Sigmund Freud: Kavga etmek yerine küfür etmeyi seçen ilk insan uygarlığın kurucusuydu

Sigmund Freud“Acı bizi üç yönden kuşatır:
Kaderi çöküş ve yok oluş olan, uyarı işaretleri olarak ağrı ve kaygıdan da yoksun kalmayan kendi vücudumuz; karşı durulmaz, acımasız, yıkıcı güçlerle bizi mahveden dış dünya ve son olarak da diğer insanlarla ilişkilerimiz.
Bu son kaynaktan gelen acıyı belki de diğerlerinden daha can yakıcı buluruz. Başka yerlerden kaynaklanan acılar kadar kaçınılmaz olsa da, bu acıyı gereksiz bir fazlalık olarak görme eğilimdeyizdir.”

Kültür: İnsanın Kendi İçine Sürgünü ve Kucak Açan Yer

Sigmund Freud 73 yaşının yazını ailesinin bulunduğu evin, Schneewinkl’in “düşsel dinginliğinde geçirir. Ama aslında biraz olsun sıkılmıyor mudur? “Tüm gün boyunca tütün içip iskambil oynamak olanaksız. Artık uzun yürüyüşler yapamıyorum, insanların okuduğu çoğu şey de artık ilgimi çekmiyor,” diye yazar Lou Andreas Salomeye. Dolayısıyla Freud kendini hoşça zaman geçirtecek, sallantıdaki sağlık durumuna ve o yaşlı adam yürüyüşüne uyan bir uğraş edinir: “Yazıyorum ve zaman pek güzelce akıp gidiyor.”

İşte bu itirafın üstüne Freud kadın arkadaşına, kaleme aldığı Uygarlığın Huzursuzluğu metninden söz eder. Öte yandan, bu tatil çalışmasını, giriştiği tutkulu söylemle çelişen bir şekilde alçakgönüllüce ve kendisiyle alay ederek betimler: “Bu kitap uygarlığı, suçluluk, mutluluk duygusunu ve buna benzer şeyleri ete alıyor ve elbette haklı olarak bana boş bir şeymiş gibi geliyor…” Onun kapsamlı bir düşünce sergilediğine inanmaz ve şöyle der: “Bu işle uğraştığım sırada en sıradan gerçekleri keşfettim”.

Bu açıklamalarda mizahın ötesinde, bilinçlilik olarak adlandırılan bilgi ışığını getirmek adına, her şeyden önce çağlan ve gelenekleri sarıp sarmalamaya ve İnsanoğlu’nun içindeki yıkıcı ölüm dürtüsünü gizlemeye yönelik tatlı yalanla» sırt çevirememekten ileri gelen bir düş kırıklığının izini görmek gerekmez mi?
Freud 1929 yazında Uygarlığın Huzursuzluğu’nu yazarken, insanlığa bakınca yıkıcı ve özyıkıcı güçleri, düş kırıklığını, ölüm dürtüsünü ve Thanatosu hesaba katmayıp ondan sadece güzeli, iyiyi, libidonun ya da Eros’un canlı güçlerini almakla yetinmez. Lou Andreas-Salome’ye iletisinde şunu rahatlıkla ifade eder: “Tüm kalbimle inanıyorum ki sevgili benzerlerim, birkaç istisna dışında, ayak takımından başka bir şey değil”.
Daha sonraları başka bir ironi ortaya çıkacaktır. Yazgıyla ilişkili ve bizi edilgin konumlarımızla yüzleşmeye iten bu ironide umutsuzluğun izi daha da belirgindir: Freud kısa bir zaman sonra Berchtesgaden her şeyiyle bambaşka bir konuğa ev sahipliği yapacaktır… Bu yer bugün bile hâlâ ortak bellekte uğursuz yankılar uyandırır ve bunların o yazı orada geçiren Freud’la uzaktan yakından ilgisi yoktur, asıl ondurucu bir insanlık yanılsaması içinde kalabilmek adına, kendisini izleyen kalabalıkların rehberliği ve körleştirilmesi üstüne savlarını tüyler ürpertici biçimde üne kavuşturmuş kişiyle ilgilidir bunlar İnsan yıkıcılığının ve ölüm dürtüsünün uç figürü Hitler de sığınmak, düşünmek, sevmek için bu sakin yeri seçeri Fatih ve ürkütücü kara kartal, insanlığa karşı İşlenen suçların bu yaratıcısı, tıpkı ana kamını ve ailesel özseverliğin sağladığı sığınağı arayan herhangi bir küçük çocuk gibi yuvasını oraya kurar.

Bu iki insanın imgelerinin birbirine yaklaştırılmam kendi içinde ruhsallıkla nedenselliğin sınırındaki, huzursuzluk olarak adlandırılan, iç sıkıntısı, baş dönmesi ve bulanü arası durumu açığa çıkarır.
Uygarlığın Huzursuzluğu’nun son satırlarını okurken, günceliğiyle ve yazarının öngörüsüyle bizi etkileyen bir saptamanın temel özelliğine takılıp kalırız: “İnsanlar doğa güçleri üzerindeki hâkimiyetlerini o denli artırmış durumdalar ki, bunların yardımıyla birbirlerini son insana varana dek ortadan, kaldırmaları işten değildir. Bunu kendileri de bildiklerinden, günümüzdeki huzursuzluklarının, mutsuzluklarının ve kaygılı hallerinin esaslı bir bölümü buradan kaynaklanıyor”. Bundan sonra, Freud biraz da şaşkınlık sergileyerek geleceği öngörür: “Artık diğer ‘semavi güç’ün, ebedi Erosun, kendisi gibi ölümsüz olan rakibiyle giriştiği kavgada kendi üstünlüğünü göstereceğini umabiliriz. Ama zaferi ve sonucu kim önceden kestirebilir ki?” Freud bu satırları yazarak her şeye karşın hâlâ sıklıkla karanlıkta bıraktığımız bir noktayı aydınlatır: Eros hiç de dingin ya da barışçı bir güç değildir; canlı, yani savaşkan bir güçtür, -her zaman başarılı olamadığından yıkıcı itkiyi yenmek adına yer değiştirir, hiçliğe ve devinimsizliğe yönelir.

Dolayısıyla psikanaliz uyanlar ve önsezilerle doludur… ama kesinkes önleyici değildir. Geçmişten geleceği öngörebilir ama insan toplumunun tarihini belirleyen öğeleri ne tersine çevirebilir, ne de onlar üstünde doğrudan etkili olabilir. “… kim önceden kestirebilir ki?”. Bizleri kendimize ve karanlık cinayet isteklerimize, usdışı tutkularımıza, çaresizlik içinde dinsel ve ideolojik inançlara sapan aldatıcı ilksel sıkıntımıza ilişkin aydınlattığı ölçüde uygarlığın bir parçasıdır.
Psikanaliz ruhsal işleyiş ve aktarım kuramı olarak sözsel ve kültürel varlığımızın insansal yapısı konusunda bizi uyarır. Peki ama kendi tarihinin öznesi olmakla kalmayıp içinde yer aldığı toplumun da öznesi olan psikanaliz insan için ne ister, ne yapabilir? İnsanlığın ve uygarlıkların ortak ve evrimsel geleceği üstünde etkisi nedir?

Bir an için yalnızca biçim açısından matematiksel olan küçük bir oyun oynayalım. İnsanlar arasında “uyarılmış” bir kişinin iki kişi yerine konduğu bilinir. Burada “uyarılmış kişi” sözcüklerinden anlamamız gereken. Aydınlanma Çağı’ndaki ideal insanın olabileceği ve günümüzde de kendisinin bilincinde olup ekinli olan, Altbenlik kökenli dürtüsel güçleri yüceltebilen, aydınlanmış kişidir. Başka bir deyişle isteklerle yasaklar arasında bir orta yol bulabilen “iyi çözümlenmiş” ya da sadece normal olarak nevrozlu bir öznedir – ne düşünce akışını, ne sevme ve çalışma yetilerini, ne merakını, ne de yaratıcılığını yitirir. Kuşkusuz bu kişinin, belli bir bilgeliğe ve değeri insanı zenginleştirmekle kalmayıp içinde yaşadığı topluluğa da sıçrayan içsel esnekliğe ulaşabildiği ölçüde “iki kişi yerine” geçebileceği söylenebilir.
Ama bu öznel artıkdeğerin yazgısı ne olacaktır? Genel anlamda toplum kitlesiyle yüz yüze geldiğinde neye dönüşecektir?

Psikanalitik açıdan konuşursak, iki uyarımış adamın karşılaşmasından doğan “toplam” dört etmez: Çünkü iki kişi söz konusu olduğunda, her zaman hem üzüntü halinin başlangıcından beri insan öznesinin bedenine kök salan, sökülüp atılamayacak nesneyle ilişki kurma isteği, hem de nefret ve nefrete biçim veren rekabetle bezeli öteki karşısındaki sarsıntı, ötekinin benzerliğinin ve aynı zamanda farklılığının kaygı verici tuhaflığı devreye girip harekete geçerler.
Bu yüzden insansal mikro-kozmoslar en geniş insan toplumları gibi, hatta bireye ve yüceltmeye saygı konularında ekinsel yasalardan en çok etkilenenler bile, içine atma, yansıtma, yadsıma, farklılaşma ama ayrıca eylemler -bunlar tutkun ya da kötücül olabilirler, hatta öldürmeye kadar varabilirler aracılığıyla, ruhsal açıdan sürdürülen rekabetler ve anlaşmazlıklar içerirler bolca.
Uyarılmış olmak insana yıkıcı dürtülerden ve Altbenliğin anarşisinden kurtulmak için bir çıkış yolu yaratmaya yetmiyorsa da. bu yine de ekinin doğa üstündeki çabasının temel etkisidir. Çocukluğun sınırında erek öyle önemlidir ki sanki her insanın yaşamını sürdürmesi için vazgeçilmez olan en ufak değer, içinde yaşadığı topluluğun ekinin ellerindedir.

Freud’un ve psikanalizin tarihsel farklılıkların, kültürel ayrımların, uygarlık olgularının çeşitliliğinin ötesinde algılamayı başardıkları şey de aynı sorundur: Şöyle ki, insanın durumu onun kültürel olma durumudur. Her yerde kuşkusuz doğa, dirimbilim, içgüdü vardır ama her yerde insan ancak o içgüdü ötekinden ve kültürün alanından geçtiği için insan olur. İşte bu geçiştir -Oidipusçu psikanalizin temel örneğidir bu- insanlığın durumunu belirleyen.
Freudcu psikanaliz haz ilkesinin tek başına ne insanlığın insanca varlığını, ne de hatta gerçekliği olanaklı kılabileceğini göstererek haz ilkesini eleştirir; ayrıca ne mutluluk, ne de yeğin bir haz veriri2: “Dar anlamda mutluluk dediğimiz şey, iyice birikmiş gemlenmelerimizin daha çok ani bir doyumu olup doğası gereği yalnızca kısa dönemli bir görüngü olarak olasıdır. Haz ilkesinin özlemini duyduğu durumlardan birinin sürekli hale gelmesi, yalnızca gevşek bir hoşlanma duygusu verir. Yapımız icabı yalnızca karşıtlıklardan yoğun bir zevk alabiliriz, sürekli durumlardan aldığımız zevk ise pek azdır” diyeyazar Freud, Goethe’nin bir uyarıp olarak değerlendirdiği şeye gönderme yapmaktadır: “Bir dizi güzel gün kadar çekilmez şey yoktur”.
Bir kez daha bir uyan yankılanır: “Arı”, yani gerçeklikle her türlü ilişkiden bağımsız haz ilkesi yoktur. Aslında, sonuca ulaşması için haz ilkesiyle gerçeklik ilkesini birleştirmek gerekir. Haz ilkesi (onun basit sınırları ve öte’si yineleme bozuklukları ve yıkıcı ölüm itkisi şifreleriyle belirlenir) kendi içinde de kendine özgü gerçek sınırları barındırır. Dolayısıyla gerçeklik onun içinde zaten vardır, düzenleyici ilke olmasa da en azından içsel bir engel olarak. Gerçeklik ilkesi gizli bir konuk gibidir, haz ilkesinin bir bölgesine sinip gizlenmiştir.
Birey benzerlerinin arasına katılır katılmaz kültürle beslenir: Onun şifrelerini öğrenir, ders görür, onun bilmecemsi iletilerini ve yıkıcı yanlarını alıp az ya da çok beceriyle yorumlamaya çalışır. Travma ve yineleme onu biçimlendirir. Onun yolunu kestiği, her türlü yasağa ilişkin özgür istemin amansız düşmanı olarak görülen bu karmaşık ve doğrudan kültürel çabanın gerçekliği54 bir yandan da dilin varlığının vazgeçilmez yol arkadaşıdır. Eros’un sorunlu benzeşmezliği, ardından haz ilkesinin sorunlu benzeşmezliği üstüne yapılan uyanlardan sonra, üçüncü uyan gelir: Bu da kültürel çabanın yine sorunlu benzeşmezliğiyle ilgilidir.

Freud daha Nevrozlulann Aile Romanında kuşaklar arası karşıtlıklarda, ‘toplumun gelişmesi” için aile etkisinden kurtulan öznenin hareketinin öz-gürleştirici özelliğini gözler önüne sermişti; oradaki düşünce ayrıca ana kökeninden ve değişmemiş (başka özseverci) bir nesneyle birleşmeden uzaklaşmayla ilgiliydi. Bir Yanılsamanın Geleceğinde™ “gizil olarak her bir birey bir kültür düşmanıdır’ demiş, ama aynı zamanda “gerçi kültürün bir evrensel insan çıkarı olması gerekse de” çelişkisinin altını çizmişti. Çelişki şundan kaynaklanır: Kültür topluluk içinde -birey onsuz yaşayamaz- yaşamı olanaklı kılar ama aynı şekilde “[uygarlığın bireye karşı savunulması gerekir, ve düzenlemeleri, kurumlan ve buyrukları bu göreve hizmet etmeye yöneliktir; bunlar yalnızca gönencin belli bir dağılımım sağlamayı değil ama bu dağılımı sürdürmeyi de amaçlarlar; aslında, insanların düşmanca dürtülerine karşı doğa üzerinde egemenliğe ve gönencin üretilmesine katkıda bulunan her şeyi korumaları gerekir. İnsan yaratıları kolayca yok edilir, ve onları yapmış olan bilim ve uygulayımbilim onların yok edilişi için de uygulanabilir “.

Kendisini sürekli tehlikeye sokan bireysel dürtülere sırt çevirme üstüne kurulmuş olan kültür aynı zamanda düşmanlarına kucak açan bir alandır. Ancak bencil amaçlarını bir kenara bırakan bireyin kendi içine sürgüne gitmesi hareketi sayesinde insan topluluğu bir düzene kavuşabilir. Böylelikle kültür topluluğun her üyesinin yaşama güvencesi olur ama kendisini bekleyen ve bir türlü ortadan kaldıramadığı yıkıcılığın tehdidi altında kalır gizil olarak. Nasıl Benlik kendi evinde efendi değilse, kültürde evcilleştirilemez dürtüsel davranışlar tarafından sağlanan koşullar altında ayakta kalır.

Kültürün yarı ebeveynsel işlevi (dolayısıyla, bir anlamda, dürtüselliğin ve cinselliğin birey üstünde yarattığı “sapmalar” karşısındaki koruyucu işlevi) birdenbire ortaya çıkmaz ve içinde karşıtını da barındırın Kültürlü insan baskı ve yoksunluk engellerini aşabilen, onları yasaklar gibi yavaş yavaş içselleştiren, dürtüsel, cinsel ve saldırgan çıkışlara engel görevi görecek yasalar gibi benimseyen kişidir. Başka bir deyişle, (en basitinden en esneğine) acısız, sıkıntısız ve vazgeçmesiz kültür olamaz, bunlar kültürün ve kültürlü insanın gelişmesi için temel koşullardır.

“Dolayısıyla gelişme yönümüzde yavaş yavaş içselleştirilen bir engel vardır, değil mi ki özel bir ruhsal bekinme, insanın üstbenliği bunu buyruklarına uyarlar? Her çocuk böylesi bir gelişim sürecini gözlerimizin önünde canlandırır, ancak bu değişimi gösterdiğinde ahlaksal ve toplumsal bir varlık olur. Üsr-benliğin bu şekilde güçlenmesi son derece değerli bir kültürel ruhbilim temelidir. Bunun gerçekleştiği insanlar, önce uygarlığın düşmanıyken, kültürel taşıyıcılarına dönüşürler”. Uygarlığın, yani çaresizlik, dürtüsel istek ve ruhsal alanlar arasındaki çatışma durumlarında insana kucak açan yerin yolu hem paranoya halleri, hem de melankolik depresyon halleri tarafından kurulmuş köprülerle ve tuzaklarla doludur.
Bununla bülikte soru hep karşımıza çıkar, kültür “ölçülere uydurma”yla ve ahlakçılıkla arasında kurduğu ilişki sonucunda öyle ağırlaşabilir ki bu güçlerin patlamasına ve onun aşın erkle engelleme yoluna gitmesine neden olabilir: Yanılsama olduğu kadar korku, yaratıcılık yoksunluğu yaratan ve gerektiğinde bunların şiddetli biçimde alt üst olmasını da sağlayan, zorba, dinsel, emperyalist engelleme sistemlerinin (ailesel ya da toplumsal-siyasal) durumu budur. Bu türden sistemler etki gücü üstüne kurulmuştur, çözümlemeci nesneyle kurdukları ölümcül idealleştirme ve mazoşist boyun eğme ilişkilerine gömülmüş, kısırlaştırıcı olduğundan genellikle tehlikeli ruh hastalığı biçimleri tarafından bozguna uğrayan öznelerde bunların etkilerini (böylesi zorlu bilinen hastalarla yapılan seanslar çerçevesinde ortaya çıkan aktarım / karşı aktarım olasılıkları ölçüsünde) bir araya getirip inceler.

Bunun için, gene Berchıesgaden’de Freud’a gidelim… ama birkaç yıl öncesine.
Tam 6 Eylül 1899’da Freud Düşlerin Yorumu’nu bitirir ve Fliess’e şöyle yazar: “Biçemim ne yazık ki yetersizdi çünkü bedensel açıdan çok iyiydim. İyi yazmak için, biraz acı çekmem gerek…”. Düşünce ve yazı çalışmalarını kolaylaştıran olmaktansa onlann düşmanı olan sağlıklılık (yan mutluluk demeyelim) konusundaki bu Freudcu anıştırma Freud’un sonradan Uygarlığın Huzursuzluğunda acıyla ilgili yaptığı çözümlemeyi haber veriyor önceden:
“Acı bizi üç yönden kuşatır: Kaderi çöküş ve yok oluş olan, uyarı işaretleri olarak ağrı ve kaygıdan da yoksun kalmayan kendi vücudumuz; karşı durulmaz, acımasız, yıkıcı güçlerle bizi mahveden dış dünya ve son olarak da diğer insanlarla ilişkilerimiz. Bu son kaynaktan gelen acıyı belki de diğerlerinden daha can yakıcı buluruz. Başka yerlerden kaynaklanan acılar kadar kaçınılmaz olsa da, bu acıyı gereksiz bir fazlalık olarak görme eğilimdeyizdir.”
Görüldüğü üzere, acı burada tüm şekilleri içinde düşünülüyor: bedensel ve ruhsal.
Uygarlığın Huzursuzluğu’nda Freud’un mutluluk üstüne söylediklerini birçok “yaşama sanatı tekniği”, dört bir yandan kendisine saldıran acıdan “başka yöne sapmak” için insanlar tarafından yaratılmış tüm “çile gidericilerdi izler. Kültür yapıtları bunlar arasında önemli bir yer tutar: “İnsan topluluğunun bir üyesi olarak, bilim önderliğindeki tekniğin yardımıyla doğaya karşı saldırıya geçmek ve onu insan iradesine tabi kılmak. Bu durumda herkesle birlikte herkesin mutluluğu için çalışılır”. Önerden başka bir tür çözüm de libidonun yer değiştirmesidir: “Buna dürtülerin yüceltilmesi yardımcı olur. En büyük kazanç, ruhsal ve entelektüel çabadan kaynaklanan haz edinimlerini yeterince arttırmayı başarmakla sağlanır. Bu durumda kader insana pek bir zarar veremez.

Ne tür olursa olsun -sanatsal, bilimsel, teknik- uygarlık yapıtları bizi onu seçmememize karşın daha önce karşımıza çıkandan sonuçta daha hoşgörülü bir yere sürükleyecek başka bir yön. başka bir yol sunan bir yönelim değil midir? “Yazıyorum ve zaman pek güzelce akıp gidiyor”…

Freud bu kültürle yön değiştirme olgusunun örneği olan kişide, acılan ve yasları kendisini psikanaliz kuramını geliştirmeye itmiş, bu da ona yaşadığı zorlu deneyimlerde dayanak oluşturmuştur. Üstüne üstlük, bize insan umutsuzluğunun ve insanlığın kendi tarihine her şeye karşın bir anlam kazandırması için elinde kalan özgürlük ve yaratıcılık payının yeni bir türünü sunmuştur.
Yaşamının saçmalığı karşısında insanın yön değiştirmesi sorunu, yüceltme hedefli entelektüel çaba, felsefe tarafından sıklıkla ele alınmıştı. Örneğin Blaise Pascal insan yazgısının anlamsızlığı ve yol açtığı acılar karşısında özel ve kendi tarzında bir yön değiştirme biçimi ortaya koydu: eğlenme. Düşüncelerinde şöyle diyordu: ” […] tut ki bir Kral yalnız kalsın, duyuları tatmin edilmesin, ruhuyla kimse ilgilenmesin, arkadaşsız, kendi başına düşünsün dursun; o zaman eğlencesiz bir kralın yoksunluklarla dolu bir adam olduğu görülecektir. Bu yüzden bunun olmaması için özenle çalışılır ve kralların yanında yaptıkları işlerle eğlenceyi sürekli kılmaya çabalayan ve boş zamanlarını da bir an boş geçmesin diye onlara hazlar ve oyunlar bulmak için geçiren bir dolu insan bulunur her zaman.” Pascal için eğlenme gereksinimi pek insanca zayıflığımızdan ileri gelir. Bu eğlence arayışı kendisiyle yüz yüze gelmeye.
içinde bulunduğu durumun evrensel yoksunluğuyla karşılaşmaya katlanamayan insanın dramını açığa vurur – o kadar ki bir kral için bile geçerlidir bu. Bu yoksunluğa bulunacak çözüm bizleri yanılsamaya daldırarak yazgımızı daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramayan göz aldatıcı eğlenceler değildir: Pascal’in insana îaıcak açan yeri bu yoksunlukla bilinçlice, yüz yüze karşılaşılan yerdir; bir dönüşüm ruhuyla, Tanrı’ya hayranlıkla. Pascalci eğlence ancak bu tanrıcı, şu durumda Hıristiyan perspektif içinde anlam kazanır.

Freudcu ruhçözümlemenin bakış açısında, Pascal yanlış yolu seçmiştir: Ondan kaçmaya çalışırken yine yanılsamanın yoluna düşmüştür o, tanrıcı konum temelinde bunu bahis konusu yapanların varlığının yerine ancak içkin, sonsuz, ölümden ötesini vaat eden bir güç getirerek insanın küçüklüğüne ve yalnızlığına bir anlam kazandırır. Eğlence yanılsaması ortadan kalktığında, Pascalci bahis kökü eskile ve gerçeklik ilkesinden en uzak haz ilkesine dayanan, gücünü üç yadsıma biçiminden yalnızlığın yadsınması, zayıflığın yadsınması, sonluluğun yadsınması- alan yeni bir yanılsama yaratır.
Başka bir kültür adamı, Jean Giono için durum çok daha farklıdır, o 1947’de günlük biçiminde, adını Pascal’in ünlü tümcesinden alan bir roman yazmıştır: “Eğlencesiz Bir Kral”28. Giono. tıpkı Freud gibi, yüzünü dinsel yanılsamaya dönmez ve böylelikle Pascal’in söylediklerinin tersini ileri sürer. Kendisine insan toplumları ve yoksunluklarının temel bilmecesi olarak görünen bir düşünceden etkilenmiştir: savaş, insan yıkıcılığı. Giono bu şekilde eğlencenin meşruluğu sorununa değinir, içsel boşluğu ve kendisine küçüklüğü anımsatılan bir insanın yardım çağrılarını yanıtsız bırakan soğuk sessizliği doldurmak amacı güden eğlence arayışı olarak katili düşünmek olabilir bu. Sadece yitik ve canı sıkkın insana sağladığı acımasızlık ve estetik hazla, eğlence anları onu içinde bulunduğu durumdan uzaklaştırır… O kadar ki bir yerden sonra insan kendisini av olarak görmeye başlar ve böylece “saf ölüm dürtüsü kültürü’ne dönüşen üstbenin çok ciddi zorbalığına boyun eğerek dayanılmaz bir melankoliye, inorganiğe dönüşe son verir.

Bu sonda, saçma hareketlerin uç noktasını oluşturup en temel korunma “içgüdüsüne ters düşen dürtüyü buluruz; psikanalizin öteki bütün kültür yapıtlarının ötesinde, insana bağlılıkla, yanından ayrılmamacasına eşlik ettiğini gösterdiği dürtü.
Dinsel bahis, cinayet kültüre katılma yollarıdır. Bununla birlikte -birinin Tümünü içinde bulma yanılsaması boyutunda olduğu kadar kendini beğenmişliğin ve ötekinin nesnesinin gölgesi’nden kurtulma yanılsamasının ardında da- temel olarak aynı kökten doğan iki biçim görülebilir: her şeyi yapabilme gücü olan özseverliğin koruyuculuğu, Altbenliğin filizi.
Sanatsal, bilimsel ya da teknik yaratımla kültüre katılmak başka ruhsal ve ruhötesi durumlar onaya çıkarır.
Öncelikle, kendini bu işe adayanlar için yeni vazgeçişler ve başka (yine özseverci) düş kmklıkları gerektirir. Öyleyse insan kendini neden tehlikeye atsın? Yaratıcılığın o devasa çekim gücü nasıl açıklanabilir? Bunun nede ni onun sözüm ona sağladığı eğlenme etkisi midir, yoksa başka bir şey, örneğin bireysel ve toplumsal yaşamı daha katlanılabilir, hatla daha iyi kılan başka bir düzen midir söz konusu olan?
Bu türden somlara yanıt vermeye kalkmak kuşkusuz kendini beğenmişlik olacaktır; bu konuda en fazla, bir varsayımlar dizisi sıralayabilirim. Bunun için de. İnsan yaşamının, sadece uç noktalarında değil, tüm tarihi boyunca sınırlarını belirleyen iki duruma değinmem gerekir: medetsizlik durumu ve Bilinçdışı’nda gösterilmese de konuyla ilgili öteki yerleştirmesel düzlemleri harekete geçiren sonluluk.
Kültür bunları tümüyle ortadan kaldırmadan uyutur, Hilflosigkeit ve aşılmaz sonluluğumuzun bilinci bizim yeniden yaratıcılık ipini ele almamızı sağlar. Daha da iyisi kendisini asla yaşama vermemiş bir kişinin soyzinciri ipini kendisine düğümlemesine yol açar. Sürgünden dönüşe.

Birçok yaratma yolu vardır: ortaya koymak, yeniden yaratmak ve yenilemek. Seçilen yöntem ne olursa olsun, söz yerindeyse, her yaratının amacı zincirlenmeyi, aktarımı ve kalıtı gözetir, bu kısmen de olsa medetsizlik ve sonluluk bilincini dağıtmaya yarar: Burada asıl sorun (kusurlu, hatta nefret edilen ama vazgeçilmez olan) bir benzerler grubuna ait olunduğunun görülmesi ve bu şekilde insanın kendisinin bir kalıt kaynağına dönüşmesidir. Cinayete başvurmaksızın (ne Babayı, ne benzerleri öldürmeksizin), “köken yerine kendini koymaya, yani o kökü kendinde yaşatmaya çalışarak” kültür adı verilen, insana kucak açan bu yerde yaşamak. Geleneklere, atalardan aklanları ve benzerlere, yabancılara ya da gelecek kuşaklara aktanlabilecek becerilere saygı duyan zanaatsal uğraş bir toplumun kültürünü düzene koyan, besleyen bir yoldur. Öteki yola gelince, yani yenilemeye. Onun yoğunluğu başka türlüdür ve başka gereklilikleri vardır: Yeni olan kültürün humusuna zorunlu olarak, (öncelikle çok şiddetli olduklarından dışa atılmak istenecek) mayalar getirerek yinelemeyi bozar. Bir “skandal” olan psikanaliz de, “siya-seten doğru” kazançları yalancı durumuna düşüren ya da bastırılıp gömülmüş temellerini açığa çıkaran tüm öteki sanatsal, teknik ve bilimsel akımlarınkiler de bu şekilde gerçekleşmiştir.

Dolayısıyla, “karşı” kültür olmadıkça canlı kültür de olamaz. Kültürün ‘kucak açan yer” olduğu eğretilemesini sürdürürsek, kırılmalar, bunalımlar ve aşmalar olmadığı sürece kültür kullanılmaz ya da ölür, denilebilir. Unutulmuş bir yere dönüşmez ama o, çatışmalar ve Özellikle ruhsal çatışmalar alanıdır. İnsanın bakışım başka yöne çeken bir yerdir, kendisine kulak verildiğinde duyulmamış yankılar duyulur, ruhu gömülü bilgilerle ve yepyeni açıklamalarla doludur.

Psikanaliz, 100 yıldır, tüm insanlara ait olmasına karşın çoğunlukla kendisinden habersiz kalındığından ortak olarak kullanılmayan ortak uzamın içine girmeye başladı: bilinçdışı ve ruhun özünde benzeşmez ve çatışmak doğası. Bu konuda, bütün ve siyasal olarak ekine katılabilir. Gelgeldim kültürel siyasetler tarihsel ve coğrafyasal farklılıkları içinde her yenilikçi getiriyi hoş görmezler: Yadsıma ve bastırma birey ölçeğinde olduğu gibi toplum ölçeğinde de her zaman oyuna getirmek üzere hazırdır. Ama psikanaliz açısından Galilei’nin tümcesini anımsayabiliriz yeniden: “Ama yine de dönüyor”. Araştırmacının kendini sürgüne yoüayıp kültüre bıraktığı benliği karşısında, doyumstızluk payını ayakta tutma konusundaki direşkenliğı övgüye değerdir, orada huzursuzluk yaratmak pahasına kültürün yineleme hastalığına kapılmasının önüne geçmeye çalışır. Ve kendi çatışmalarından sağ çıkmasını sağlamaya…

Marianne Baudin
Çeviren: Orçun Türkay

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial