Ana Sayfa Sinema Film Tiyatro BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA FİLMİNİN OLUŞUM SÜRECİ ÜZERİNDEN, SİNEMA VE BELLEK KAVRAMLARI –...

BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA FİLMİNİN OLUŞUM SÜRECİ ÜZERİNDEN, SİNEMA VE BELLEK KAVRAMLARI – ERCAN KESAL

Gerçek neydi? Başımdan geçenler mi, yoksa hayal ettiklerim mi? Yaşamış ve yaşlanmıştım. Geçmişim beni peşimden takip etmiş ve yıllar boyunca yün yumağı gibi sarılarak gelmişti. Şimdi neydi o zaman? Şimdi, geçmiş ve bugünün toplamıydı. O halde, geçmiş, yok olmuş bir şey değildi. Bugünün içinde duruyordu. Yaşadıklarımızın belli bir an ve mekânda gerçekleştiğinin farkında olarak, bilincimizde yer almasıyla belleğimiz oluşuyor, geçmişi de bellek yoluyla, ama bugünün algısıyla yeniden okuyorduk. Yani, bellek dediğimiz şey, hatırlama ve unutmayı aynı anda içerdiği için, aslında tam da zamanın kendisiydi. Zaman ne bir tarihti, ne de bir gelişme. Bir durumdu ve geri getirilemiyordu. Ancak herkes geçmişte, şimdiki zamanın geçip giden her bir anın geçici olmayan gerçekliğini bulabildiğine göre geçmiş ne demekti?

Kaynak bitip tükenmezdir. Saha çalışması otobiyografik geçmişin bir yerlerinde vuku bulsa da, yüzleşme devam eder. Geçmiş, antropolojide geçmiş değildir; etnografik şimdiki zamandır… KIRSTEN HASTRUP Anadolu da Hekimlik 1984 yılının Kasım ayında, kasvetli bir Ankara gününde, Sağlık Bakanlığı nın uzun ve loş toplantı salonunda mecburi hizmet için kura çekimleri yapılıyordu Temmuz kurasında dönem arkadaşlarımın çoğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu daki ücra sağlık ocaklarına gitmişlerdi. Biraz da böyle bir beklentiyle gittiğim kura salonundan, Ankara Keskin Ceritmüminli Sağlık Ocağı na tayin emriyle çıktım.

Ertesi hafta, Aralık ayının soğuk bir sabahı, Ankara nın meşhur AŞOT terminalinden bindiğim Kırşehir Mermerler Seyahat otobüsünden Keskin yol ayrımında indim. Elimde bavulum, caddeden aşağıya dümdüz yürüyerek köy dolmuşlarının kalktığı minibüs durağını buldum. Aklımda, Ceritmüminli köyüne gidecek bir araba bulmak ve bir an önce işime, yani hekimliğe başlamak. Köye her gün bir minibüs, o da saat gibi minibüs durağından kalkarmış. Minibüsü beklerken Keskin Devlet Hastanesi ne uğradım. Hastane başhekimi, dahiliye uzmanı Mevlüt Abi’yle 20 (Çapanoğlu) tanıştım. Durumumu anlattım. Çay ikram etti, espriler yaptı. Saat gibi de bir minibüsle Ceritmüminli ye gittim. Köye girdiğimde beni üzerinde tuhaf bir giysiyle bir köy bekçisi karşıladı. Birazdan da muhtar geldi. Sağlık ocağında ise köyün yerlisi bir tıbbi sekreterden başka kimse yoktu. Ne hemşire, ne ebe, ne de başka biri.

O akşam köyde kalmadım. Keskin e döndüm. Mevlüt Abi ye yalvarıyordum: Aman abi beni buraya, hastaneye al, ben orada hiçbir şey yapamam, zaten bir şey bilmiyorum, iyice körelirim vs. Mevlüt Abi sağ olsun ilgilendi, uğraştı. Bir ay içerisinde hastanenin eski bir odasına yerleşmiş, geçici bir görevle de Keskin merkeze tayin edilmiştim. Her şey yoluna girmişti sanki. Gece gündüz fakültedeki eksiklerimi okuyarak ve pratik yaparak tamamlamaya çalışıyordum. Başhekimin yanında, Keskin’in gece eğlencelerine de katılmaya başlamıştım. O günlerde günceme yazdıklarım:

23 Nisan 1985, Keskin Bu gece günlüğümün ilk yazısına başlıyorum. Çok daha önceden (kurayı çekip Keskin e gelmeden önce) karar verdiğim günlük tutma işini kesinlikle gerçekleştirmeye ve yürütmeye kararlıyım. Günlük tamamen, hekimlik özelinde yaptığım ve yapacağım işleri kapsayacak. Beni çok etkileyen ve mutlaka yazmam gereken şeyleri de içine alabilir. Bu anlamda bu akşam sıraladığım bazı notları ve çalışma programını yazmak istiyorum. Bu işlere yarından itibaren girişecek ve sonuçlarını takip edeceğim. Merkez sağlık ocağına bağlı sağlık ocak ve sağlık evlerinin denetimi. Ceritmüminli Sağlık Ocağı: Hizmetli, ocağın durumu, lojmanın durumu. Çelebi Sağlık Ocağı: Temizlik, denetim, hizmetli, sekreter. Köprüköy Sağlık Evi: Ebenin ziyareti. Hizmet içi eğitim, seminer çalışması, sağlık ocağı, sağlık kurulu. Böyle bir kurul oluşturmak mümkün mü?

21 Mevlüt Abi yle konuşacağım. Ocak kütüphanesi, kitap dolabı? Tanıdık bir marangoza hediye şeklinde yaptırılabilir mi? Araştıracağım. Ocağa pano yaptıracağım. Çalışmalar ve duyurular için gerekebilir… Dernek yararına bir eğlence gecesi düzenlenebilir mi? Bakalım… Yarına Allah kerim. Kasabada bulunuşumun altıncı ayıydı galiba. Bir cinayet işlenmişti.

Katiller cesedi kasabanın epey uzağında bir tarlaya gömmüşler ve ortadan kaybolmuşlardı. Fakat iki gün içerisinde yakalanmışlar ve suçlarını da itiraf etmişlerdi. Biz o gün akşam saatlerinde üç araba dolusu insan, komiser, savcı, diğer görevliler ve yanımızda katillerle, cesedi bulmak için başlayan ve sabaha kadar süren tuhaf bir yolculuk yaptık. Beni çok etkileyen ve uzun yıllar zihnimden çıkmayan bir yolculuktu bu. O yolculuğun belleğimde bıraktığı izleri de takip ederek, kasaba hayatı ile ilgili şunları yazmıştım: Kasabalarda hayat bozkırda yapılan yolculuklara benzer. Her tepenin ardında yeni ve farklı bir şey çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar. Bu satırlar, yirmi beş yıl sonra Bir Zamanlar Anadolu’da filmini çekmek için gittiğimiz aynı mekânlarda, bizim yol haritamız olacaktı. Bu olayın öyküsünü taslak biçiminde yazdıktan sonra, bundan Nuri ye (B. Ceylan) de söz etmiştim. Onu bu konuda çalışmaya ikna etmek ve öyküye inandırabilmek için birtakım materyallerle desteklemem gerektiğini düşünüyordum. Bu nedenle iki kez daha Keskin e gittim. Daha önce çalıştığım, gezdiğim, vaktimi geçirdiğim yerleri dolaştım. Epeyce fotoğraf çektim. Eski tanıdıklarımı buldum, sohbet ettim. O günlerden cinayetle ilgili akılda kalan bilgileri toplamaya çalıştım.

O yıllarda birlikte çalıştığım bazı bürokratlar artık hayatta değildi. Hâlâ yaşayanlarla duygulu anlar yaşadım. Bu arada yazdıklarımı da aralıklarla Nuri ye gönderiyor, konu ile ilgili onu iştahlandıracak ayrıntıları hatırlamaya, kaydetmeye çalışıyordum. Bir süre sonra bu yolculuğu ve yolculuk boyunca yaşadıklarımı, hissettiklerimi, duygularımı ve gözlemlerimi Cihangir deki (İstanbul) ofiste, baştan sona bir kameranın önünde Nuri ve Ebru ya (Ceylan) anlattım. Tüm bunların film olma hikâyesi işte böyle başladı…

Senaryo Yazım Süreci Film için bu hikâyeyi çalışmaya karar verdikten sonra; öncelikle metinde temel olarak neleri anlatmamız gerektiğini ve olmazsa olmazlarımızı şöyle sıralamıştım: İnsanın toplumsal bir varlık olarak, bilinmeyen ve görünmeyen yüzünü göstermek, onun sürekli güç talebini açığa çıkarmak, aslında cinayetin kimsenin derdinde olmadığını ortaya koymak, kendini ve başkalarını kandırma kurnazlığını, olmayacak şeylere inandırma yeteneğini, bu dünyaya, bugüne, eşimize, dostumuza, çevremize yönelik bitmek bilmeyen hükmetme isteğimizi; ölüm, siyaset, iktidar, aldatmaca meselelerimizin hiç bitmemesini, sevme ve nefret duygularının gücünü, cinayetin etrafında gündelik hayat ilişkilerinin akıp gitmesini, insanın yine de her durumda ümit etme yeteneğinin devam etmesini; doktorun, komiserin ve şoförün katille olan ilişkileri üzerinden, herkesin kendi hikâyesinin peşinde olmasını, cesedin yalnızca bahane edilmesini, en küçük kıvrımlarımızı, günlük hayatın en fark edilmeyen ayrıntılarını, herkesin bu cinayete bilerek ya da bilmeyerek katkıda bulunmasını; her şeye rağmen, hâlâ inanmak isteğimizi ve içimizdeki derin karanlığı anlatmalıydık…

Filmde bir kasabada görev yapan bürokratların ve kasabalıların ortak tutum ve davranışlarının, bir ceset arama yolculuğu üzerinden psikoanalitik çözümlemesini de yapmalıydık. Cinayet kasabanın tarihine kanlı bir iz bırakırken, kasabalıları ve bürokratları bundan sonra nasıl bir hayat beklemekteydi? Günümüzde ve Anadolu nun ortasında, bir bozkır kasabasında yaşananları anlatan filmde, aslında mekânsız ve zamansız bir konumda olacaktık. Dünyanın herhangi bir yerinde ve çok önceden yaşanmış olabileceği gibi, günümüzden çok sonra, bilinmeyen bir başka yerde de aynısının yaşanması kuvvetle muhtemel bir hikâye olmalıydı…

Senaryomuzu yazdık, bitirdik ve sete çıktık…

Yirmi beş yıl önce hekim kimliğimle gittiğim yere, yirmi beş yıl sonra sinemacı olarak gittiğim günlerde, günceme şunları yazıyordum: Salı Keskin, Sabah saat gibi Keskin girişindeyiz. Güneşin doğmasını ve araçların kasabaya girişini çekeceğiz. Kasabada henüz kimse uyanmamış. Caddeyi boydan boya birkaç kez yürüdüm, tuhaf duygular içindeyim. Yirmi beş sene sonra, elli yaşında, bu sefer çok farklı bir nedenle yine yürüyorum bu caddeyi boydan boya. Yirmi beş sene önce ev ve muayenehane olarak kullandığım binaya bakıyorum. Benim ev noter olmuş. Caddede kimseler yok. Birazdan gün ağaracak ve kasabalı gündelik hayatına başlayacak. Saat gibi çekimler başladı…

CHE’NİN ELLERİ NEDEN KESİLDİ, FAŞİZM BEDENİMİZDEN NE İSTİYOR? – ERCAN KESAL

Uzun yıllar sonra, artık senarist ve oyuncu olarak gittiğim bu topraklarda, Tarkovski nin Solaris filmindeki psikolog Kris gibiydim. Solaris teki gibi burada da geçmişin maddileşmesi mümkünmüş gibi gözüküyordu. Kafamdaki görüntüler geçmişe ait görüntülerdi, lakin onun içindeki gerçekliği, bugün tek taraflı yeniden tarif ettiğim için asla geçmişteki gerçekliği bulamayacaktım. Daha tuhaf olanı ise, hastane önündeki arbede sahnesini çekerken, senaryo gereği katili oynayan oyuncuya saldıran yerel oyuncuların içindeki gençlerden birkaç tanesinin, yıllar önce öldürülenin akrabaları olduğunu iyi biliyordum. Biz çekim yaparken hamamın çatısına sıralanıp, çerçeveye girmeden bizi seyreden kasabalıların bir kısmının da, katilin akrabaları olduğu gibi.  Eski bir hikâyeyle devam edeyim:

“… Kavurucu sıcağın altında öğleye kadar tarlasında çalışan genç çiftçi, bir ara mola vererek hemen yanı başında akmakta olan nehrin soğuk sularına girip, serinlemek ister. Tarlanın ortasındaki küçük evinde yaşayan oğlu ve karısı, birazdan öğle yemeği için onu çağıracaklardır. Terli ve sıcak giysilerini çıkartarak kenara koyar ve nehre girer. Bir süre sonra aniden ortaya çıkan fırtına, giysilerini savurur ve onu nehrin sularına kapılarak, epey bir aşağıdan çırılçıplak çıkmak zorunda bırakır. Tam o sırada oradan geçmekte olan köle tacirleri, genç adamı esir ederek, köle kervanına katarlar. Uğradıkları bir şehrin köle pazarında satılan genç adam, çaresizce, yeni sahiplerine yıllarca hizmet eder. Çalışkan ve güvenilir olduğu için, sahipleri onu saraya tavsiye ederek, kralın yardımcısı olmasını sağlarlar. Zamanla, kralın en güvendiği hizmetkârı olur. Ardından kral ölür ve çocuğu da olmadığı için yerine onu vâris bırakır. Köle iken kral olmuştur ve artık çok yaşlanmıştır. Son günlerinde, maiyetiyle birlikte, doğduğu toprakları son kez görmek ister. Daha önce evinin de olduğu topraklara gelir ve aynı nehrin kenarında dururlar. Askerleri konaklarken, o da giysilerini çıkartarak nehre girer. Hikâye bu ya, bir anda müthiş bir fırtına kopar, sular coşar ve çadırlar, askerler, her şey dağılır. Yaşlı kral sudan çıkarken bütün vücudunun değiştiğini, gençleştiğini ve delikanlı haline geri döndüğünü fark eder. Nehrin kenarına çıkar. Uzaktan koşarak gelen küçük oğlu, yemeğin hazır olduğunu haber vermektedir. Nehrin kenarına çıkarttığı giysileri, ilk günkü gibi hâlâ terli ve sıcaktır… (Akt. Yavuz Erten, bkz. Karanlık Odadaki Suretler)”

Ben, Bir Zamanlar Anadolu da filminde bir nehre girdim ve çıktım. Set bittiğinde giysilerim terli ve sıcaktı. Gerçek neydi? Başımdan geçenler mi, yoksa hayal ettiklerim mi? Yaşamış ve yaşlanmıştım. Geçmişim beni peşimden takip etmiş ve yıllar boyunca yün yumağı gibi sarılarak gelmişti. Şimdi neydi o zaman? Şimdi, geçmiş ve bugünün toplamıydı. O halde, geçmiş, yok olmuş bir şey değildi. Bugünün içinde duruyordu. Yaşadıklarımızın belli bir an ve mekânda gerçekleştiğinin farkında olarak, bilincimizde yer almasıyla belleğimiz oluşuyor, geçmişi de bellek yoluyla, ama bugünün algısıyla yeniden okuyorduk. Yani, bellek dediğimiz şey, hatırlama ve unutmayı aynı anda içerdiği için, aslında tam da zamanın kendisiydi. Zaman ne bir tarihti, ne de bir gelişme. Bir durumdu ve geri getirilemiyordu. Ancak herkes geçmişte, şimdiki zamanın geçip giden her bir anın geçici olmayan gerçekliğini bulabildiğine göre geçmiş ne demekti?

Bir Zamanlar Anadolu da filminin oluşum sürecinde yaşadıklarım bana gösterdi ki; geçmiş, yaşadığımız zamandan daha dayanıklı ve daha süreklidir. Şimdiki zaman parmaklarımızdan akıp gitse de, asıl ağırlığına anılarımızda kavuşmakta ve içinde yaşadığımız zaman, ruhlarımıza, zaman içinde kazanılmış deneyimler olarak yerleşmektedir. (Tarkovski) Keskin de, film çekimi boyunca, o yıllardan kalan arkadaşlarım, eski personelim, kasabanın beni hatırlayan esnafları ellerinde bazı fotoğraflarla sık sık ziyaretime geldiler. Bu ziyaretlerden beni en çok etkileyen, o yıllardaki aşı kampanyalarında şoförlüğümü yapan Gara Gazi nin gelişi oldu. Gazi Abi yi (filmde Arap Ali) A. Mümtaz Taylan oynuyordu ve A. Mümtaz, Gazi Abi nin artık yaşamadığını düşünüyordu. Gazi Abi ise masada hemen yanı başında oturan kişinin kendisinin yirmi beş sene önceki halini oynadığını bilmiyordu. Birbirleriyle tanıştırmadım ve gerçeği söylemedim. Üçümüz sohbet ettik. Hayata ve ölüme dair.

Hayatımız biricikti, tekrar edilemezdi ve çok gerçek ti. Ama, sinemanın kendi gerçeği, hayatın gerçeğinden daha da gerçek olabiliyordu pekâlâ! Peki, gerçeği yeniden yazarken, aslında gerçeği de bozmuş olmuyor muyduk? Her seferinde, elimizdeki parçaları yeniden ve kendi icat ettiğimiz bir puzzle gibi dizip, yeniden oluşturduğumuz gerçeğe şaşırarak bakıyorduk işte…

Ercan Kesal
Kaynak: Evvel Zaman

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version