AHMED ARİF: BİR YUDUM ACI KAHVENE, ELİNDEN BİR TAS SUYA HASRETİM

ACIDA YİTİP GİTMEK BENİM KADERİM…
EN AZAPLI CEZA, SENDEN AYRI DÜŞMEKTİR…

Leylim,

Yok haber. Senlik, bir zehir meltem… Ne çok tutkun, muhtacım oysa. Çok domuz, çok hayın, çok namussuz olmalıyım ki seni böyle lâhza başında beraberliğe -zorla da olsa- iteliyorum.

Oysa sen, mutlak sensin… Sarhoş gibiyim galiba. Anlamsız kaçıyor sözlerim. Anasıl, senden hemen haber ummam sebep buna. UMMAK, çeviremez oku yolundan. Belli, yenilgiyi tanımak istemeyen, çocuksu ya da peygamberce dayatan benim. Ya da budalaca, sıcaklığını bir türlü yitiremeyen hayatça…

Sevgili canım, yolcusun anlıyorum, yatak, hah kilim (möble diye nelerin var bilmiyorum. Bir yudum acı kahvene, elinden elinden bir tas suya hasretim) saracak değilsin ya! Memed’in böyle işlere seni zorlaması zebanilik olur. Belki, valiz, bohça toplamak, vedâ ziyaretlerine gitmek gibi önemli (!) uğraşların var. Gelenekler, ekmek zıkkımının gerektirdiği (namussuz bir toplum düzeninin) zorunlu içsizlikleri var… Soğuk var… Senin biyolojik, psikolojik, fizyolojik (kurban olduğum) hallerin var… Var kızı var!

Üstün ya da yüksek müsaadenle bendeleri de var mı acep? Ben hakir kulları… Şimdi Güner olsaydı basardım zılgıtı. Severek, bir yanları, bir bilinmez yerleri yıkılarak küfretmek nedir bilir misin? Korkunç acılıktadır. Gene de vazgeçilmez bir havası vardır. Sana çatamamak neden? Belki de buna da sebep Güner. Ya da benim karmakarışık bahtım. Tutunacak dalı kalmayanların zorunlu ihtimamı… Üstüne titriyorum senin. Kırsam, boku yediğim, anlamsız kaldığım, otlaştığım gün!.. Ama bu da tam değil. Daha isimsiz, renkleri, güçlerinin yeterliliği belirsiz tutkular da var. Şair olmak, çokça da bu işte… O zalim anan mı, kalbini denizlerin dargın ıssızlığında yağlanmış makinelerin rutin tik-taklarına kaptıran baban mı, seni nasıl ve nerenden alıp sevdiğini bilmediğim kocan mı, her neyse kim bilmiyorum asıl gerçeğini anlayan. Sevgililerin, sevgilin de olmuştur, bir vakitler… Galiba hiçbiri… Yahut ben çok kendini bir şey sanan, megalomanın biriyim…

Sen… sen… ve sen… Berberlerin aynasında, s..tirici sinema plâklarında, gazete manşetlerinde. Pilavın taşlı lokması ya da şarabın su katığı çalan yudumunda. Sen… sen… ve sen… Güner olsa tartaklar paylardım dedim. Belki bunda hakkın var. Ya da Güner buna ses edemez. Kimseler sevmedi onu. Bir ben. Ya da sade ben… Ama sana nitsem ki. Belli bir şey, yukarda saydığım ilgililerin ya da yakınlarından çok daha seninim. Çok daha sendeyim. Dünyayı, dünya eden de bu belki. Bellisiz kaybolmuşluk… Gitme desem, (Hassiktir lan!) gidiyoruz diycen elbet! Hem ben ne bok yemeğe gitme diyecekmişim. Bundan daha enayice laf olmaz hani! Bildiğim ya da gitgide aklımın kestiği bir şey: Acışmak, acıda yitmek gitmek benim kaderim… Yok sonu… Üstelik bazı “şey”ler bildiğimi sanmak doyumsuzluğundayım.

Herhal, insanoğlu için duygun bir yeterliği olan her evren parçası için, en koygun, en azaplı ceza, senden ayrı düşmektir… Hele buna kendi -sözde isteğiyle-sebep olmak yok mu! Gözlerinden öperim canım, sağlıklar, saadetler! Klâsik temenni ya da çırpınmalar bunlar. Affet… Bilisizim, söyle yapayım, “yapmak” yolunda dönülemese de… Yaz canım. Deliyim.

[İmza]

5 Mart 1956

Leylim Leylim
Ahmed Arif’ten Leylâ Erbil’e Mektuplar
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2011

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz