Sabahattin Ali’nin 1935 ve 1948 yılları arasında eşi ve kızına gönderdiği Osmanlıca’dan günümüz Türkçesine çevrilen mektup ve kartlardan oluşan bu kitap, büyük sıkıntıların yaşandığı çalkantılı dönemlerde bile ailesinin sorumluluğunu taşıyan bir yazarın eş ve baba olarak portresini çiziyor. Ortaya da coşkulu bir âşık, sorumlu bir eş, sevecen bir baba çıkıyor. Filiz Ali’nin paylaştığı bilgi ve belgelerle şekillenmiş olan eserde, daha önce kısa olarak yayımlanmış mektupların tam metni, fotoğraflar Sabahattin Ali’nin yolladığı kartlar da bulunuyor. Yazarın duygu dünyasını iz taşıyan her şey eseri yayıma hazırlayan Sevengül Sönmez’in de belirttiği gibi “nişanlı, eş ve baba”nın yanında “aşkı, evliliği ve aile hayatını yaşayış şekliyle” bir Sabahattin Ali’yle yüzleşiyor, Sabahattin Ali’yi birkaç farklı yönden tanımamızı sağlıyor.
– Beni istediğim kadar sevmezsen ölürüm.
– Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku… Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhitin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş olmuştu. Fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin.
– Doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmaktansa biraz daha rahatsız yaşamak daha iyidir bence… Bilmem sen ne dersin…
– Sana neler yazayım ki sen neşe içinde yüzesin. Ben neşeyi senden öğreneceğim. Hayat ve felaketler beni o kadar gülmekten ve neşeden uzaklaştırdı ki kendimi, senin getirdiğin bu saadet dünyası içinde bile şaşkınlıktan kurtaramıyorum. O kadar talihin kahrına uğramışım ki hayatta bana da mesut olmak nasip olabileceğine inanamayacağım geliyor.
– Sen nasılsın? Keyfin yolunda mı? Sevgilim, Filiz’im nasıl? Onun bir fotoğrafçıda, hiç olmazsa vesikalık bir resmini çıkartıp gönder. Kendinin de bir resmini yolla. İkinizi de fevkalade göreceğim geldi.
– Şimdi ömrümün tek bir gayesi var: bir gün evvel sana kavuşmak, seni kollarımın arasına almak, güzel, temiz yüzüne saatlerce, senelerce hiç doymadan bakmak. Ancak o zaman tam neşeli, senin istediğin gibi neşeli olabileceğim. Senden ayrı, senden uzak bulunurken benden nasıl neşeli şeyler istiyorsun?
– İnsan alıştığı, güzel bulduğu, kendine yakın bulduğu yerlerden ayrılırken sanki vücudunun bir kısmını orada bırakıyormuş gibi üzülür.
– Benim ay ışığını ne kadar sevdiğimi bilemezsin. Mehtaplı gecelerde yalnız başıma gezmek kadar hoşuma giden şey yoktur. Yalnız, bilmem dikkat ettin mi, mehtap insana daima bir arkadaş aratır. Mehtap altında ağır ağır giderken yanımda benim gibi hiç sesini çıkarmadan, hiç konuşmadan yürüyecek ve bu gümüş ışıkları yavaş yavaş içecek bir arkadaş ararım.
– Pek az misafirliğe gitmek ve pek az misafir çağırmak istiyorum. Bir sürü fesat ve dedikoducu insanlarla ahbaplık edip ne olacak sanki? Biz birbirimize yeteriz. Değil mi?…
– Şimdi kapıyı açıp girdiğim zaman beni soğuk bir sessizliğin karşıladığı küçük evde senin güler yüzün tarafından karşılanmak bana saadetlerin en büyüğü gibi geliyor. Biliyor musun, ilk mektuplarımda “Bana böyle şeyler yazma, sonra sana deli gibi aşık olurum.” demiştim, oldum işte… Sana bugün çılgın gibi aşığım. Senden ayrı geçen bu günleri cehennemde imişim gibi geçiriyorum.
“İYİ İNSAN OLMAYI İSTERİM”
İşin içine mektup girmişse orada çok da rahat, fazlasıyla huzurlu bir yaşamdan bahsetmek mümkün değil. Mutluluk, sevgi ve sorumluluk tamam ama mutlak rahatlık uzak bir ihtimal; Sabahattin Ali’nin de dediği gibi “doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım, fakat aptal olmaktansa biraz daha rahatsız yaşamak daha iyidir.” Hele Sabahattin Ali gibi ailesinden uzakta geçirdiği zamanları fazla olan biri düşünülürse gelip giden mektupların neden yoğun olduğu da kolayca anlaşılabilir.
Kitapta yer alan mektuplar, Sabahattin Ali’nin üç dönemini anlatıyor: Nişanlı, evli ve baba. Hepsinin ortak noktası ise Ali’nin insancıllığı; “iyi insan olmayı isterim” diyen Ali’nin mektup ve hayat arkadaşı Aliye Ali’yle bu noktada buluştuğu çok açık. Hayatın anlamını sevmek olarak açıklayan, hatta çok da karşılık beklemeden sevmeyi savunan Ali’nin, bunu “kendinden daha fazla bir başkasını mutlu etmek” biçiminde tanımlaması yine onun insancıllığının en açık kanıtı. Kimi zaman baskın olan utangaçlığı kimi zaman öne geçen coşkusu da hep o insancıllığından kaynaklanıyor.
Ali’nin yolladığı mektup ve kartlarda alttan alta bir hüzün, yaşadığı coşku, büyük bir sevgi ve özlem, başından geçen hemen her olayın ruhundaki yansıması ve en önemlisi her ne hissediyorsa bunu samimiyetle paylaşma hali göze çarpıyor. Aliye Ali için yazdığı şu sözler de bunun göstergesi: “Satırlarında diğer insanlara benzemeyen, bayağılıklardan ve küçüklüklerden uzak insan ruhunu tekrar buldum.”
Aliye Ali’yle evlendikten ve Filiz Ali dünyaya geldikten sonra yolladığı mektuplarda aile babası Sabahattin Ali kendini satırlara döküyor. Sorumluluğu artmış, sevgisi ve mutluluğu katlanmış, bununla beraber endişesi ve kaygıları çoğalmış bir eş ve baba haline geliyor. Her fırsatta eşini ve kızını görmek için can attığını yazan, sürekli onları düşündüğünü açık açık, çok yalın ve aynı zamanda coşkulu bir dille ifade eden, bitmek tükenmek bilmez bir sevgi, hasret ve bağlılıkla yaşayan bir adam Sabahattin Ali.
HEP BİR MÜCADELE VE KOŞTURMA
Sabahattin Ali’yi yaşadığı onca zorluk içinde hayata bağlayan en önemli iki kişi kızı ve eşi. Türkiye’nin neresinde olursa olsun mektup yazmayı ihmal etmeyen, kızı ve eşine kavuşma umudunu kaybetmeyen ve ikisine de özlemle sarılan Ali, satırlarında aynı zamanda gittiği ve yaşadığı yerlerde kendisini etkileyen ve rahatsız eden her şeyi anlatmış. Bu, bir anlamda Ali ailesinin o dönem nelerle yüzleştiğinin de belgesi. Tabii yine o zamanın ileri gelenleriyle Sabahattin Ali’nin yakınlığı ve uzaklığının da.
Son dönem mektuplarında ise sürekli mahkeme, dozu artan mücadele ve soruşturmalar var. Sabahattin Ali’yi bu anlarda bir kez daha Filiz ve Aliye ayakta ve genç tutuyor: “Sinirlerimi merak etme. Bilirsin ki demir gibidir ama demir gibi kalmaları için ara sıra, kimse görmeden, sizin yanınızda sinirlenebilmeliyim. İhtiyarlığımda çekilmez bir adam olacağım hakkındaki iltifatına teşekkür ederim. Ama bu tahminin doğru çıkmayacak sanırım. Çünkü ihtiyarlayacağımı kim söyledi? Hep genç kalacağım.”
Son mektuplarında olduğu gibi hayatının son günlerinde Sabahattin Ali sürekli koşuşturma halinde. Girip çıktığı hapishane, kaçışlar, yargılanmalar arasında aklından Filiz ve Aliye Ali aklından hiç çıkmıyor. Zaten mektuplarda bunların hepsini bulmak mümkün ama ailesine karşı sorumluluğunu hangi koşulda olursa olsun aksatmayan, hatta içine işleyen bu duyguyla uykusuz kalan bir baba ve eşin varlığı belki de her şeyden daha önemli ve değerli. “Canım” dediği Aliye’nin, “ruhum” dediği Filiz’in, Sabahattin Ali için ne anlam ifade ettiğini onun kadar anlatmak olanaksız. Bugün kolay kolay bulunamayan ve anlaşılamayacak güçlü ve güzel bir sevgi ve bağ bu.
Ali Bulunmaz
Canım Aliye, Ruhum Filiz/ Sabahattin Ali/ Yayıma Hazırlayan: Sevengül Sönmez/ Yapı Kredi Yayınları/ 156 s.