Ana Sayfa Bilim ve İnsan Soğuk Savaş Denkleminin İçinde Aklını Kaybeden Bilim – Dr. Suat Kamil Aksoy

Soğuk Savaş Denkleminin İçinde Aklını Kaybeden Bilim – Dr. Suat Kamil Aksoy

Soğuk savaşı insanlık tarihinin özel bir dönemi olarak kavrayabileceğimiz gibi sınıf savaşımının bir dolayımı olarak da görebiliriz. Yaşadığımız toplumun birbirine karşıt çıkarlarla tanımlı iki sınıfı arasındaki çatışma nesnel bir olgudur. Biz bu açıdan soğuk savaş kavramını geniş bir anlamda kullanacağız ve 1848 devrimlerini öncelediğini kabul edeceğiz. Burjuvazi ve proletarya arasındaki çatışma da öyle hayali bir şey değildir. Genel inanışın aksine bu antagonist çatışkının katastrofik bir prognoza işaret etmediğini düşünmekteyiz. Dünyanın güneş etrafındaki dönüşü de kütle çekimi ve eylemsizliği arasında oluşan çatışmanın özel bir çözümüdür. Yerçekimine karşı merkez kaç kuvveti eliptik bir yörünge ile bir dengeye ulaşır. Denge yörüngesi bir kez oluştuktan sonra kalımlıdır. Örneğin güneşin bir gün söneceğine ilişkin hesaplamalar yapılabilir. Ancak kimse yörüngenin akibetine ilişkin bir süre veremez. Bu yörüngenin ortadan kalkması bir yana bir milim oynaması için bile bir dış etmen gereklidir. Yörüngenin ortadan kalkması için ne kadar bir kuvvet gerekeceği hesaplanabilir. Bu kuvvetin güneş ve dünyanın çekim gücünden yada dönüşün yarattığı merkezkaç kuvvetinden kaynaklanmayacağı ise kesindir. Aynı şey elektron proton ilişkisi için de geçerlidir.
Oluşmuş denge hem çatışmayı hem de uzlaşmayı beraberce içerir. Burjuvazi ve proletarya arasında da benzer bir çekme itme ilişkisi vardır. Bu iki öğe bir yandan birbirini çeker, öte yandan da iki kutup olarak ayrışırlar. Elbette ki burada elektron proton gibi maddi varlıklar sözkonusu değildir. Ama nesnelliğin içinde soyut tanımları çerçevesinde ayrımsanmaları imkansız da değildir. Yaptığımız benzetmenin gerçekçilğini tartışmayacağız. Ancak çatışkının bir dengeyi barındırdığının hissedilmesi için benzetme faydalıdır. Atom kendi tanımına dışsal bir etki olmadan çatışkılı dengesini sonsuza kadar sürdürür. Bir dış etken örneğin kendi iç dengesini bozacak yüksek bir ısı, yada basınç ile denge bozulur. Atom parçalanır yada içe çöker. Yani barındırdığı iç çatışkı ancak bu çatışkıya dışsal bir etmen tarafından sonlandırılabilir. Toplum içinde ayrımsadığımız sınıfsal çatışkı da bir dengeyi barındırmaktadır. Bu denge kendisine dışsal bir müdahale olmaksızın sonsuza kadar sürmek durumundadır. Burjuva proleter çatışkısı ile tanımlı toplumlara ilişkin içlerinde eleştiri barındıranlar arzu ettikleri yere varmak için bu çatışkının öğelerinden herhangi birisiyle ilgili beklenti içerisinde olmamalıdırlar. Dengenin öğeleri eğer kendi mevcut dengelerinden başka bir yere varabilecek olsaydılar bu kimsenin arzusuna mahal vermeden gerçekleşirdi. Nesnellikte bir değişiklik olabilmesi için verili çatışkılı dengeyi çözecek dışsal bir etmenin ortaya çıkması gerekir. Kapitalizmin aşılması bu yüzden onun temel yapısını kuran öğelerin marifeti olamaz. Sosyalistler ve elbette Marx çelişkinin içsel öğesi olan işçi sınıfından dengeyi bozacak bir etki beklemekle bilime ters düşmüş olmaktaydılar. Gerçek budur ve gerçek kimi düşünürlerin zihninde en azından yaklaşık ifadeler içerisinde yansı bulmuştur. Bu açıdan Samir Amin kapitalizmin ancak çeperlerinde aşılabileceğini iddia etmekle isabet etmektedir. Ancak o bunları söylerken merkeze karşı perifer yada emperyalizme karşı antiemperyalizm denkleminin içerisindedir. Bunun ise, pek isabet sayılamayacağını söylemeliyiz. Verili dengenin, ancak kendi öğeleri dışında kalan bir etmenle değiştirilebileceği yada ortadan kaldırılabileceği gerçeği, örneğin ABD liderliğindeki kapitalist hegemonyanın ancak periferden aşılabileceği şeklinde bir kavrayışı haklı çıkarmaz. Buradaki dış etmen, mekansal bir dışsallık olmak zorunda değildir. Etmen pek ala periferde değil merkezde de yer alabilir. Aslında Kautsky ve Lenin işçi sınıfına dışarıdan bilinç götürme gereğini ilan ederken bahsettiğimiz gerçeğin etkisi altındadırlar. Kautsky marksizmin işçi sınıfının içinden doğmayışı gerçeğini, Lenin ise işçi sınıfının kendiliğinden hareketi ile hiçbir yere varılamayacağı gerçeğini anlamlandırmaya çalışırken neredeyse uyanmak üzeredirler. Ancak onlar işçi sınıfını, geleceğin toplumunu kuracak olan asli dinamik olarak gören genel geçer kabulün ağırlığı altındaydılar. O farkında oldukları olgusal hatta basit gerçekler ile bu yanlış kabul arasında uzlaştırıcı bir rasyonalizasyona hiç farkına varmadan yönelmiş oldular. Sosyalist devrimin öncü sınıfı olarak işçi sınıfı fikrinin vazgeçilmezliği bugünlerinde genel geçer kabulüdür. Bu öylesine büyük bir kabuldür ki, burjuva siyaseti bile işçi sınıfından böyle bir eğilim çıkacağı ürküsüyle olmadık işlere girişmektedir. Yani aradan yüz yıl geçtikten sonra bile Lenin ne kadar da safmış diyebilecek bir aklın varolabilmesi epey güç olabilmektedir. Ne yazık ki derya içinde olununca deryayı bilmek olmuyor. Dışarıda ise balık olunamıyor.

Okuyucu buraya kadarki satırlardan bütünsel bir sistem olarak kapitalizmin sonsuza kadar süreceği izlenimi edinmemelidir. Değişimin dinamiğinin nerede olduğunun bulunabilmesi için doğru yerde aranması gerekir. Bizim gayretimiz de bundan ibarettir. Yaptığımız benzetmeler elbette bir açıklama anlamına gelmemektedir. Sadece her şeyin sandığımız gibi olmadığına ilişkin hayal kurulabilmesini bu benzetmeler desteklemektedir. Koridorda bir kapı olduğunu bilen ile bilmeyenin bulma olanakları farklıdır. Bazı gerçekler kendilerine kurguda işaret edilmeden birçok göze görünemezler. Çıkış kapısı sadece bir desen sanılıp geçilebilir.

Şimdi kendisini sınıfsal kutuplaşmanın bir yanında konumlanmış olarak bulan fabrikatör çocuğu Engels’in yazdığı ve Marx’ı çok etkileyen ekonomi politiğin bir eleştiri denemesi başlıklı metne bakalım. Gündelik dilde ve düşünüşte geçerliliğini bugünlere kadar sürdüren önemli izleklere bu metinde rastlıyoruz.

Engels’e göre iktisatçılar giderek mevcut ahlaksız düzenin mazeretçileri haline gelmektedir. İlk başlardaki bilimsel kaygılar giderek terk edilmekte, iktisat özel mülkiyetin, rekabetin savunusundan başka bir amaca hizmet etmemektedir. 23 yaşındaki Engels bu kısa sayılabilecek metinde krizler, yoksulluk, ahlaksızlık gibi her değindiği sorun için tam 36 kez özel mülkiyetin kaldırılması çözümünü öneriyor. Rekabeti lanetliyor. Krizleri üretimin bilinçsizce yapılmasına bağlıyor, özel mülkiyetin kaldırılmasının ardından toplumun her şeyi gereği gibi hesaplayarak yapabileceğini söylüyor. Metnin içinde değinilen konular sonuca bağlanmış ayrıntılı analizler olmasalar da, Engels içerisinde bulunduğu duygularla harmanladığı, olgu tespitleriyle ekonomi politiğin çok sayıdaki tartışmasına uzanmış oluyor. Marx bundan 16 yıl sonra iktisat araştırmalarının ardından yazdığı ilk kitabına, Engels’in ekonomi politiğin eleştiri denemesine atfen Katkı adını veriyor. Bilimle ilgisini yitiren ve egemen sınıfların çıkarına göre konuşan ekonomi politiği eleştirmeyi deneyen Engels, aslında bilimsel bir eleştiri sunabiliyor değil. Daha çok bir yergi yapmış oluyor. Kendi çağının sosyalistlerinin etkisi altında düşünmekte olduğu da gayet açıktır. Liberal iktisadın temel öncüllerinden en önemlisi metaların fiyatlarının ardında emek olduğunu söylüyordu. Dönemin sosyalizmi bu öncülden yola çıkıyordu. Değer emekten kaynaklanıyorsa emeğin dışındaki gelir kaynakları hırsızlık oluyordu. David Ricardo’nun emek ile değer bağıntısını ısrarla ortaya atmasından sonra sosyalizmin hak talepleri daha da belirginleşmişti. Engels metnini kaleme aldığında Ricardo’nun kitabının yayınlanmasının ardından 26 yıl geçmiş bulunuyordu. Bu süre epey uzundur ve köklü karşı sözlerle ortaya çıkan başkaları da vardı. Proudhon’un mülkiyeti hırsızlık olarak ilan ettiği kitabı 1840 yılında yayınlanmıştı. Zenginleşenlerin emekçiler olmadığının iyice ortaya çıktığı, ama ekonomi politiğin zenginliğin kaynağının emek olduğunu söylemekten giderek vazgeçtiği bir süreç yaşanıyordu. Engels bu olguyu dile getirirken, bir yandan da geliştirilmeye ve analiz edilmeye ihtiyaç duyan birçok başlığa değiniyordu. Marx bu metinden ekonomi politiği ayrıntılı bir inceleme gerekliliğini ediniyordu. Üstelik o burjuva iktisatçıları gibi taraflılığın kör edici etkilerinden muaf olarak, geleceğin toplumu adına, işçi sınıfı saflarında bunu yapacaktı. Üzerine aldığı bu görev Marx’ı ömür boyu meşgul etti.
Biz burada durup, taraflılık nedeniyle yanılmak zorunda olan burjuva iktisadı yaklaşımına eleştirel bir gözle bakalım. Doğa bilimlerindeki gelişmeler acaba hep doğru taşların üzerinden sekerek mi yol alıyorlar? Evet gerçekte güneş dünya çevresinde dönmüyordu, egemenler aksine inandıkları için, gerçeğin bu dile getirilişini iktidarlarını sarsacak bir şey olarak görüyor ve bu gerçeği kavrayamıyorlardı. Ama bu kavrayışsızlıkta egemenlik kaygılarının dışında, doğrudan gözlemin gerçeğin aksini gösteriyor olmasının payını nasıl unutabiliriz! Üstelik konu öyle marjinal bir konu da değildi. Güneşin doğudan doğup batıdan batışından ve ertesi gün tekrar doğudan doğmasından bahsediyoruz. Bu kadar aşikar bir gerçeğe aykırı konuşanın derdinin bilim falan olmadığı, iktidarı sarsmak gibi bir hinlik peşinde olduğu ilk akla gelecek şeydir. Egemen fikirler gerçeği görmenin önüne bazı setler çekebilirler Ama insan gerçeği oldum olası aşama aşama keşfedebilmiş, birçok yanılsamanın içerisinden sıyrıla sıyrıla ilerlemiştir. Bu pratik doğa bilimleri kadar sosyal bilimleri de bağlamaz mı?. Bilimle ters düşen sınıfsal çıkarlar, sosyal bilimlerin kavranışında gerçekten de bazı bozulmalara yol açabilir. Bu akla uygun bir olasılıktır. Ancak bu doğa bilimcisine tanınan yanılma hakkının, sosyal bilimciye tanınmamasına yol açmamalıdır. Bu yüzden örneğin Adam Smith önemsiz sayılamayacak yanılgılara illa da burjuvazinin ali çıkarları uğruna düşmüş olmak zorunda değildir. Bazı yanılgıların sınıf duyarlılıklarına denk gelmesi yada bu duyarlılıklarla çarpılması olasıdır. Peki ama insanın sınıflar yada başka çarpıtıcı etmenler olmadığında yanılmaktan tümden kurtulabileceğini kim iddia edebilir. Doğrusu ve en sağlıklısı insanın önce kendisinin yanılabilirliğini kabul etmesi ve varoluşsal uyanıklığını bir kenara bırakmamasıdır. Bu şu anlama da gelir ki, insanın kendisi için geçerli olan kendi dışı için de geçerlidir. Bize herkes doğru şeyler söyleyebilir, ama bu bir yerlerde yanılmaz birisi olduğu fikrine kapılmamıza yol açmamalıdır. Üstelik o yanılmaz sandıklarımız genellikle en güvendiklerimiz yada en yakınlarımızdır. Gözümüzün önündeki olguları anlamak konusunda bile yanılmamız olağan iken, gelecek projeksiyonlarında bu bir kat daha böyledir. Dikkatli ve açık olmakla kısmi bir korunma elde etmek mümkün olacaktır.
Şimdi Engels’e dönelim. Burjuva iktisadının yolunu bilimden ayırmak zorunda kalacağı fikri, Marx’a kimsenin el sürmeyeceği garantisi içeren bir araştırma ve analiz nesnesi sağlamış oluyordu. Marx objektif olabildiği oranda önemli bir analize imza atmış olacağının bilinciyle emeğinin önemli bir bölümünü ekonomi politiğin eleştirisi için harcadı. Aslında Marx tüm bu çalışmada bir yandan da objektivitesini bozabilecek bir taraflılık içerisindeydi. O sömürünün karşısında yer aldı, burjuva egemenliğinin yarattığı problemlere muhalefet etti. Aslında bugünden bakıldığında mevcut toplumsal yaşantının problemlerini gözleyen bir çokları açısından, çok çeşitli türde tepkiyi biz de saptayabiliriz. George Soros’un edinmiş olduğu serveti, son zamanlarda piyasa tutuculuğu ile mücadele için harcadığını ve insanlığı açık toplum adını verdiği bir yapıya kavuşturmaya çalıştığını biliyoruz. Bu davranışı sosyalistlerin çabalarına benzetmekte sakınca görmüyoruz. Bazı dinsel tarikatlar yada topluluklar da toplumsal hayatı doğru bildikleri yönde dönüştürmeye çalışırken yine aynı davranış içerisindedirler. İnsanın bu halinin bir ölçüde kaçınılmaz olduğunu kabul etmek gerekir. Problem algılanıyorsa, herkes aramasa da, bazıları çare arayacaktır. Sosyalistler yada devrimciler, adalet ve hak savaşçıları, tüm ülkü aktivistleri aynı kategori içerisindedirler.

İktisat alanında Marx, Adam Smith ve David Ricardo tarafından komplekssizce ortaya konan çerçeveyi mantıksal sonuçlarına kadar ilerletmekle önemli bir bilimsel katkıda bulundu. Katkısının kaale alınmadığını ise biliyoruz. Biz Marx’ın bu katkısının hakkının verilmesinde gösterilen zaafa bakarak ve bu zaafın en başta Marx tarafından gösterilmiş olmasına bakarak sandığımızdan daha karmaşık bir problemle karşı karşıya bulunduğumuzu düşünmekteyiz. Örneğin Marx özel mülkiyetin ortadan kaldırılması fikrine varmamalıydı yada mevcut siyasal bakışını dönüştürebilmeliydi. Ama o bu temel fikrinden hiç vazgeçmeden ömrünü tamamladı. Kendi katkısını kendisi kullanamazken bunu başkalarından beklememizin pek uygun kaçmayacağını söylemeliyiz. Herkesin burjuva ideolojisi olmasa da proleter ideolojisinin etkisi altında kaldığını mı düşünmeliyiz. Elbette bu da bir tercih olabilir!
Bizim tercihimiz ise başka. Marx kendi katkısını sunarken doğal olarak kendi siyasal tercihlerini yok saymamıştır. Bu yüzden Marx’ın eleştirisine muhattap olanlar doğal olarak onun bilimsel katkısıyla olumsuz bir ilişki içerisinde olmuştur. Kapital aslında ana metni açısından gayet objektif bir analiz içermektedir. Halbuki okuyanlar objektif akıl yürütmeden alabildiğine uzak durmaktadırlar. Kutuplaşma kendi kriterlerini nesnellikten değil ötekinin negatifi olmaktan derlemek eğiliminde olmuştur. Ötekinin negatifi olmak pek objektif profil yaratmayacağı için durum biraz daha karışıktır. Ötekinin asli öğelerini kendi sisteminde önemsiz ve kısmi bir yer vermek gerilimin denge durumu olmuştur.
Değer ile emek arasında kurulan ilişki değerin yaratıcısına ait olması gerektiği çıktısını vermektedir. Değeri üreten işçi adına davacı olanların haklarını tahsil etme konusundaki olası istekleri bu bilimsel saptama önemsizleştirilerek savuşturulmaktadır. Peki ama işçi hiçbir şeyine karışmadığı işletme hakkında böyle bir hak iddiasında bulunmakta tümden haklı olabilir mi? Aslında işçi ücretini aldıktan sonraki aşamalarla ilgili herhangi bir mali sorumluluk almadığı için patron bazı haklara sahip olmalıdır. Daha ötesi tüm sorumluluğu almak işçi tarafından da istenmeyebilir. Olası risk ve değer kayıplarını tamponlamak önemsiz değildir ve işçi buralardaki sorumluluğu üzerinden atarken ürettiği değerden bir kısmından feragat etmekle özel türde bir ihtiyacını karşılıyor da sayılabilir. Tıpkı konforu için satın aldığı otomobil için para harcamak durumunda olması gbi, patrona bıraktığı pay ile kendi mesleğinin icrası dışındaki tüm karmaşadan muaf olma konforunu satın almaktadır. Görülebileceği üzere, emek değer bağıntısının kabulü koşullarında da burjuva çıkarının meşruiyeti için rasyonel ve kabul edilebilir bir yaklaşım üretmek o kadar da zor değildir. Adam Smith ve David Ricardo değer olgusunu emek ile açıklayanlardan sadece en önemlileridir. Bu bağıntı Marx’tan çok önce keşfedilmiştir. Bağıntıyı veri alanlar her durumda sömürü saptamasına ulaşmamıştır. Farkında oldukları durumda da tıpkı George Soros gibi o kadarda önemli bulmamışlardır. David Ricardo bir parlamenter olarak sosyalistlerle yapıcı tartışmalar içerisindeyken kendisini haksız kazanç sağlayan soyguncu gibi hissetmeden fikir yürütmüştür. Emek değer bağıntısını hiç kuşku duymadan savunan borsa zengini David Ricardo aykırı fikirlerini ömür boyu ısrarla savunmakla yetinmeyip, yazdığı tek kitabında bunu belgelemiştir. Bu mücadelesi içerisinde kapitalizmden kuşkuya da düşmemiştir. Bizim kısa değerlendirmemize birçok parametre eklenebilir ve sömürü suçlaması böylece etkisiz kılınabilirdi. Soru basit, madem yok sayma dışında da imkanlar var neden yoksayma akademilerin genel tutumu oldu. Burada ama şöyle fikirler öne sürenler de vardı diye itiraz edilebilir. Ancak biz bu itiraza itibar edemeyiz. 21. yy başında örneğin Türkiye’de iktisat fakültesinde ne öğretiliyor sorusunun cevabına bakmak durumundayız. Akademiler bilimi mutlak olarak yansıtmak zorunda değildir. Çünkü onlar öğretmenin yanı sıra araştırırlar da. Yani bellettiklerini tam saymamak akademinin tanımı gereğidir. Aksi durumda tekke olurlardı. Kendini tam saymamak araştırma kapısını hep açık tutmanın yanı sıra farklı fikirleri açık görüşlülükle kapsamayı da gerektirir. Mevcut iktisat akademileri öyle temel nitelikte olmayan yaklaşım tarzı farklarını bile kapsayabilirken, nasıl oluyor da emek değer bağıntısı gibi temel nitelikteki bir yaklaşımı bir olasılık olarak bile kapsayamıyor? Üstelik bu tutum atomlar arasındaki ilişkileri kabul etmeyen bir kimya bilimi türünden bir aşırılıktır ve bir skandal sayılır. Bu koşullarda bile bir kimya bilimi elbette olabilir. Ama bu bilimin zavallılığına da kimse itiraz edemez. Marx tüm bilimsel titizliğine karşın kendi keşif yada saptamalarının gençlik yıllarında edindiği özel mülkiyet karşıtlığı ile bağdaşmadığını fark edememiştir. Marx’ın bile basiretini bağlayan etkenin marksistleri bağlamış olmasını da biraz doğal bulabiliriz. Mirasın hakkının verilememesi elbette sonsuzca süremezdi. Karanlıkta geçen günlerin ise herkesi bağlamış olduğunu görmeliyiz. Mülkiyeti tehdit eden siyasal çıktı emek değer bağıntısından güç aldıkça, bilimsel ilgi bu netameli alanın dışına doğru zorlanmıştır. Akademilerin bir zavallılık ile malül olması bu yüzden sadece sınıfsal taraflılık ile açıklanamaz. Bu yönelimde sınıfsal kutuplaşmanın diğer öğesi proletarya adına egemen olan yaklaşımın da önemli bir payı vardır. Engels burjuva bakış açısı için sınıfsal bir körlük olasılığını ortaya koyuyor. Böylece sosyal bilimlerde ve elbette iktisatta bilimsel yaklaşım için önemli bir analiz kuralını ilan ediyordu. Ama hemen aynı metindeki siyasal savunularında yer alan ve ömür boyu mücadelesini verdiği özel mülkiyet karşıtı, kolektifleştirmeci önerisiyle bu olasılığı, yani sınıfsal körlüğü kaçınılmaz hale getirecek bir etkiye de imza atmaktaydı. Aslında sınıfsal kutuplaşmanın eksenlerinden birine yaslanan kendi tutumu da özünde bir tür körlükten başka birşey değildi. Bu fikrin yani özel mülkiyet karşıtlığının yanlışlığını ortaya koymak, para düşmanı, devlet düşmanı, zenginlik düşmanı, makine düşmanı fikirlere nazaran daha derinlikli bir görüş açısını gerektiriyordu. Engels’in kendisini ve Marx dahil tüm ardıllarını belirli bir körlüğe mahkum eden bu önerinin öyle yaygın başvuru kaynağı olmayan gençlik metinlerinde geçen bir öneri olmaktan ibaret sayılamayacağını herkes teslim edecektir. Enternasyonal örgütlenmelerinin ve ekim devriminin insanlığın bir yüzyılını nasıl derinden etkilediğini hatırlamak yeterlidir. Gerçi özel mülkiyet karşıtlığı marksizme özgü bir tutum olarak görülemez. Marx ve Engels zaten böyle bir atmosferin içerisine doğmuş durumdaydılar. Solda sempati yaratan bir darbenin ardından, 27 mayısçılık birçok kimsenin vazgeçemediği bir karakter özelliği olmuştur. Ömrünü bu kimlikle kapatanlar az değildir. Basit bir siyasal gelişmenin bireyler yada topluluklar üzerine adeta kalıcı dövmeler gibi yapışıvermesi bir olgu iken, evrensel çaptaki ilkelerin kuşaklar boyu devamlılık arzetmesine şaşmamak gerekir. Özel mülkiyet düşmanlığının sınıf mücadelesinin bir ürünü olduğu dolayısıyla Marx ve Engels’in bu nesnel etkiyi doğallıkla taşıdıkları düşünülebilir. Yanlış da olmaz böyle düşünmek. Biz yine de tarihin akışı içerisinde özel mülkiyet karşıtı tutumun da onların adına kayda geçmesine bakarak, etkideki aslan payını Engels’e tanımak eğiliminde olacağız. Aslında daha ilginç bir iddiada da bulunabiliriz! Antagonist çatışkının iki unsurunun etki alanında kalanlar bu çatışkıyı aşacak düşünceler üretme yeteneklerinin de önünü kapatmış olurlar. Kutuplaşmanın çekim alanı içerisinde iken mutlak ve büyük bir iktidar imkanı edinseniz bile elinizden hiçbirşey gelmez. Rüya aleminde düşmanınızı yumruklarınızla yere sermiş olabilirsiniz. Rüyadan uyanmadığınız sürece sizden mutlusu olmaz. Yani Engels olmasaydı başkası aynı etkiyi yapardı tezi, bugünümüzün böyle olmasının kaçınılmaz olduğunu söylemiş olur. Bu ise bizim elektron proton yada güneş dünya örnekleriyle anlatmak istediğimizi teyit eder. Gerçekte her özne bir şekilde nesnedir. Ama her özne her durumda bir nesnelliğin öznesidir. Hiç kimse için örneğin illa ki kapitalizmin nesnesi olmak zorunda olduğu söylenemez. Kapitalizm karşısında özne olmayı başarmakla da kimse bir şekilde nesne olmaktan, tarihin nesnesi olmaktan kurtulamaz. Hasılı insan alabildiğine özgürdür, ancak kaçacak yeri de yoktur.
Şimdi akademilerin tutsak kalışlarına yakından bakmak üzere iktisat eğitiminin başlangıç konularına bakalım. Biraz aşırı gibi görünen iddiamıza dayanaklar arayalım.

Akademilerdeki çarpılmanın sınıf çatışmasının bir dolayımı olduğunu iddia etmekte sakınca yoktur. her şeyin dar burjuva çıkarı ile ilgili olmadığı ise kesindir. Engels birçok sosyalist ile paylaştığı siyasal önermesiyle, iktisatçıların sınıfsal körlüklerine ilişkin saptamasının kaynaklandığı nesnelliği güçlendiriyordu. Etki ettiği nesnelliğin analizinde saptadıklarında kendi etkilerini biz bugün artık saptamalıyız. Polarizasyonun olası çıktılarını gözlemleyen gözlemci nesnelliğe polarize edici etkilerde bulunuyorsa, saptamalarında büyük isabetler kaydedecektir. Ancak hiç etki etmeseydi belki de sadece zayıf bir korelasyon bulunabilecekti. Biz bu durumu asırlık insanlık macerasının içinde saptayabiliriz. Bir piyasa aktörü olarak George Soros’un bu olguyu kişisel piyasa edimleri ile ilgili olarak çok güzel soyutlamakta olduğunu ise kabul etmeliyiz. Teorik fizikteki belirsizlik iddiasını bir yana koyarsak, gerçektende toplumsal alanda saptama ile saptama sahibinin etkinliği arasındaki etkileşimle ilgili olarak fizikte yada doğadakinden farklı türde bir belirsizlik yaklaşımına gereksinim olduğu gerçeği, marksizmin bugüne kadarki macerasıyla da tanıtlanmış olmaktadır.

Bu girişin ardından marksizmin etkileri de dahil olmak üzere emek değer ilişkilerini dışta tutan iktisadın zorlandığı mecraya göz atabiliriz. Tümünü sınıfsal çatışmanın kaçınılmaz etkisi olarak görmekte sakınca yoktur. Etkinin geleneksel söylenişiyle sadece burjuva iktisadını değil, marksist iktisadı da bilimin yolundan ayırdığı düşünülebilir.

Piyasa analizinde fiyatları açıklarken arz talep dengesi yada etkileşimi elbette çok önemlidir. Geçerli fiyatın bir denge durumuna işaret ettiği varsayımı ise gerçeğin tümü değildir. İktisadın arz talep denge grafikleriye bu derece haşır neşir olması biraz aşırı kaçmaktadır. Örneğin bir arz eğrisi neden artan bir eğridir. Bir ürün için 100 lira yerine 200 lira ödeniyorsa üreticiler 100 liralık fiyata göre 200 lirada daha çok üretmek isteyecektir. Doğrusuya bu varsayım gayet mantıklıdır. Aynı şey talep fiyat grafiği varsayımı için de geçerlidir. Fiyat daha az ise bu maldan daha fazla talep edilecektir. En azından her iki örnek için yeni fiyatlar göz önüne alınarak ihtiyaçlar ve üretim tercihleri gözden geçirilip yeniden düzenlenecektir. Şimdi bu grafikler yada eğriler gerçekliğin uyma olasılığı olan kalıplar mıdır, yoksa bizim mantığımızın matematiksel bir dildeki yazımımıdır? Düşüncelerimizi grafik yada matematik diliyle yazmaya herhangi bir itirazımız olamaz. Yeter ki bunlar fikrimize ve gerçekliğe dahil olmayan mecralara uzanıp kendi kendimizi kandırmaya dönüşmesinler.

KIT KAYNAK, SONSUZ İHTİYAÇ
Hemen herkesin malumu olan sınırsız ihtiyaçlar ve kıtlık formülasyonuna eleştirici bir gözle bakalım. İktisada konu olan her nesnenin bir ihtiyaca denk geldiğini biliyoruz. Bu açıdan ortaya konmuş olan marjinal fayda ve toplam fayda kavramları fikir yürütmek için anlamlı olanaklar sunarlar. Faydanın ne ile yada nasıl ölçüleceği son noktası konabilecek bir tartışma gibi görünmüyor. Sırasal yada sayısal yaklaşımlar düşünmemizi kolaylaştırmanın dışında iktisada bir temel sağlamaktan çok uzaktır. Örneğin fayda için util adında bir ölçü birimi ilan etmekle, doğa bilimlerinde gram, metre, santigrat, kalori, volt gibi ölçü birimleri ilan etmek arasında önemli bir fark vardır. Hepsi uydurma olmakla birlikte doğa bilimlerindekiler nesnel ölçütler olarak gündelik kullanıma girebilir, genel geçer hale gelebilirler. Util ise elma ile cep telefonunun faydalarını gerçekten karşılaştırma imkanı yoktur. Hem nitelikler farklıdır, hem de ihtiyacı karşılanan özneler farklıdır. Bu uyarıların ardından marjinal ve toplam fayda kavramlarına geri dönerek bazı çıkarsamalara artık yönelebiliriz. Diğer koşullar sabit varsayılarak fayda ve nesne niceliği arasındaki bağıntıya bakalım. Öncelikle diğer koşullardan olan zaman değişkenini sabit varsaymak durumunda olduğumuzu hatırlatalım.
Bir insan, bir gün ve 20 elma temel varsayımımız olsun. İlk elmanın tüketimi belirli bir fayda sağlayacaktır. Bu fayda 100 birim yada 100 util olsun. Bir birimlik tüketimin sağladığı bu fayda marjinal fayda olarak tanımlanır. Gün içinde ikinci elmanın sağlayacağı fayda ilkinden az, örneğin 80 olacaktır. Tüketimin belirli bir seviyesinde marjinal fayda sıfır olacak, devam eden tüketimde fayda negatif olacak, yani tüketim artık yararlı değil zararlı olacaktır. Bu mantık yürütmenin grafiği ters parabole benzeyecektir. Elbette sabit değişkenlerden zaman ilerletilirse her gün için varsayılan böyle ters parabollerin toplamından oluşan daha büyük bir ters parabol söz konusu olacaktır. Gün içinde marjinal faydanın sıfırlandığı tüketim miktarı tüketim ile fayda arasındaki dengeye işaret edecektir. Bu miktar örneğin 5 elma iken, bunun her bir biriminin sağladığı marjinal faydaların toplamı toplam fayda denge miktarına ulaşıldığında maksimum olacaktır. Eğer biz tüketimlerden elde edilen maksimum günlük faydalara işaret eden miktarlar ile zaman arasında bir grafik çizersek, zaman ile tüketim miktarı arasında doğrusal bir ilişki bulacağız. Yani 1 günde 5 elma, 5 günde 25 elma, 10 günde 50 elma faydanın en yüksek olduğu durumları anlatacaktır. Bu kurgunun ürünlerin büyük bölümü için geçerli olduğunu kabul edebiliriz. Her tüketimin belirli bir doyum noktası olduğu varsayımı yaşam alışkanlıklarımızla uyumludur. Ancak biz genel hükümlere varmak istediğimiz için istisnaları da kapsamak durumundayız. İstisna tüketimleri arttıkça marjinal faydaları azalmayan ürünlerin varlığıdır. Bu tür ürünler için eğlence sektörü örnek verilir. Uygunluğunu tartmaya gerek duymuyoruz. Bu istisna için toplam fayda eğrisi ters parabol şeklinde değildir. Fayda tüketimle birlikte artan bir eğri çizmek durumundadır. Eğrinin şekli ne olursa olsun negatif bir bölmesi olmayacağı açıktır. Bu eğri açısından negatif bölme olmasa da marjinal faydanın sıfırlanmadığı ama zamanın tükendiği noktada bir tepe vardır. Günlük eğlence tüketimi örneğin günün 12 saatinde sürebilir. Diğer yaşamsal tüketim ve fizyolojik gereksinimler bir sınır çizerler. Aslında bu türden tüketimler açısından da bir doyum noktası muhtemelen vardır. Tüketimlerin ana bölmesinin ters parabol şeklindeki ifadesi, istisna teşkil eden tüketimlerle birleştirildiğinde bütün ürünler için oluşturulacak toplam fayda eğrisi yine ters parabol şeklinde kalacaktır. İstisna ürünler sadece toplam faydayı olağandan daha yüksek bir seviyeye çıkaracak, bir de grafiğin yükselen bölümü inen bölümüne göre biraz daha dik hale gelecektir. Tüketim miktarı ve zaman grafiğinde ise değişen bir şey olmayacağını tahmin etmek zor değildir. Şimdi tüm bunlar bize ne anlatmaktadır? Belki şaşırtıcı gelebilir ancak bunlar bize ihtiyaçların sınırlı olduğunu söylemektedir. Belirli bir insan için belirli bir zaman diliminde belirli bir ürün için ihtiyacın yada bu üründen elde edilebilecek faydanın bir limiti vardır. Belirli sayıdaki insan için de bir insan için geçerli olan limitin katlarından oluşan bir limit, yine daha fazla zaman için o belirli limitle zaman değişkeninin çarpımından oluşan bir limit vardır. Ve belirli bir anda insanların tüketimi için belirli sayı ile ifade edilebilecek çeşitte ürün vardır. Tarihsel akış içinde bu çeşitler artabilir, bazı ürünler gereksizleşir, yeni ürün çeşitleri ortaya çıkar. Peki ama eğer ihtiyaçlar sınırsız değilse, bildik iktisadın kıt kaynaklar ile sınırsız ihtiyaçların uzlaştırılması kavrayışı böylece geçersizleşmiş olmayacak mı? Biz yine de iktisadı kurtarmak için kaçamak bir yola başvuralım! Aslında sabit saydığımız zaman ve nüfus değişkenleri göz önünde bulundurulduğunda toplam ihtiyaçlar doğrusal olarak artmak zorundadır diyebiliriz. Grafik sonsuza uzayan bir eğri çizecektir. Çağlar ilerledikçe her insan için birim zaman içindeki tüketimlerin ve dolayısıyla ihtiyaçların değiştiğini ayrıntılı bir analize gerek duymadan kabul etmek zor olmayacaktır. O halde ihtiyaçların, toplam faydanın ve toplam tüketimin zaman içinde artan bir hızla arttığını da söyleyebiliriz. Yani orjinden kalkıp sonsuza uzanan pozitif bir parobol eğrisi gerçeğe en yakın durumu anlatmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ihtiyaçların somut olarak sınırlı, teorik olarak ise sınırsız olduğunu söylememizde sakınca yoktur.

Şimdi kaynakların kıt, yada üretimin sınırlı olduğu şeklindeki temel yaklaşıma eğilelim. Bir insanın, yada belirli bir insan topluluğunun, belirli bir sürede doğadan elde edebileceği, yada üretebileceği kaynak yada ürün miktarı gerçektende sınırlı olsa gerektir. Eğrilere başvurmamıza gerek yoktur. Bireysel yaşam deneyimi yeterlidir. Kaynaklar gerçekten de kıttır. Bir limit burada da vardır. Ancak zaman değişkeni ve insan niceliği artırıldıkça kaynak miktarının doğrusal olarak artırılabileceği de gayet açıktır. Dahası çağlar boyunca insan edindiği bilgi ve yetenekleri ile birim zamanda kişi başına daha yüksek miktarda üretim yapabilmektedir. Basit bir tulumba ile bir insan günde bir ton su çekebilirken, devreye soktuğu bir motor ile artık 100 ton su çekebilir. O halde kaynak grafiği de zaman içinde ve daha yüksek insan niceliği ile tıpkı tüketimde olduğu gibi artan bir parabol ile ifade edilebilecek bir grafik çizecektir. Demek ki hem kaynaklar, hem de ihtiyaçlar her somut durumda belirli ve sınırlı, teorik olarak ise sınırsızdır. Başka şekilde söylersek somut bir durumda hem kaynaklar hem de ihtiyaçlar sınırlıdır, potansiyel olarak ise her ikisi de sınırsızdır. Bu gerçeği bulmamız gördüğünüz gibi hiç de zor olmadı. İktisat öğrencilerine bir ayet gibi ezberletilen kıt kaynak ve sınırsız ihtiyaç amentüsünün bir zavallılık olduğu mevcut iktisat eğitiminin ilk bir kaç ünitesindeki fikirlerle ortaya çıkarılabilmektedir. İktisat biliminin böylece tanımsız kalacağını söylemek için ise henüz erkendir.

ARZ VE TALEP DENGESİ
İkinci bir başlık olarak arz ve talep yaklaşımını ve grafiklerine bir göz atalım. Arz ve talep grafikleri diğer parametreler sabit sayıldığında fiyat ile miktar arasındaki ilişkiyi incelemektedir. Talep eğrisi her fiyat seviyesinde talep miktarının değişeceği varsayımına dayanır. Fiyat arttıkça talep azalır. Azaldıkça talep artar. Talep edenin kaynaklarının yani parasının kıt olduğu varsayımı burada devrededir. Ancak gündelik yaşam deneyimi ile uyumlu olan bu iddiayı geçersiz saymak için herhangi bir neden yoktur. Biz biraz önce tekil ürün için yada genel olarak tüm üretim için ihtiyaçların sınırlı olduğunu bulmuştuk. Marjinal fayda belirli bir noktada sıfırlanıyor ve talep burada duruyordu. Bu açıdan bakıldığında talep eğrisinin miktar eksenini fiyatın sıfıra geldiği bir noktada keseceğini söylemekte sakınca olmayacaktır. Fiyat yükselirken miktarın sıfıra doğru yaklaştığını varsaymıştık. Peki ihtiyaçlar sıfıra inebilir mi? Bu olasılığın yaşam ile bağdaşmadığını biliyoruz. O halde talep miktarı belirli bir alt limitten sonra ötesine geçilemeyen bir sınıra sahip olacaktır. Fiyatın bu sınıra yaklaştıkça sonsuza giden bir asimtod çizeceğini mi düşünmeliyiz. Açıkçası bu olasıdır. Örneğin bir fiyat enflasyonu bize böyle bir grafik verebilir. Ancak biz diğer değişkenleri sabit saydığımız için bu böyle olmamalıdır. Yani talep sahiplerinin alım güçleri ile sınırlı olan bir fiyat limiti olmalıdır. O halde talebin alt sınırına ulaşıldığında fiatın da üst sınırına ulaşılmalıdır. Aslında benzer şekilde fiyat düştükçe talep her ne kadar üst limitine doğru ilerleyecek olsada, üretim bu talebe uymayacaktır. Bu yüzden fiyatın bir de alt limiti olacaktır. Tüm bu mantık yürütmelerden sonra elimizde orjine göre pozitif bölmede yer alan bir kutu içinde hapsolmuş bir eğri kalacaktır. Arz eğrisi için de bu kutu içerisinde yer alan bir biçim kurgulanabilir.

Şimdi tüm bu mantık yürütmeye bir başka açıdan bakalım. Tüketim ve üretim imkanları ile bağlı kalmayı bir yana bırakıp, fiyat dalgalanmalarını varsayımlarımıza dahil ettiğimizde her talep edicinin zihninde çeşitli fiyat düzeyleri açısından olağan fiyat, düşük fiyat, yüksek fiyat gibi algılar olacağını tahmin etmemiz zor olmayacaktır. Teknik olarak ise ortalama fiyat, ortalamadan yüzde elli yukarısı ve yüzde elli aşağısı gibi keyfi kriterler oluşabileceğini kabul edebiliriz. Şimdi varmak istediğimiz yeri daha açık göstereceği için bir ürün için, altın için mantık yürütelim. Bunun talep eğrisinin olağan talep eğrisine benzeyeceği açıktır. Fiyat düştükçe talep artacak, yükseldikçe azalacaktır. Fiyatın belirli bir düşük seviyesinde talep faydanın tepe noktasına ulaştığında daha fazla artmıyordu. Ancak talep sahiplerinin en azından fiyat dalgalanmalarının etkisiyle artık ortalama fiyat, gerçek değer vb gibi algılara sahip olduğu koşullardayız. Gerçek değer algısının aşağısına doğru ilerleyen fiyatların her kademesinde talebin katlanarak artacağını düşünmekte artık çok haklı olacağız. Üstelik fiyat sıfıra doğru yaklaştığında talebin sonsuza uzayan bir asimtod çizeceğini artık biliyoruz. Çünkü kimse almayacak olsa bu bedava altınları biz taşıma maliyetlerini karşılayabildiğimiz miktarda alacağız. Bu mantık açısından fiyat yükseldiğinde gerçek değer algısının oluştuğu fiyat düzeyinin üzerine çıkıldıkça talep hızla düşecek, belki de zorunlu ihtiyaçlar seviyesine yakın bir yerde fiyat artışı duracaktır. Madalyonun bir de diğer yüzü vardır. Fiyat düşüşü gerçek değerin düşüşü ise yada böyle algılanıyor ise fiyat düşerken talep öyle sonsuza giden bir artış göstermeyecek, hatta ihtiyaçlara denk gelen maksimum talebe daha düşük bir fiyat seviyesinde ulaşılacak ve talep orada duracaktır. Gerçek değerin yada algısının yükseliyor olması durumunda ise bu sefer fiyat yükselişi talep artışı ile yada talebin eskisi kadar azalmayışı ile karşılanacaktır. Zorunlu ihtiyaçlara denk gelen minimum talebe artık daha yüksek bir fiyat seviyesinde ulaşılacaktır. Spekülatif talebi işin içine kattığımızda görüldüğü üzere eğriler bambaşka hale geldiler. Biz piyasadaki talebe ihtiyaçlar için mi, spekülasyon için mi diye bakamayacağımız için, bunları ayrıştırmak o kadar da kolay olmadığı için. Fiyat talep eğrisinin bahsi geçen kutu içinde kalamayacağını kabul etmeliyiz. Böyle yapmakla ne yapmış olacağımızı ise düşünmek durumundayız. Matematiksel olarak ilk örnekteki talep eğrisinin y=10-x gibi doğrusal, ikincisinin y=10/x gibi geometrik olacağını söyleyebiliriz. Bu karmaşayı ortadan kaldırmak için fiyat ve değer ayrıştırmasına ihtiyaç vardır. Eğer fiyat değer ayrıştırması yapmıyorsak, bunların denk olduğunu kabul etmişiz demektir. Böyle bir durumda talep eğrisinin pozitif bölgedeki kutu içerisinde kalacağını söylemekte haklı oluruz. Ama bu durumda arz eğrisi için yürüttüğümüz mantık problemli hale gelir. Çünkü fiyat yükseldikçe arzın artacağı fikri, üreticinin eldeki stokları daha yüksek fiyat teklifi durumunda daha çok piyasaya sunacağı varsayımına dayanıyordu. Fiyat miktar grafiği bu fikir gereğince yükselen bir eğri oluyordu. Halbuki fiyat değer koşutluğu koşullarında başka bir şey olur. Üretici fiyatların yükselişine bakarken, üretim maliyetlerinin artışını görmezden gelemez ve beklenenin tersine arzını kısmayı tercih eder. Arzını artırması yani stoklarını satışa sürmesi artık onları ucuza elden çıkarmak anlamına gelir. Halbuki beklemesi eldeki düşük maliyetli stokları daha sonra daha iyi bir fiyatla satabilmesi demektir. Daha ötesi değerin yükselmesi talebin alternatif ürünlere kayması sonucunu vereceği için ihtiyatsızlık edip üretimi artırmanın da gereği yoktur. Fazla arz sonrasında ürünleri değerinin altında, hatta zararına elden çıkarma riski demektir. Bu mantık yürütme çerçevesinde arz eğrisinin aşağı eğimli mi, yukarı eğimli mi olacağı artık belirsiz hale gelir. Bu durumda arz talep eğrilerinin kesiştiği noktaya gelen denge fiyatı ve miktarı artık bir hayal olur. George Soros arz talep denge modellerine meftun iktisadın bugünkü politik taşıyıcısı neoliberalizmi piyasa tutuculuğu ile suçlarken, aslında iktisadın bu klasik görüş açısının yaşamla bağdaşmayan yönlerini ayrımsamaktadır. Soros devamla topluma bilimin otoritesiyle yaklaşan görüş açılarını zararlı bulmaktadır. Liberalizmin piyasa dengesi yaklaşımının, marksizmin merkezi kontrol yaklaşımının kendisini bilim adına dayattığını ve bunların zararlı olduğunu ilan etmektedir. Biz ise bu yaklaşımlarda bilimin yolundan çıkılmış olduğunu düşünüyoruz. Bilim özünde özgürlükçüdür. Bana inanın demez, gidin siz de bakın, aynısını bulursunuz der. İlk ters kanıt dirençle karşılanmaz ve bilim bir adım daha atmış olur. Konunuza dönersek, fiyat yükselişinin arz miktarı azalışı ile karşılanabileceği gerçeği, arz talep eğrilerinin kesiştiği noktada ki denge miktarı ve fiyatından bizi mahrum bırakır. Eksende fiyat değil değer olduğunda artan eğimli arz ve azalan eğimli talep eğrisi yerine karşımızda, her ikisi de azalan eğimli arz, talep eğrisi durmaktadır. Her arzın kendi talebini yada her talebin kendi arzını yaratacağını söyleyen ve Marx’ın dalga geçtiği Say kanunu için gün doğmuş gibi olur. Marx akademi dışı olduğu için Say kanunun geçersizliğinin Keynes tarafından büyük bunalım musibeti sonrasında saptandığı genel kabul görmektedir. Ancak ne olursa olsun başkalarıyla birlikte Marx ve Keynes bir kere, Say kanununu aforoz etmiştir ve üstelik böyle yapmakta haklıdırlar da! Halbuki arz ve talep eğrilerinin üst üste çakıştığı yada paralel seyrettiği yeni birleşik azalan eğrimiz arz ne ise talep odur demektedir. Say haklı olmadığına göre bizi bu bunalımdan kim kurtaracak?

FİYATLARIN ARDINDA FİYATLAR
Şimdi daha sonra dönmek üzere bu bunaltıcı fikirleri bir yana bırakıp her şeyin öğretildiği gibi olduğunu varsayarak kendimize başka bir bunalım arayalım.
Belirli bir ürün için arz talep eğrilerinin kesişim noktasındaki fiyat ve denge miktarı mekanizmasının işlediği koşullarda üretime bakalım. Ürün çeşitli üretim faktörlerinin bir sonucu idi. Emek bir üretim faktörü olarak piyasada yer alıyor ve onun fiyatı da arz talep dengesi ile belirleniyordu. Üretim faktörleri arasında yer alan Sermaye malları içinde aynı şeyler sözkonusudur. Burada iktisat eğitiminde yer alan sermaye kavramı, Marx’ın üretim araçları kavramına denk düşmektedir. Marx ise kendi analizi açısından sermayeyi üretim için gerekli değer kitlesi olarak görmektedir. Marx açısından iktisat eğitiminde yer alan üretim faktörlerinin tümü sermaye tanımının içerisinde yer alır. Toprak, emek ve sermaye şeklindeki ayrıştırma tümden yersiz değildir, ancak gerçekliğin anlaşılması açısından Marx’ın yaptığı tanımlama da gereklidir. Her bir üretim faktörünün faktör piyasalarında oluşan bir fiyatı, bu faktör mallarının üretimi için de başka faktörler gereklidir. Tümü için arz talep yaklaşımı ile fiyatlar oluşacaktır. Dolayısı ile her ürün kendi ardında işleyen sayısız arz talep dengesini barındıracaktır. Her firma ürettiği ürünün oluşmuş olan fiyatı ile bunu üretmek için gerekli olan girdilerin fiyatlarından oluşan maliyeti arasındaki farkı elde etmek için faaliyet gösterir. Maliyet ile piyasa fiyatı arasındaki fark sıfır olduğunda firma etkinlik amacını kaybeder. Maliyet fiyatı aştığında ise firma faaliyetini durdurmak zorunda kalır. Özetle en kötü koşullarda ürün fiyatı, üretim maliyeti ile ölçülen bir dayanağa sahiptir. Bu maliyetleri oluşturan faktör fiyatları içinde benzer bir dayanak vardır. Bu maliyetlerde en nihayetinde ideal koşullarda arz talep dengesi ile belirlenen fiyatlardan ibarettir. Bu bize fiyatların fiyatları belirlediğini söylemektedir. Kendisini kendisi ile açıklayan, kendisinin kanıtının kendisi olduğunu söyleyen özünde hiçbir şey söylememiş olur. Bu türden mantık yürütmelere totoloji denmektedir. Biz ise bu işlere hiçbir yere varamayalım diye girişmiş değiliz. Birkaç itiraz olasılığı için biraz daha ayrıntıya girmeliyiz.

Maliyet öğesi ile fiyat arasında yer alan kar bölmesi arz talep dengesi ile sağlanmış gibidir. Bunu sıfırladığımızda ürün fiyatının içinde aramallar ve işçilik fiyatları yer alır. Burada vazgeçilemeyecek olan işçiliktir. Yaşama imkanı bulamayan işçi üretimde de fonksiyon göremez. Ara malların ise yine ara mallardan ve işçilikten ve kardan oluşan bir fiyatı vardır. Karlardan vazgeçilebildiği durumda yine geriye işçilik ve diğer girdi fiyatları kalır. Bu işlemi sonsuza evrilttiğimizde geriye sadece işçilik maliyetleri kalır. Burada ürün fiyatı için alt sınır yada dayanak işçilik fiyatı olur. Bu dayanağın o kadar da sağlam olmadığı, işçilik fiyatlarının, işçinin kullandığı tüketim malları fiyatlarına denk olduğu gerçeği hatırlandığında anlaşılacaktır. Bu fiyatlar ise çoktan işçilik maliyetine indirgenmiştir. Sonuçta öyle bir yere varabiliriz ki, arz talep dengesi ile maliyete eklenen kar olmadığında fiyatın hiçbir dayanağı kalmaz. Fiyatların fiyatlara dayandığı gibi bir totolojiyi mi, yoksa fiyatların kar talebine bağlı olduğu fikrine mi razısınız?

Arz talep eğrileri, bunların kesiştiği noktalar ile fiyatın açıklanması modeli bizi birkaç noktadan bunalıma soktu. Bilim ise bizi ferahlığa eriştirmek için vardır. O halde biz doğru bilgiye erişme yolunda ümidimizi kesmeyip, doğru bilgiye ulaşacağımıza ilişkin inancımızı koruyalım. Tanrı inananların yardımcısıdır ve onlara her zaman doğru yolu gösterir! O halde düşünmeye devam edelim.

GERÇEKTE NELER OLUYOR?

Şu an için biz fiyatların arz talep dengesi ile belirlendiğine ilişkin varsayımımızı kaybetmiş bulunuyoruz. Arz ve talep eğrileri bir ve aynı eğriler olduğunda, yani sonsuz noktadan birbirine dokunduğunda bir denge rakamına değil, sonsuz sayıda fiyat olasılığına ulaşırız. İçinde bulunduğumuz güçlüğü anlamak için talep yada arz eğrileri ile ilgili varsayımlarımızı daha geniş olarak tekrar ele alalım.

Bir ürün için fiyat azaldığında talebin artmasının olası gerekçeleri nelerdir. Öncelikle eldeki bütçeleri ile bu mal için toplam faydalarını henüz maksimize edememiş tüketicilerin alıcılar arasına dahil olacağını hatırlayalım. Alternatif ürünler içinde daha pahalı olan diğeri yerine ucuzlamış olanın tercih edilmesi de talebi artıracaktır. Benzin yerine mazot kullanmak gibi. Yaşamsal bir ihtiyaca denk gelmeyen ürünler ucuzladıkça daha fazla sayıdaki tüketicinin talebine maruz kalacaktır. Bu fayda maksimizasyonu ile benzeşmektedir. Bir mal ucuzladıkça daha önce kullanılmadığı alanlarda kullanılacaktır. Elbette tüm bunlar genel talebin artışı sonucunu vermeyebilir. Çelik tencere daha önce kullanılanı iptal eder, Laminat parke, daha önceki döşeme tercihlerin azaltır yada tedavülden kaldırır. Yada belirli bir fiyat seviyesinde artık toplam fayda herkes için optimumdur. Fiyat düşüşü bu yüzden talep artışı sonucunu vermeyebilir. Bir de daha önemlisi her ürün için toplam faydanın maksimum olduğu nokta değil, toplam faydanın maksimum olduğu bir mal bileşimi talebe bir üst sınır çizebilir. Bu yüzden her ürünün toplam faydasının maksimum olduğu noktalarından oluşan seviyenin aşağısındaki bir seviye toplam piyasa faydasının tepe noktasını sağlıyor olabilir. Yani toplam faydayı 300 util de maksimize eden elma yerine, her biri marjinal faydaları açısından en verimli oldukları miktarlarda kullanılmak suretiyle, bir meyve salatası 500 util fayda sağlayabilir. Özetlersek, azalan eğimli talep eğrisi farklı mal bileşimi tercihlerinin bir sonucu gibi görünmektedir. Bu tercihler olmadığında fiyat düşüşü ile talebin ilaki artması gerekmeyecektir. Bu ise hanehalkı açısından bile marketlerde fiyatların büyük bir dikkatle izleniyor olması gerçeği ile uyumsuz bir durumdur. Gerçekte her ne ürün olursa olsun fiyat düştükçe talep artacaktır. Hane halkları dahil olmak üzere her aktör aynı zamanda spekülatif talebin de sahibidir. Fiyatı düşen bir ürün stok artırmak, yani gelecek tüketim için satın alınacaktır.

Çelişik vargılar ancak değer kavramıyla aydınlığa kavuşabilir. Gerçekte ürün tercihlerini değişmez varsaydığımızda fiyat değişimiyle talep yada arz değişmeyecektir. Talep ile fiyat arasında olası tek gerçek ilişki fiyatın değerin altına inmesi halinde spekülatif talebin artacağı, tersi durumda azalacağı şeklindedir. Aslında tercihlerin devrede olduğu bir durumda bile fiyatın değer çevresindeki dalgalanması esas olarak tercihleri değil, stok davranışlarını belirleyebilecektir. Tercihler ise esas olarak değer değişimleri ile belirlenecektir. Örneğin birbirini ikame eden iki üründen birinin fiyatı değerinin altına düştüğünde spekülatif talep artacak, stoklar düşük fiyatlardan sağlamlaştırılacak, fiyat değerin üzerinde seyrettiğinde olağan talep azalacak, tüketimler stoklardan sağlanacaktır. Sonuçta belirli bir dönem içinde dalgalanmaların etkileri birbirini götürecektir. Ancak eğer bir değer değişimi varsa, tercihler kalıcı olarak değişecektir. Değer değişimi kalıcı niteliği ile köklü tercihlere yol açacaktır. Bir başka türlü düşünmenin mümkün olduğunu sergilemeye devam etmektense bir çağrıda bulunmanın zamanı geldi.

Akademiler bütün kuşku ve kaygıları bir kenara bırakıp köklü bir tercih yapmak için zaman kaybetmemelidir. Baki kalan gerçekler olacaktır ve bilim günün koşulları karşısında değil, ancak gerçekler karşısında boyun eğebilir.

Dr. Suat Kamil Aksoy

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version