yaptığım gibi kınkanatlılarla meşgul olacağım yerde, bir iki yıl için pulkanatlılar ile meşgul olamaz mıydım?

“Kelebekler” mi yani? İlk tepkim şaşkınlık ve küçümseme oldu. Bu yaratıkların güzelliklerine başkasının duyduğu kadar ilgi duyuyordum ne var ki, çıplak gözle bakıldığında, daha az güzel görünenlerle ilgilenmeyi yeğliyordum.

“Evet, kelebekler” diye devam etmişti müdür ve onun ağzında da, benimkisinde de, bu yaratıklardan herkes gibi sözetmek argo konuşmak gibi geliyordu. “Size bunu öneriş nedenim, boş bir kadrom olduğu içindir ama ısrar etmiyorum çünkü sizden genç olanların bile alan değiştirmekten hoşlanmadıklarını bilirim”. Israr ediyordu, ısrar etmeden, böylesi ileri bir yaşta yeni bir alana atılmam için mutlaka kafa tutuyordu. “Henüz otuz yaşındayken kınkanatlılar konusunda bir otorite olduğunuzu biliyorum ve bunca aradan sonra hâlâ öyle olduğunuzu da. Tek bir söz söylemeniz yeter, iş yeniden sizin!” Ben yokken görevi yüklenen kişi, memnuniyetle çekilir diye eklemişti ama ses tonu hiç de inandırıcı değildi.

Anlamıştım. “Yaşasın kelebekler!” dedim. Dönüşümün, kurulmuş bir düzeni altüst etmesini istemiyordum. Sonra bu yeni deney beni heveslendirmişti. Kendimi, yeni yollar bulmaya hazır hissediyordum ve bunu kanıtlamaya acele ediyordum.

Abartmaya gerek yok denilebilir; alt tarafı ne meslek hatta ne de konu değiştiriyordum. Yine böcekler dünyasındaydım. Ne var ki bir skarabe ile bir astiyanaks arasındaki benzerlik bir kartal ile bir şempanze arasındaki benzerlik kadardır. Antomolojik çalışmalarımda gerçi bütün sınıfları ve alt-sınıfları, pulkanatlıları, çifte kanatlıları, dev kanatlıları incelemiştim ama, sadece kuş bakışı olarak ve neredeyse binlerce yıl önce!

Üstelik, söylediğim gibi, üç yüz altmış bin kınkanatlım ile günüm zaten doluyordu. Kendi kendime iş buna kalsın, kendimi yeniden yetiştiririm dedim, Linne’den itibaren tüm klasikleri okumam gerekse de!

İşte böyle rasgele okumaya devam ederken iri kelebek cinsi olan üranilerle tanıştım. Belki, bir ders sırasında, benim önümde onlardan söz edilmiştir. Adları yabancı gelmiyordu. Ama ne kılıkları ne de huyları hakkında bir fikrim vardı. Bir çocuğun eli büyüklüğünde, maden yeşili, parlak siyah, turuncumtrak çizgilerle kaplı üraniler, dünyanın pek çok yerinde yaşarlar. Pasifik’ten Madagaskar’a, Hindistan’dan Amazon’a kadar.

Benim özellikle dikkatimi çekmiş olanı, Urania ripheus denilen ve Tropikal Amerika’da rastlanan cinsidir.

Onunla ilgilenmiş olan bilginler, olağanüstü ve görkemli bir olaya tanık olmuşlardır. Bu kelebeklerin onbinlercesi, ormanın denizi yaladığı yörelere gelip, yorgunluktan düşerek boğulmaktalar.

Dişilerin bir kısmı yumurtalarını ormanda bırakmakta bu da cinsin devamını sağlamaktadır; ama çoğu gebe iken uçmakta ve yavrularını ortak intihara sürüklemektedir.

Bu kelebeklerin uçuşu, gözlemcilerin raporlarına baktığım ilk andan itibaren ilgimi çekmişti. Kendi kendime, sonsuzluğa yapılan bir yolculuğun hayatta kalma güdüsünde bir bozukluğu, genetik bir ayarsızlığı, bu göçleri yöneten kodlanmış işaretlerde bir iletişim hatasını yansıtıp yansıtmadığını soruyordum, varsayımlar çoğaltılabilir.

Bir araştırmacının yeni bir tutkuya kapıldığı an, kutsanmış bir andır. Yolculuğumun bu aşamasında buna gereksinimim vardı. Konuya öylesine kapılmıştım ki, çalışmalarını yönettiğim on beş kadar öğrencimden, vakitlerinin bir kısmını bu kelebeklere ayırmalarını istedim. Onları aldatmak gibi bir niyetim olmadığı halde, Kosta-Rika’ya bir yolculuk olasılığının çekiciliğini de kattım. Ama gerçek bir araştırma için gerekli olan krediyi alamadım. Bu zorluğu aşsam bile, Clarence bu kadar sık yolculuğa çıkarken Paris’ten yani Beatrice’den nasıl uzaklaşacağım da ayrı bir konuydu. Bu yolculuğu yapamamış olmama üzüldüğüm anlar oluyor. Ancak yaşımın da yardımıyla, yerinde yapılan gözlemlerin öğretici ama pek de gerekli olmadığı ve ayrıca bilinen pek bir şey eklemediğini düşünerek teselli buluyorum. Başkalarının araştırıp bulduklarını, benim ekibimin ele alması meşru ve kabul edilir bir şeydir.

Bir takım varsayımlar geliştirebilmiştik. Bunlar, koşulların yayımlamama elvermediği ve halen çekmecemde duran bir monografi ile sonuçlanmıştır. Benim düşünceme göre bu kelebeklerin davranışları, korunma güdüsünün yitirilmesinden değil, aksine, eskiden üredikleri – belki bir adaydı – yerlere doğru onları yönlendiren atasal refleksin varlığından kaynaklanmaktadır.

Böylece intiharları yeni gerçeklere uyum sağlamayan yaşama güdüsü yüzünden meydana gelmektedir. Bu düşünceler öğrencilerimin hoşuna gitmişti ama bunların getirilmelerine bazı meslektaşlarım soğuk bakmışlardı.

Yeniden döndüğüm bilim dünyasında üraniler ilk iki yılımı almışlardı. Geriye kalan zamanımı, arasıra Betarice’in de katıldığı Aravis’teki çalışmalarıma ayırıyordum. Ev yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Gerçi ilkel bir konforu olacaktı. Bu konuda tek ödün, ısınmada çağdaş bir sistem konusundaydı. Aniden buz gibi bir yere girmemek için. Oraya gitmeden geçirdiğim günler iki haftayı geçmiyordu. Yolların karlı oluşu bile beni vazgeçirmiyordu.

Clarence henüz hiç ayak basmamıştı ama orada yazın üçümüzün bir ay geçirmesine karar vermiştik; sakin, huzurlu, dinlendirici, düzenleyici bir ay! Bu sözcükler Clarence’da, susturmaya çalıştığı tatlı bir istek uyandırıyordu. Bazen, odamızın loşluğunda, yorgunluğunu itiraf ediyordu ama bir kez bir çark gibi işlemeye karar vermişti. Durup dinlenme hakkını kendinde görmüyordu. Zaaflarının, savaşını durdurmasına asla izin vermezdi.

Yine de ondan bu huzurlu yaz ayı için bir söz kopartabilmiştim. Ancak kızımızın bir süre sonra tatilini “ihtiyarlar’la geçirmek istemeyebileceğini ve annesinin onunla daha fazla kalmasının, onunla konuşmasının, onu dinlemesinin görevi olduğunu belirtmiştim. Clarence’ın görevine ve zamanını dilediği gibi kullanmasına saygılı olmakla birlikte, verdiği sözü yerine getirmesi için baskı yapmaya kararlıydım.

Ne yazık ki onu etkilememe gerek kalmadı, kuşkulu olan ikna yeteneğime de! Bilinmez bir el, bizim için karar verecekti, hem de en acımasız biçimde!

Amin Maalouf
Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl
Fransızcadan Çeviren: Esin Talu – Çelikkan, Telos Yayıncılık

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version