Siyaset ve Nevroz: Normal olmayan davranışlar üstüne – Theodor W. Adorno

Adorno Hitler, yaşadığı dönemin Avrupa’sını Milletler Cemiyeti’ndeki o, insanın sağ duyusundan birbiri ardına bir yığın aptallar üreten devlet adamlarından daha “gerçekçi” olarak görmedi mi? Benlik ile ilgili çıkarların totaliter sistemlerde acımasızca egemen oluşu, araçların seçiminde karşıtlarından çok daha üstün olan ve gözü varmak istediği amaçtan başka hiçbir şeyi görmeyen bir çeşit rasyonelliği doğurtmaktadır. Totaliter psikoloji, kendisi gibi kafadan sakat insanlar üreten toplumsal bir gerçekliğe rüçhan hakkı tanımaktadır. Ama sakatlık, bu sakatlığa uğrayan insanların o insan ötesi güce sahip gerçekliğin ajanları gibi iş görmelerinde yatıyor. Öyle ki bu insanların psikolojileri bu ajan eğilimlere has bir geçiş istasyonu rolü oynuyor.

Kimi sosyologlar… ruhbilimin teknik yönlerine hiç aldırış etmeden bu konuda bir takım ruhbilimsel kurgulara dalıp gidiyorlar. [Taicott Parsons]

Arthur Koestler, Siyasal Nevrozlar’*’ adlı denemesinde nevroz kavramını siyasete aktarıyor. Kendisinin orada kullandığı yöntem analoji yöntemidir: “Siyasal nevrotik”lerden söz ediyor, en başta, “En azından tıpkı cinsel libido gibi komplekslerle dolu olup bastırılmış, saptırılmış bir libido”dan. Burada temeldeki varsayım, Freud’un bireyin kendi dünyası ve kendi içindeki itici güçlerinin dünyasını açıklamak için ortaya attığı kategorilerin bu dünyaya benzeyen, ama ondan bağımsız bir dünyaya aktarılabileceği varsayımıdır. “Siyasal içgüdü” veya “siyasal bilinçaltı” gibi sözler bunu belli ediyor.
Psikoanalizin kendisi otuz yıldan beri siyasal fenomenleri anlamaya çalışmıştır. Tam da Koestler’in bilinçaltı ruhbilimiyle ilgili bildirisinin meydana koyduğu kitle hareketlerini konu edinmiştir.
Koestler’in, psikoanaliz dilindeki kavramlarla tanışmış olsa bile, analitik bir sosyal psikolojiyle ilgili son çabalarla tanışmamış olması, bilimin kaderindeki işbölümünün kabahatidir. Sosyal psikolojinin başlangıcında Freud’un o olağanüstü makaleleri yer alır: “Kitle Psikolojisi ve Ben Analizi, 1921”. O burada, Le Bon’un, ve Mac DougaU’ın kitle psikolojisine yönelik bilinen gözlemlerini bireyin içgüdüsel dinamiğinden türetmeye çalışmış, kitle psikolojisi kavramında gizli büyüyü böylece söküp atmıştır. Bu psikolojideki semptomlar kendine özgü esrarengiz bir kolektif varlığın semptomları olmayıp kitledeki her bireyin başına gelen olaylara, yani Baba figürüyle özdeşleşme olayına dayanmaktadır. Hep karanlık olarak ifade edile gelen “kitle hipnozu” deyimini Freud ciddiyetle ele almış, kitlelerin hipnoza benzer davranış biçimlerini kitleyle bir ve bütünleşenlerin içgüdüsel yaşamından yola çıkarak geliştirmiştir. Freud’un teorisi böyle yola çıkmakla, kitlenin ancak, insanların atomlaşması ve yabancılaşması varsayımına dayalı olarak oluştuğu toplumsal bir duruma ağırlık kazandırdı.

Bu arada psikoanalizciler arasında dallanıp budaklanan tartışmalar da Freud’un yazısına katılıyordu. Gmpirik sosyal araştırmalar da daha 1920’li yılların sonundan beri kendi kitle psikolojisinin kavramlarını kullanıyordu. Ben de, izin verirseniz, bizim Sosyal Araştırmalar Enstitümüzün çalışmalarına değinmek istiyorum. Bu enstitüye Belsen’de kazaya uğrayıp ölen Kari Landauer yönetiminde bir psikoanaliz bölümü baştan beri katılmış bulunuyor. Max Horkheimer’in düzenleyip yayınladığı “Aile ve Otorite Üstüne İncelemeler”** adlı toplu eserde de, otoriteyle ilgili davranışların bilinçaltı mekanizmaları geniş bir malzeme çerçevesinde ilk olarak sosyal dinamikle bağlantılı biçimde ele alındı. Enstitümüzün Amerika’daki çalışmaları, bu amaç doğrultusunda daha da ileriye götürüldü: “Otoriter Kişilik”, siyasal ideolojiler ile karakterolojik yapılar arasındaki sistemli korelasyonları irdeledi. Ve I950’de yayınlanan kitap Amerika’da bugün bile tahmin edilemeyecek kadar yayınlara önayak oldu.
Koestler’in tezleri ile 2030 yıldan beri sürdürülen bilimsel çabalar arasındaki farklılık, siyasal nevrozların, kendi başına birer hastalık olarak görülmeyip, ama bireyin içgüdüsel yapısı ve psikolojisiyle işlevsel biçimde bağlantılı olarak görülmesidir Ne var ki bu farklılık, temelde hemfikir olunan olayların incelikli yorumlanışıyla ilgili düpedüz akademik bir ayırım değil, meselenin merkezine yöneliktir. Kavramları bir kez, anlamlan gereği ait oldukları teoriden söküp çıkarırsak ve sağduyu denen o düzeye indirgeyecek olursak, anlamlarını yitirdikleri gibi, önceden gördükleri işlevleri de göremez olurlar.

Koestler’in makalesini ele alırsak, insanın ilkin, aslında siyasal libido’nun ne anlama geldiğini sorası geliyor. Çünkü bir başka soru da siyasal çaptaki içineatma (Verdrangung) mekanizmalarının nasıl açıklandığı sorusu ki Koestler bu mekanizmalar için, içe atma veya bastırma kavramının psikolojideki kesin anlamına bağlı kalmazsak etkileyici bir örnek vermektedir: Almanya’da suç nasıl içe atılır gibilerden… Koestler siyasal libido’yu tam da şöyle tanımlıyor. Bireyin bütünün parçası olmak, bir topluluk içinde, onun içinde erimek, şöyle ya da böyle bu topluluğa ait olmak ihtiyacı.. Bu türden lafzı tanımlamalarla işin altından kalkmanın pek mümkün olduğu görülmemiştir. Koestler’in nitelendirdiği olgu aslında analitik bir sosyal psikolojinin başa çıkması gereken bir sorundur ve çözümünü de getirmemektedir. Yoksa Koestler, sahiden de Mc Dougall’in Freud öncesi o çoğulcu içgüdü öğretisine mi dönmek istiyor, yani başka bir sürü çoğu da uydurma içgüdüler yanında bu içgüdüler cetvelindekilerin kökeni ve ilişkileri konusunda kafa yormadan bir de “sosyal içgüdü”den, söz eden öğretiye? “Bir yere ait olmak” sahiden de bu denli kendi kendine anlaşılabilir bir nitelik mi? Totaliter bir ideolojinin psikolojik köklerini ortaya çıkarmak istediğimizde, bu kavramın daha önceden peşine düşmek zorunda değil miyiz?

Ne var ki Koestler, betimleme ile açıklamayı birbirine karıştırarak siyasalın alanını mutlak bir konuma oturtuyor, böylelikle totaliter nitelikli bir aldatmaca ya da göz boyamanın yalnız ruhbilimsel değil, daha da önemlisi toplumsal düzeyde ortaya çıkışını da gözden kaçırmış oluyor. Asıl psikoanalitik teori anlamında düşünürsek, Koestler’in bir grup içinde olmakla şaşmaz biçimde özdeş saydığı karakteristik olaylar geniş ölçüde kollektif narsizm türündendir. İğdiş etme kompleksine dayanan ve Nunberg’in ortaya attığı kavram ile Koestler’in pek tanışmadığı belli. Bu komplekse dayanan Ben İktidarsızlığının aradığı bir şey var: Her şeye muktedir kibirli ve şişirme, ama bu arada kendi zayıf Ben’ine de derinden benzeyen kollektif bir yapı çerçevesinde dengeye kavuşmak. Sayısız birçok bireyde cisimleşen bu dengelenme eğilimi kolektif bir kuvvet durumunu alır ve bu kuvvetin boyutları şimdiyedek doğru dürüst tahmin de edilememiştir. Ama bu kuvvet, kendine özgü bir “siyasal nevroz” un ifadesi değildir, onun ruhbilimsel kökleri insanın yaşadığı ben tatminini yitirmesinde yatıyor.

Koestler’in doğaçlama yöntemi ağır sonuçlar doğuran yanlış yargılara yol açmaktadır. Çünkü kollektif narsizm hiçbir zaman öyle “gerçeklik karşısında ne pahasına olursa olsun yoldan kaçmak” anlamına gelmez. Narsizmle bağdaşmadığı sürece belirli siyasal gerçeklerin içe atılmaya mahkum olduklarını Koestler ne denli doğru olarak gözlemliyorsa, kollektif narsizmin “Gerçeklik İlkesi” ile pek iyi geçinir olması da o denli gözünden kaçıyor.

Totalitarizm kuyruklarının optikleri hiç kuşkusuz birçok yönde eğri büğrü bile olsa, bunu “gerçekdışı” olarak nitelemek çok safça olur Narsizmin ruh bilimdeki anlamı şudur: Kendi Ben’ini, başka insanlara karşı duyulan sevgiyle değil, libido ağırlıklı niteliklerle yüklemek Her bireyin pişip sertleşmesine, kendi varlığını sürdürme yolundaki çıplak iradesine prim veren toplum mekanizması böyle bir yükleme aygıtının kuşkusuz ki en son nedeni değildir. Kollektif narsizmi güdümleyen hedefler, Ben’le kaynaşma yetenekleri ölçüsünde rasyonel amaçlarla ve verilen koşulların içine derinlemesine nüfuz gücüyle iyice bağdaşırlar. Bugün Almanya ve Fransa’da yaşanan ve Koestler’in siyasal nevroza klasik bir örnek olarak gösterdiği ideolojiler, bu ideolojileri paylaşanların somut çıkarlarıyla baştan aşağı uyum içindeler. Böylesine bir narsizm en üst düzeydeki anlamıyla siyasal çerçevede ruhbilimsel olduğu kadar irrasyoneldir de. Bu narsizmin içinde kendini yokedici bir moment yatmaktadır, ama bu, artık narsizmin içinde zorla oluştuğu bir dünya düzeninin momenti değildir. Hitler, yaşadığı dönemin Avrupa’sını Milletler Cemiyeti’ndeki o, insanın sağ duyusundan birbiri ardına bir yığın aptallar üreten devlet adamlarından daha “gerçekçi” olarak görmedi ini? Benlik ile ilgili çıkarların totaliter sistemlerde acımasızca egemen oluşu, araçların seçiminde karşıtlarından çok daha üstün olan ve gözü varmak istediği amaçtan başka hiçbir şeyi görmeyen bir çeşit rasyonelliği doğurtmaktadır. Totaliter psikoloji, kendisi gibi kafadan sakat insanlar üreten toplumsal bir gerçekliğe rüçhan hakkı tanımaktadır. Ama sakatlık, bu sakatlığa uğrayan insanların o insan ötesi güce sahip gerçekliğin ajanları gibi iş görmelerinde yatıyor. Öyle ki bu insanların psikolojileri bu ajan eğilimlere has bir geçiş istasyonu rolü oynuyor. Nesnel toplum yasalarına dayanan bir teorinin bir çılgınlık sistemi haline gelebilmesi, kimseyi toplumun dış görünümüyle yetinen ve psikolojik çerçevede bundan sonrasını bile beceremeyen bir psikolojizme, her şeyi ruhbilime indirgeme tutkusuna itmemelidir.

“Siyasal nevroz” yoktur, ama ruhsal yozlaşmalar siyasal davranışı, bu davranışlardaki yozlaşmaları tamamıyla açıklamaksızın etkilemektedir. Bu tutum, “yaşamın anlamını aramak” ve insanları sıkıntıya boğan koşulları adamakıllı soyut bir tarzda sulandırmaktan çok, teknolojik işsizlik gibi iyice somut sıkıntılı durumlarda yatıyor, üretim araçlarının ve farklı ülkelerde hammaddeler üzerindeki mülkiyetin durumuyla, hayatla kendi gücüyle baş edebilmenin ekonomik imkansızlıklarıyla ilgili uzlaşmazlıklarda yatıyor. Bu, öyle bir imkansızlık ki bireyleri şeytanca bir “rasyonellik” altında farklı simgeler yönünde kitle hareketlerine sürüklüyor..

Sözünü ettiğim sosyal psikolojik incelemeler elbette ki tipik ruhbilimsel karmaşıklıklar ile siyasal tutum arasındaki bağımdaşlıkları da ele verdi. “Otorite bağımlısı karakterler”, çocukluk yaşantılarının baskısı altında özerk bir Ben kristalleştirmekten geri kalan kişiler totaliter ideolojilere, özellikle yatkındırlar. Koestler’in görüşleriyle taban tabana zıt olan başka bir sonuç da tartışılanı ayacak kadar besbellidir: Otoriter karakterler, başka karakterlerden hiçbir zaman daha “nevrotjk” değiller. Bu insanlardaki özel ruh bilimsel bozukluklardan söz etmek istersek, bunlar ki bunu da olağanüstü bir ihtiyatla ileri sürmek lazım. Psikoz, özellikle Paranoia alanına giriyor. Oysa tipik nevrotik uyumsuzluklara daha çok karşıt tipin içinde rastlanıyor. “Kitle psikozu”ndan ve “kitle çılgınlığımdan söz eden laubali anlatım gibi, anlaşıldığı kadarıyla olgulara siyasal nevroz teorisinden daha yakın düşüyor. Ayrıca şu da yanlış. Ruhbilimsel olarak totaliter sistemlere eğilimli olanları, çoğu zaman yapıldığı gibi, psikotik veya akıl hastası diye düşünmek de yanlış. Kendilerini sattıkları kollektif hayaller ve çılgınlık sistemiki Koestler’in katkısı bu sistemin fenomenolojisiyle ilgilidir. Emst Simmel’in görüşlerine göre, öyle anlaşılıyor ki, bireyleri açık ve belirsiz bir psikozdan koruyor, yani kapalı, önü tıkanmış bir çılgınlık onlara başka alanlarda “daha gerçekçi” davranma iznini vermekte… Acı ve tutkudan kaynaklanan moment onlarda daha çok bu gerçeklikte belli ediyor kendini, yani onları bir nevrotikin düştüğü bunalımlardan alıkoyan bir çeşit soğukluk ve iştahsızlık ya da duyumsamazlık halinde. Nevroz onlarda sanki önceden bir sonuca bağlanmıştır, dünyaya karşı baştan sona umursamaz bir tavır içindedirler. Eğer, Koestler’in dediği gibi, deneyimlerden bir şeyler kapmaya yetenekleri yoksa* bu onların aslında deneyime giremeyecek kadar şey’leşmiş olmalarından geliyor Totalitarizm öcüsünü en doğal biçimiyle temsil eden polis şefi nevrotik olmaya varıncaya kadar daha pek çok şeydir. Bunların yerine belki de, Franz Alexander’in ortaya attığı karakter nevrozu kavramına paralel olarak, asıl totaliter insan tipi anlamında, psikotik karakterlerden söz etmek lazım. Ne var ki totaliter karakterin ruhbilimsel anlamda doğuş ve oluşumuna ne kadar derinlemesine girersek, bu karakteri sadece ruhbilimsel biçimde açıklamakla daha az yetinir olacağız. Ama bu karakterin ruhbilimsel kabızlıklarının o zaman kabız bir topluma uymanın aracı haline gelecek olmasının hesabını daha iyi verebileceğiz.

Siyaset ve Nevroz Üzerine


* Arthur Koestler. Politische Neurosen. bkz: Der Monat 63, aralık 1953, S. 227.
** Aile ve Otorite Üstüne incelemeler” (Yayın. Max Horkheimer), Schriften des Instituts ftlr Sozialforschung. Paris, 1936.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz