Ana Sayfa Felsefe NIETZSCHE: ZULÜMSÜZ ŞENLİK OLMAZ: BÖYLE ÖĞRETİYOR İNSANIN EN ESKİ, EN UZUN TARİHİ

NIETZSCHE: ZULÜMSÜZ ŞENLİK OLMAZ: BÖYLE ÖĞRETİYOR İNSANIN EN ESKİ, EN UZUN TARİHİ

Acı çekildiğini görmek iyi gelir, acı çektirmek daha da iyi gelir – sert bir cümle bu; ama eski, kudretli, insanca-pek insanca bir temel ilke, hatta belki maymunlar bile bu cümlenin altına imzalarını atarlardı: çünkü acayip zalimlikler keşfetme konusunda iyiden iyiye insanın habercisi ve adeta insana bir “başlangıç” oldukları anlatılır. Zulümsüz şenlik olmaz: böyle öğretiyor insanın en eski, en uzun tarihi – ve cezada da şenlikli çok şey var!

***

Bu düşüncelerle, kötümserlerimizin ahenksiz ve gıcırtılı yaşam bıkkınlıklarının değirmenlerine kesinlikle su taşımak niyetinde olmadığımı da belirteyim; aksine, insanlığın zalimliğinden henüz utanç duymadığı o zamanlarda yeryüzünde yaşamın, karamsarların olduğu günümüze oranla daha neşeli geçmiş olduğunu sergilemiş olmalı bu düşünceler. İnsanlığın üzerindeki gökyüzünün kararması, insanın insandan utanmasının artışına koşut olarak artmıştır hep. Yorgun ve karamsar bakış, yaşam bilmecesine duyulan güvensizlik, yaşam tiksintisinin buzdan Hayır’ı – insan neslinin en kötü çağlarının göstergeleri değildir bunlar: bunlar, bu bataklık bitkileri, ait oldukları bataklık oluştuktan sonra gün ışığına çıkarlar ancak, – “insan” hayvanına en nihayetinde tüm içgüdülerinden utanmayı öğreten o hastalıklı yumuşamadan ve ahlaksallaşmadan söz ediyorum. İnsan, “melek” (daha sert bir sözcükten kaçınmak için bu sözcüğü kullanıyorum) olma yolunda ilerlerken, sadece hayvansal sevinci ve masumiyeti insanın gözünde tiksinilecek bir şey kılmakla kalmayıp, yaşamın kendisini de insan için tatsızlaştırmış olan o bozuk mideyi ve paslı dili edindi kendine: – öyle ki kimi zaman, kendi karşısında burnunu kapayarak durdu ve Papa III. Innocentius’la beraber rezilliklerinin listesini çıkardı ayıplayarak (“safkan olmama, ana rahminde kötü beslenme, insanın hammaddesinin kötülüğü, leş gibi kokma, tükürük, idrar, dışkı salgılama”). Acı çekmenin, varoluş aleyhine ileri sürülen savlar içinde, varoluşa iliştirilmiş en vahim soru işareti olarak hep en başı çekmek zorunda kaldığı bugün, bir de bunun tersi bir yargıya varılmış olan zamanların, acı vermekten yoksun kalınmak istenmediği, onda birinci sınıf bir sihir, yaşamaya ayartan gerçek bir yem görüldüğü zamanların hatırlanması iyi olur. Belki de o zamanlar acı – hanım evlatlarına avuntu olsun diye söylüyorum – şimdiki kadar can yakmıyordu; ağır iç iltihaplanma vakalarında zencileri (bunları tarihöncesi insanın temsilcileri olarak alırsak) tedavi etmiş olan bir doktor böyle bir sonuca varabilir en azından; en sağlam bünyeli Avrupalıyı bile neredeyse yılgınlığa sürükleyen bu hastalıklar, zencilerde aynı etkiyi yapmaz. (İnsanın acıya dayanma eğrisi gerçekten de, üstkültürün ilk on bini ya da on milyonu hesaba katılır katılmaz olağandışı ve neredeyse ani bir düşüş gösteriyormuş gibi görünüyor; ben kendi adıma, tek bir isterik, okullu hanımcığın geçirdiği bir sancılı gecenin yanında, şimdiye kadar bilimsel yanıtlar almak uğruna bıçakla sorgulanmış tüm hayvanların çekmiş oldukları toplam acının bir hiç kalacağından eminim.) Kaldı ki, zalimlikten alınan o hazzın da aslında tükenmemiş olduğu olasılığına bile yer verilebilir belki: acının bugün daha fazla can yakıyor olmasına bağlı olarak, yalnızca yüceltilmesi ve inceltilmesi gerekmişti bu hazzın, imgelem ve ruh alanına aktarılmış haliyle ortaya çıkması ve en narin ve ikiyüzlü vicdanda bile kuşku uyandırmayacak denli alakasız bir sürü isimle bezenmesi gerekmişti (“trajik merhamet” böyle bir isim örneğin; bir diğeri “les nostalgies de la croix” [çarmıh özlemleri]). Acı çekmeye karşı asıl isyan ettiren, acı çekmenin kendisi değil, acı çekmenin anlamsızlığıdır: ama, ne acı çekmeyi gizemli bir selamet düzeneği olarak kurgulamış olan Hıristiyan için, ne de her acıyı yalnızca seyirciler ya da acı verenler bağlamında kavrayabilen eskinin o naif insanı için, böyle anlamsız bir acı çekme söz konusu değildi. Saklı, keşfedilmemiş ve tanıksız acıyı dünya yüzünden silebilmek ve açıkça olumsuzlayabilmek için, tanrılar ve çeşitli yüksekliklerde ve alçaklıklarda ara yaratıklar, kısacası, gizlide de gezinen, karanlıkta da gören ve içinde ıstırap olan ilginç bir oyunu kolay kolay kaçırmayan bir şey icat etmek zorunda kalınmıştı o zamanlar. Çünkü yaşam, o her zaman sahip olmuş olduğu hünerini, kendini haklılaştırma, kendi “şerrini” haklılaştırma hünerini bu icatlar yardımıyla göstermekteydi o zamanlar; bugün belki de başka yardımcı icatlara gereksinimi var bunun için (örneğin, bilmece olarak yaşam, bilgi sorunu olarak yaşam). “Baktığında, bir Tanrı’ya yüce duygular ilham eden her şer mubahtır”: böyle çınlıyordu tarihöncesinin duygu mantığı – yalnızca tarihöncesinin mantığı mıydı bu gerçekten? Dehşetli sahne oyunlarının tutkunları olarak kurgulanan Tanrılar – ah! bizim Avrupalıca insanlaştırmamızın bile nasıl da içlerine kadar uzanmıştır bu en eski imge! Buna ilişkin olarak Calvin ve Luther’e başvurulabilir örneğin. Kesin olan şu ki, Yunanlılar da zulmün hazzından daha cazip bir çeşni sunamıyordu tanrılarının mutluluğuna. Homeros, insanların yazgılarını tanrılarına ne gözle seyrettirmişti sanıyorsunuz? Troia Savaşı’nın ve benzeri trajik dehşetlerin en son anlamı neydi aslında? Bu konuda şüphe duymak imkânsız: tanrılar için birer şenlik gösterisi olarak düşünülmüştü onlar: ve onlarla ozan “tanrısal” olana diğer insanlardan ne kadar çok benzerse, ozanlar için de o kadar şenlik gösterisi olurlar… Sonraları Yunanistan’ın ahlak felsefecileri de bundan daha farklı canlandırmadılar zihinlerinde, erdemli insanın ahlakla sürüp giden cebelleşmesini, onun yiğitliğini, kendine eziyet edişini yukarıdan seyreden Tanrı’nın gözlerini: “görevlerin Herakles’i” bir sahne üzerindeydi, farkındaydı da bunun; tanıksız erdem bu oyuncu-halk için düşünülmesi tümüyle olanaksız bir şeydi. İlkin Avrupa için yapılmış olan o cesur, o uğursuz filozof icadı, “özgür istenç”in, iyide ve kötüde insanın mutlak kendiliğindenliğinin icadı, özellikle de tanrıların insana, insani erdeme olan ilgilerinin asla tükenemez olduğu düşüncesine hak kazanmak için yapılmamış mıydı? Gerçekten yeni, gerçekten duyulmadık heyecanlar, entrikalar, felaketler hiç eksik olmamalıydı bu yeryüzü sahnesinden: bütünüyle belirlenimci biçimde tasarlanmış bir dünya, tanrılar için tahmin edilebilir ve dolayısıyla kısa bir süre sonra da sıkıcı olurdu, – bu tanrı dostlarının, filozofların, öylesi belirlenimci bir dünyayı tanrılarına uygun görmemeleri için yeterli bir nedendi bu da! Özünde kamusal ve abartılı olan, oyunsuz ve şenliksiz bir mutluluk düşünemeyen antik insanlık, “seyirciyi” gözeten böylesi inceliklerle doludur işte. – Ve, daha önce de belirtildiği gibi, büyük cezada da şenlikli çok şey vardır!..

***

İncelememize geri dönersek, suçluluk ve kişisel yükümlülük duygusu, görmüştük ki, var olan en eski ve en asli kişilerarası ilişkiden, alıcı-satıcı, alacaklı-borçlu ilişkisinden kaynaklanmıştı: ilk kez burada kişi kişinin karşısına çıktı, ilk kez burada kişi kişiyle boy ölçüştü. Bu ilişkiden herhangi bir iz taşımayacak denli aşağı düzeyde bir uygarlık keşfedilmedi henüz. Bedel belirlemek, değer ölçmek, eşdeğerler bulmak, takas etmek – bunlar, düşünmeye ilk başladığında insanı o derece meşgul etti ki, düşünmenin kendisi oldular bir anlamda: sağgörünün en eski türü burada yetiştirildi; insanın övüncü olan diğer hayvanlardan üstün olma duygusunun da ilk burada baş gösterdiği düşünülebilir. Bizim “Mensch” (insan) (manas) sözcüğümüz belki hala tam da bu özgüvenden bir şeyler dile gelmektedir: insan kendini, değer ölçen, değer biçen ve ölçen bir varlık, “değerlendiren hayvanın kendisi” olarak tanımladı. Alış ve satış, tüm psikolojik eklentileriyle birlikte, herhangi bir toplumsal örgütlenme biçiminin ve loncaların başlangıcından daha eskiye dayanır: kişisel hukukun en kabataslak biçiminden filizlenen takas, sözleşme, suç, hak, yükümlülük ve tazminata ilişkin bilinç önce en ilkel ve baştaki topluluk dizgelerine (ve bunların ben zer dizgelerle ilişkilerine) aktarmıştır kendini daha ziyade, ve aynı zamanda gücü güçle karşılaştırma, ölçme ve hesaplama alışkanlığını da. Göz, bu bakış açısına ayarlanmıştı artık bir kez: ve eski insanlığın, zor harekete geçirilen, ama harekete geçirildikten sonra da aynı yönde amansızca ilerleyen düşünüş tarzına özgü o hoyrat çıkarımsal tutarlılıkla, büyük bir genellemeye, “her nesnenin bir bedeli vardır; her şey geri ödenebilir” – adaletin en eski ve naif ahlak yasasına; yeryüzündeki her tür “iyi yürekliliğin”, “hakkaniyetin”, “iyi niyetin”, “nesnelliğin” başlangıcına varıldı çok geçmeden. Adalet bu ilk aşamada, birbirlerine aşağı yukarı eş güçte olanların birbirleriyle uzlaşmak, bir tazminat yoluyla yeniden “anlaşmak” için gösterdikleri iyi niyettir – daha az güçlü olanları ise kendi aralarında bir uzlaşmaya zorlamaktır.

Friedrich Nietzsche
Kaynak: Ahlakın Soykütüğü – Kabalcı Yayınevi

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version