“Sevgiyle Her Şey Mümkündür”
Bu kağıt size şans getirmesi için yollandı. Orijinali New England’dadır. Dünyayı 9 kez dolaştı. Şimdi Şans size yollandı. Mektubu aldıktan sonra dört gün içinde, sizin de bunu göndermeniz koşuluyla, şansla karşılaşacaksınız. Bu şaka değil. Postadan şans elde edeceksiniz. Para yollamayın. Şansa ihtiyacı olduğunu düşündüğünüz kimselere bu mektubun kopyalarını yollayın. Para yollamayın, çünkü inancın fiyatı yoktur. Bu mektubu saklamayın. 96 saat içinde elinizden çıkmalı. A.R.P subayı Joe Elliott 40.000.000 dolar aldı. Geo. Welch bu mektuptan 5 gün sonra karısını kaybetti. Mektubun dolaşımını sağlamayı ihmal etmişti. Ama karısının ölümünden önce 75.000 dolar aldı. Lütfen mektubun kopyalarım gönderin ve 4 gün sonra ne olacağını görün. Zincir Venezuela’dan geliyor ve Güney Amerikalı misyoner Saul Anthony Degnas tarafından yazılmıştır.
Mektubun kopyası dünyayı dolaşmak zorunda olduğundan, 20 kopya çıkanp dostlarınıza ve iş arkadaşlarınıza yollayın; birkaç gün için de bir sürprizle karşılaşacaksınız. Batıl inançlarınız olmasa bile, bu, sevgidir. Unutmayın: Cantonare Dias bu mektubu 1903’te aldı. Sekreterinden kopya çıkartıp yollamasını istedi. Birkaç gün sonra piyangodan 20 milyon dolar kazandı. Bir büro elemanı olan Cari Dobbit mektubu aldı ve 96 saat içinde elinden çıkması gerektiğini unuttu. İşini kaybetti. Mektubu yeniden bulup kopyalarını çıkardı ve 20 kişiye yolladı. Birkaç gün sonra daha iyi bir iş buldu. Dolan Fairchild mektubu aldı ve inanmayarak çöpe attı. 9 gün sonra öldü. Mektup 1987 de Californialı genç bir kadının eline geçti. Solmuştu ve zor okunuyordu. Mektubu daktiloya çekip göndereceğine kendi kendine söz verdi, ama daha sonra yapmak için bir kenara koydu. Arabasında pahalıya patlayan arıza sorunları gibi, çeşitli sorunlarla karşılaştı. Bu mektup 96 saat içinde elinden çıkmamıştı. Sonunda söz verdiği gibi mektubu yazdı ve yeni bir araba aldı. Unutmayın, para yollamayacaksınız. Bunu göz ardı etmeyin; işe yarıyor.
Aziz Jude
Bu gülünç metin bir dizi mutasyonla evrimleşmiş olmanın tüm belirtilerini gösteriyor. Pek çok hata taşıyor ve dolaşımda başka kopyalar da olduğu biliniyor. Yazımızın Nature’da yayınlanmasından bu yana bana dünyanın her yerinden pek çok farklı nüshaları gönderildi. Bu alternatif metinlerden birinde “A.R.P. subayı” “R.A.F. subayı” olmuştu. ABD Posta Hizmetleri Aziz Jude mektubunu gayet iyi biliyor ve resmi kayıtlarının başlamasından çok öncesine gittiğini, zaman zaman salgın halinde ortaya çıktığını söylüyorlar.
Mektubun direktiflerine uyanların karşılaştığı iddia edilen şanslı olayların ve güya reddedenlerin karşılaştıkları felaketlerin zarar/yarar görenler tarafından yazılmış olamayacağını fark edeceksiniz. Yararlanan kişilerin sözde şansları ancak mektup ellerinden çıktıktan sonra onları buluyordu. Kurbanlar ise mektubu göndermemiş oluyordu. Bu öyküler içeriklerinin saçmalığından da tahmin edilebileceği gibi uydurulmuş olmalıydı. Bu da bizi, zincirleme mektuplarla, yaşam patlamasını başlatan doğal kopyalayıcılar arasındaki en önemli farka getiriyor. Mektup zincirlerini insanlar başlatır ve anlatım biçimlerindeki değişiklikler insanların beyninde oluşur. Yaşamın patlamasının başlangıcında ise ne zihin vardı, ne yaratıcılık, ne de niyet. Yalnızca, kimya vardı. Yine de, kendi kendini kopyalayan kimyasal maddeler bir kez oluştuğunda, daha başarılı varyantların daha başarısız varyantlar pahasına sıklaşması eğilimi kendiliğinden artacaktır.
Mektup zinciri örneğinde olduğu gibi, kimyasal kopyalayıcılar arasında da başarı, dolaşım sıklığıyla eşanlamlıdır. Ama bu yalnızca bir tanımlamadır: Neredeyse tanımı gereği doğru olması gereken bir şeydir. Başarı pratik yeterlilikle kazanılır; yeterlilikse somut ve tanımı gereği doğru olmakla hiç ilgisi olmayan bir şeydir. Başarılı bir kopyalayıcı molekül, ayrıntılı kimyasal teknik özellikleri sayesinde, kopyalanmak için gerekli olan şeylere sahiptir. Bunun pratikte anlamı, kopyalayıcıların doğası şaşırtıcı derecede tekdüze görünse de, neredeyse sonsuz derecede değişken olabilmeleridir.
DNA öylesine tekdüzedir ki, tamamen aynı dört “harfin —A, T, C ve G— değişken dizinlerinden oluşur: Buna karşılık, daha önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi, DNA dizilerinin kendilerini kopyalamak için kullandıkları araçlarsa, şaşırtıcı derecede değişkendir: Bunlar, suaygırları için daha verimli kalpler, pireler için daha yay gibi bacaklar; kırlangıçlar için aerodinamik açıdan daha biçimli kanatlar, balıklar için daha batmaz hava keseleri geliştirmeyi içerir. Hayvanların tüm organları, kolları ve bacakları; bitkilerin kökleri, yapraklan ve çiçekleri; tüm gözler, beyinler ve zihinler, hatta korkular ve umutlar, başarılı DNA dizilerinin geleceğe aktarılmak için kullandıkları araçlardır. Araçlar neredeyse sonsuz değişkendir, ama bu araçları geliştirmeye yarayan reçeteler gülünç derecede tekdüzedir. Yalnızca, A, T, C ve G’nin tekrar tekrar permutasyonundan (sıra değişikliklerinden) ibarettir.
Belki de bu her zaman böyle olmamıştır. Bilgi patlaması başladığında, tohum şifrenin DNA harfleriyle yazıldığına dair elimizde hiçbir delil yoktur. Gerçekten de, tüm DNA/protein temelli bilgi teknolojisi öylesine karmaşık —kimyacı Graham CairnsSmith in deyimiyle, yüksek teknoloji ürünü— ki, başka bir kendini kopyalayan sistemin öncülüğü olmadan, şans eseri ortaya çıktığını hayal etmekte bile zorlanabilirsiniz. Öncü, RNA olabilirdi; ya da, Julius Rebek’in kendini kopyalayan basit molekülleri gibi bir şey de olabilirdi; ya da, çok farklı bir şey olabilirdi: The Blind Watchmaker’da (Kör Saatçi) ayrıntılı olarak tartıştığım bir olasılık, Cairns Smiths’in önerdiği gibi, inorganik kil kristallerinin ilk kopyalayıcılar olmasıdır. (Bkz. Cairns Smith’in Seven Clues to the Origin Of Life adlı kitabı). Asla tam olarak bilemeyebiliriz de.
Bizim yapabileceğimiz, yalnızca, evrenin herhangi bir yerindeki herhangi bir gezegendeki bir yaşam patlamasının genel kronolojisi hakkında tahmin yürütmek olabilir. Neyin işe yarayacağıyla ilgili ayrıntılar yerel koşullara bağlı olmalıdır. DNA/protein sistemi soğumuş sıvı amonyak dünyasında işe yaramayacaktır, ama başka bir kalıtsallık ve embriyoloji sistemi belki de işe yarayabilir. Ne var ki, bunlar tam da benim göz ardı etmek istediğim türde özelliklerdir, çünkü genel reçetenin, gezegene bağlı olmayan ilkeleri üzerinde yoğunlaşmak istiyorum. Şimdi, herhangi bir gezegende kopyalanma bombasının geçmesi beklenebilecek eşikler listesini daha sistematik olarak inceleyeceğim. Bunların bazılarının gerçekten evrensel olması mümkün. Bazıları da bizim gezegenimize özgü olabilir. Hangilerinin evrensel ve hangilerinin yerel olduğuna karar vermek her zaman kolay olmayabilir ve bu kendi başına ilgi çekici bir sorudur.
1. Eşik elbette, Kopyalayıcı Eşik’in kendisidir: En azından bir ilkel kalıtsal çeşitlenme biçiminin olduğu ve arada bir kopyalamada rasgele hataların görüldüğü, bir tür kendini kopyalayan sistemin ortaya çıkmasıdır. 1. Eşiğin geçilmesinin sonucu, gezegenin, varyantların kaynaklar için rekabet ettikleri, karmaşık bir nüfus içermeye başlamasıdır. Kaynaklar kıt olacaktır ya da, rekabet kızıştığında kıtlaşmaya başlayacaktır. Kini i değişken kopyalar bu sınırlı kaynaklar için rekabette görece başarılı, diğerleri ise görece başarısız olacaktır. Böylece, temel bir doğal seçim şekli oluşur.
Bir kere, rakip kopyalayıcılar arasında başarı yalnızca kopyalayıcıların doğrudan özellikleriyle örneğin, şekillerinin bir kalıba ne ölçüde uyduğuyla— ölçülecektir. Ancak şimdi, pek çok evrim kuşağından sonra, 2. Eşik’e, Fenotip Eşiğine geçiyoruz. Kopyalayıcılar yalnızca kendi özellikleri sayesinde değil, fenotip adını verdiğimiz başka bir şey üzerindeki nedensel etkileri sayesinde varlıklarını sürdürürler. Bizim gezegenimizde fenotipler, hayvan ve bitki gövdelerinin, genlerin etkileyebileceği bölümleri olarak kolayca tanınabilir. Bu da hemen hemen tüm beden parçaları anlamına gelir. Fenotipleri, başarılı kopyalayıcıların sonraki kuşağa geçmek için kullandıkları manivelalar olarak düşünün. Fenotipler daha genel olarak, kopyalayıcıların, başarılarını etkileyen, ama kendileri kopyalanmayan sonuçları olarak tanımlanabilir. Sözgelimi, Pasifik’te ada salyangozu türünün kabuğundaki kıvrımların sağa ya da sola doğru dönmesini, belli bir gen belirler. DNA molekülünün kendisi değil, fenotip sonucu sağlak ya da solaktır. Sağlak ya da solak kabuklar salyangoz bedenleri için dış koruma sağlama işinde eşit derecede başarılı olamayabilirler. Salyangoz genleri, şekillerinin etkilenmesine katkıda bulundukları kabukların içinde bulunduklarından, başarılı kabuklar yapan genlerin sayısı, başarısız kabuklar yapan genlerden daha fazla olacaktır. Kabuklar, fenotip oldukları için, yavru kabuklar üretmezler. Her kabuğu DNA yapar ve DNA’yı üreten de DNA’dır.
DNA dizinleri, (kabukların kıvrım yönü gibi) fenotiplerini; tümü “embriyoloji” genel başlığı altında sınıflandırılan, az ya da yok karmaşık araolaylar zinciri yoluyla etkiler. Bizim gezegenimizde zincirin ilk halkası her zaman, bir protein molekülünün sentezidir. Protein molekülünün her ayrıntısı, şu ünlü genetik şifre aracılığıyla, dört harf çeşidinin DNA’da sıralanmasıyla tam olarak belirlenir. Ama bu ayrıntılar, büyük olasılıkla, yalnızca yerel önem taşımaktadır. Daha genelde, bir gezegen! sonuçları (fenotipleri) kopyalayıcıların kopyalanma başarısı’ üzerinde herhangi bir şekilde yararlı etki yapan kopyalayıcılar içermeye başlayacaktır. Fenotip ‘Eşiği aşıldığında, kopyalayıcılar vekilleri, yani dünya üzerindeki etkileri sayesinde varlıklarını sürdürürler. Bizim gezegenimizde, bu etkiler genellikle genin fiziksel olarak içinde bulunduğu bedenle sınırlanmıştır. Ama bunun mutlaka böyle olması gerekmez. Genişletilmiş Fenotip doktrini(bu doktrine, aynı başlığı taşıyan bir kitap adadım) kopyalayıcıların uzun vadeli varkalımlarını sağlayan fenotıpık manivelaların, kopyalayıcıların “kendi” bedenleriyle sınırlı olmasının gerekmediğini belirtir. Genler belirli bedenlerin ötesine erişip, diğer bedenler de dahil olmak üzere, genel olarak dünyayı etkileyebilirler.
Fenotip Eşiğinin ne kadar evrenselleşebileceğini bilmiyorum. Yaşam patlamasının son derece ilkel bir aşamanın ötesine geçtiği tüm gezegenlerde, bu eşiğin aşılmış olduğunu sanıyorum. Listemdeki bir sonraki eşik için de aynı şeyin geçerli olduğunu sanıyorum. Bu, bazı gezegenlerde Fenotip Eşiği’nden önce, ya da aynı zamanda aşılmış olabilecek 3. Eşik, yani Kopyalayıcı Ekip Eşiği’dir. Kopyalayıcılar ilk zamanlarda’ büyük olasılıkla genetik ırmağın kaynağında rakip çıplak kopyalayıcılarla birlikte oraya buraya salınan özerk varlıklardı. Ancak Yerküre’deki modern DNA/protein bilgi teknolojisi sistemimizin özelliği gereği, hiçbir gen tek başına çalışamaz. Bir genin içinde çalıştığı kimyasal dünya, dış çevrenin yardım görmeyen, bağımsız kimyası değildir. Bu elbette arka planı oluşturur, ama oldukça uzak bir arka plandır. DNA kopyalayıcısının içinde var olduğu yakın ve mutlaka gerekli kimyasal dünya çok daha küçük, daha yoğun bir kimyasal madde torbasıdır: Hücre. Hücreyi bir kimyasal madde torbası olarak tanımlamak bir açıdan yanıltıcıdır, çünkü pek çok hücrenin, üstünde, içinde ve arasında hayati kimyasal tepkimelerin sürdüğü, katlanmış zarlardan oluşan ayrıntılı bir iç yapısı vardır. Hücre adını verdiğimiz kimyasal mikrokozmos, yüzlerce gelişmiş hücrelerde, yüz binlerce genden oluşan bir konsorsiyum tarafından oluşturulur. Her gen çevreye katkıda bulunur ve ardından, varlığını sürdürmek için bütün genler bu çevreyi kullanır. Genler ekip halinde çalışırlar. Bunu biraz farklı bir açıdan 1. bölümde görmüştük.
Gezegenimizdeki en basit özerk DNA kopyalama sistemleri bakteri hücreleridir ve bunların gereksinim duydukları bileşenleri yaratmaları için en az birkaç yüz gen gerekir. Bakteri* olmayan hücrelere ökaryotik hücreler denir. Bizimkilerle hayvanların, bitkilerin, mantarların ve tekhücrelilerin hücreleri, ökaryotik hücrelerdir. Bunlarda ekip halinde çalışan on binlerce ya da yüz binlerce gen vardır. 2. Bölümde de gördüğümüz gibi, ökaryotik hücrenin kendisinin bir araya gelmiş yaklaşık yarım düzine bakteri hücresinden oluşan bir ekip olarak başlamış olması artık olası görünüyor. Ama bu üst düzey bir ekip çalışması biçimidir ve burada sözünü ettiğim şey bu değildir. Sözünü ettiğim, tüm genlerin işlerini, hücredeki genlerden oluşan bir konsorsiyumun yarattığı bir kimyasal çevrede yaptıklarıdır.
Genlerin ekipler halinde çalıştıkları fikrini bir kez anladıktan sonra, Darwinci seçimin günümüzde rakip gen ekipleri arasında seçim yaptığı varsayımına atlama doğal seçimin daha yüksek örgütlenme düzeylerine geçtiğini varsayma eğilimi açıkça güçleniyor. Güçlü bir eğilim, ama bence son derece yanlış. Darwinci seçimin hala rakip genler arasında seçim yaptığını, ama tercih edilen genlerin, yine birbirlerinin yanında eşzamanlı olarak tercih edilen diğer genlerin varlığında gelişen genler olduğunu söylemek daha aydınlatıcı olacaktır. Bu, aynı sayısal ırmak kolunu paylaşan genlerin genellikle “iyi yoldaşlar” olduğunu gördüğümüz 1. Bölüm’de de değindiğimiz bir noktadır.
Kopyalanma bombası bir gezegende hız kazanırken geçilen bir sonraki önemli eşik belki de Çok Hücre Eşiği’dir; ben buna 4. Eşik diyeceğim. Daha önce de gördüğümüz gibi, bizim yaşam biçimimi’indeki herhangi bir hücre, bir gen ekibinin içinde yüzdüğü küçük bir yerel kimyasal madde denizidir. Tüm ekibi içermesine karşın, ekibin bir altkümesi tarafından yaratılmıştır. Şimdi, hücreler ikiye ayrılarak çoğalır ve bunların her biri büyüyüp tam boyuta ulaşır. Bu olduğunda, gen ekibinin tüm üyeleri kopyalanmıştır. İki hücre tam olarak ayrılmayıp birbirlerine bağlı kalırlarsa, hücrelerin tuğla işlevi görmesiyle, büyük yapılar oluşabilir. Çok hücreli yapılar üretme yeteneği, bizim dünyamız gibi, diğer dünyalarda da önemli olabilir. Çok Hücre Eşiği aşıldığında, şekilleri ve işlevleri ancak tek hücre boyutundan çok daha geniş bir boyutta değerlendirilebilecek fenotipler ortaya çıkabilir. Bir geyik boynuzu ya da bir yaprak, bir göz merceği ya da bir salyangoz kabuğu bütün bu şekilleri hücreler oluşturur, ama hücreler büyük şeklin minyatür çeşitlemeleri değildir. Diğer bir deyişle, çokhücreli organlar kristaller gibi büyümezler. En azından bizim gezegenimizde, aşırı büyümüş tuğlalar şeklinde olmayan binalar gibi büyürler. Elin kendine özgü bir şekli vardır, ama fenotiplerin kristaller gibi büyümesi durumunda olacağı gibi, el şeklinde hücrelerden yapılmamıştır. Yine binalar gibi, çokhücreli organlar da kendilerine özgü şekil ve boyutlarını, hücre katmanları (tuğlalar) ne zaman büyümeyi kesecekleri konusundaki kurallara uydukları için alırlar. Hücrelerin ayrıca, bir açıdan, diğer hücrelere göre nerede durduklarını bilmeleri gerekir. Karaciğer hücreleri karaciğer hücreleri olduklarını ve dahası, karaciğerin ucunda mı, yoksa ortasında mı durduklarını biliyormuş gibi davranırlar. Bunu nasıl yaptıkları, çok araştırılmış çetin bir sorudur. Yanıtlar büyük olasılıkla bizim gezegenimize özgüdür ve burada daha fazla sözünü etmeyeceğim. Bunlara 1. Bölümde zaten değinmiştim. Ayrıntıları ne olursa olsun, yöntemler, yaşamdaki diğer tüm gelişmelerde görülen aynı genel süreçle mükemmelleşmiştir: Etkileri açısından başarılı bulunan genlerin rasgele olmayan bir şekilde varkalımları; bu örnekte, komşu hücrelerle ilintili olarak, genlerin hücre davranışı üzerindeki etkilerine bakılarak karar verilir.
Yine yerel gezegenden öte bir önemi olduğunu sandığım için ele almak istediğim bir sonraki önemli eşik, Yüksek Hızda Bilgi İşleme Eşiği’dir. Bizim gezegenimizde bu 5. Eşiğe nöronlar, ya da sinir hücreleri adını verdiğimiz özel bir hücre sınıfı erişir ve buna yerel olarak Sinir Sistemi Eşiği diyebiliriz. Bu eşiğe bir gezegende nasıl ulaşılırsa ulaşılsın, eşik aşıldıktan sonra, genlerin kimyasal manivelalarıyla doğrudan ulaşabileceklerinden çok daha hızlı bir zaman ölçeğinde harekete geçilebildiği için, önemlidir. Genlerin en başta mekanizmayı kurdukları, embriyolojik origami hızından çok daha yüksek hızlarda harekete geçen ve tepki gösteren kas ve sinir cihazlarını kullanan avcılar akşam yemeklerinin üstüne atılabilirler ve avlar da yaşamlarını kurtarmak için kaçabilirler. Mutlak hızlar ve tepki zamanlan diğer gezegenlerde çok farklı olabilir. Ancak herhangi bir gezegende; kopyalayıcıların yaptığı cihazlar, kopyalayıcıların kendilerinin embriyolojik işleyişinden çok daha büyük tepki hızlarına ulaştıklarında, önemli bir eşik aşılmış demektir. Cihazların bizim bu gezegende nöronlar ve kas hücreleri adını verdiğimiz nesnelere benzeyip benzemeyeceği o kadar kesin değildir. Ancak Sinir Sistemi Eşiği’ne denk bir şeyin aşıldığı gezegenlerde, büyük olasılıkla yeni önemli sonuçlar oluşacak ve kopyalanma bombası dışarıya doğru yolculuğunu sürdürecektir.
Bu sonuçlardan biri de, “duyu organlarının” algıladığı karmaşık veri modellerini işleyebilen ve bunların kayıtlarını “bellek “te depolayabilen veri işlem birimlerinin büyük toplulukları, yani “beyinler” olabilir. Nöron eşiğinin aşılmasının daha ayrıntılı ve gizemli bir sonucu da bilinçli farkındalıktır ve ben 6. Eşiğe, Bilinç Eşiği diyeceğim. Gezegenimizde buna ne sıklıkla erişildiğini bilmiyoruz. Kimi felseficiler bunun, yalnızca bir kez, iki ayaklı kuyruksuz maymun türü Homo sapiens tarafından ulaşılmış gibi görünen dille yakından bağlantılı olduğuna inanıyorlar. Bilinç için dil gerekse de, gerekmese de, herhangi bir gezegende geçilmiş ya da geçilmemiş olabilecek Dil Eşiği’ni önemli bir eşik, 7. Eşik olarak kabul edelim. Dilin, sesle ya da başka bir fiziksel ortamla aktarılması gibi ayrıntıları yine yerel önem taşır.
Bu bakış açısına göre dil, (bu gezegendeki adlarıyla) beyinlerin işbirlikçi bir teknolojinin gelişimine izin verecek kadar bir yakınlıkla bilgi değiş tokuşu yaptıkları ağ ilişki (networking) sistemidir. Taş aletlerin taklitçi gelişimiyle başlayan ve maden eritme, tekerlekli taşıtlar, buhar gücü ve şimdi elektronik çağları boyunca ilerleyen işbirlikçi teknoloji, kendi içinde bir patlamanın pek çok niteliğine sahiptir ve dolayısıyla, bir unvan almayı hak eder: işbirlikçi Teknoloji Eşiği, ya da 8. Eşik. Gerçekten de insan kültürünün; yeni bir kendini kopyalayan varlık türünün —The Selfish Gene’de[1] verdiğim adla, “meni”in— bir kültür ırmağında çoğalıp Darwinleşmesiyle yepyeni bir kopyalama bombası geliştirmiş olması mümkündür. İleri doğru harekete geçmeyi mümkün kılan beyin/kültür şartlarını daha önceleri hazırlamış olan gen bombasına koşut olarak, şimdi harekete geçmekte olan bir gen bombası olabilir. Ama bu da, bu bölüm için çok geniş bir konu. Ana konumuz olan gezegensel patlamaya geri dönmeli ve işbirlikçi teknoloji aşamasına erişildikten sonra, yolda bir yerlerde ana gezegenin dışında bir etki yaratma gücüne erişilmesinin olası göründüğünü belirtmeliyim. 9. Eşik olan Radyo Eşiği aşılmış ve artık dış gözlemcilerin, bir yıldız sisteminin bir kopyalama bombası olarak yakın zamanlarda patlamış olduğunu fark etmeleri mümkün hale gelmiştir.
Dış gözlemcilerin alabilecekleri ilk ipucu büyük olasılıkla, daha önce de gördüğümüz gibi, ana gezegen içindeki iletişimin yan ürünü olarak dışarıya doğru yayılan radyo dalgaları olacaktır. Daha sonra, kopyalama bombasının teknolojik mirasçıları da dikkatlerini dışarıya, yıldızlara çevirebilirler. Bizim bu yönde attığımız ilk adımlar arasında, uzaya, dünya dışı zekalar için özel hazırlanmış mesajların gönderilmesi var. Doğalarına dair hiçbir fikriniz olmayan zekalar için nasıl mesaj hazırlayabilirsiniz? Bunun zor olduğu meydandadır; ve çabalarımız yanlış anlaşılmış da olabilir.
Yabancı gözlemcilerin önemli içerikleri olan mesajları almasından çok, var olduğumuza ikna edilmeleri üzerinde durulmaktadır. Bu, 1. Bölüm’deki hayali Profesör Crickson’ın karşılaştığına benzer bir iştir. Crickson asal sayıları DNA şifresine dönüştürmüştü ve radyo dalgasından yararlanan buna koşut bir politika, varlığımızı diğer dünyalara duyurmak için akla yakın bir yol olacaktır. Müzik bizim türümüz için daha iyi bir reklam olabilir ve dinleyicilerin kulakları olmasa bile, müziği kendi yöntemleriyle algılayabilirler. Ünlü bilimci ve yazar Lewis Thomas, böbürlenme olarak algılanmasından çekinmesine karşın, yalnızca ve yalnızca Bach’ın eserlerini iletmemizi önermişti. Ama yeterince yabancı bir zihin, müziği de bir atarca yıldızın (pulsar) ritmik yayınlarıyla karıştırabilir. Atarca yıldızlar birkaç saniye ya da daha az sürelik aralıklarla ritmik radyo dalgaları çıkaran yıldızlardır. 1967’de Cambridgeli bir radyoastronom grubu tarafından ilk kez keşfedildiklerinde, sinyallerin uzaydan gelen bir mesaj olabileceği düşünüldü ve geçici bir heyecan yaşandı. Ama kısa sürede, küçük bir yıldızın aşırı derecede hızlı dönmesinin ve bir fener gibi etrafına radyo dalgaları ışını yaymasının daha “hesaplı” bir açıklama olduğu fark edildi. Günümüze dek, bizim gezegenimiz dışından gerçek bir iletişim sinyali alınamamıştır.
Radyo dalgalarından sonra, patlamamızın dışarıya doğru ilerleyişinde hayal edebildiğimiz tek yeni adım, fiziksel uzay yolculuğu olan 10. Eşik, yani Uzay Yolculuğu Eşiği’dir. Bilimkurgu yazarları, insanların yavru kolonilerinin ya da robot yaratımlarının yıldızlara yayılmasını hayal etmişlerdir. Bu yavru koloniler, kendini kopyalayan yeni bilgi torbalarının tohumlamaları ya da enfeksiyonları olarak görülebilir; ileride kendileri de hem gen hem “mem” yayan uydu kopyalama bombalarıyla patlayarak dışarıya doğru genişleyebilecek torbalar. Bu hayal günün birinde gerçekleştirilirse, gelecekteki bir Christopher Marlowe’un sayısal ırmak imgelemine başvurması belki de artık saygısızlık olarak görülmeyecektir: “Bakın, bakın, yaşam selinin gökyüzünde aktığı yere!”
Şu ana dek, dışarıya doğru ilk adımı attığımız söylenemez. Ay’a gittik; ama bu başarı ne denli görkemli olursa olsun, ay bir sukabağı değilse de, ileride iletişim kurabileceğimiz yabancıların bakış açısından yolculuk sayılamayacak denli yereldir. Derin uzaya, düşünülebilecek bir sonu olmayan yörüngelerde bir avuç dolusu insansız kapsül fırlattık. Bunlardan biri, hayalperest Amerikalı gökbilimci Cari Sagan’ın esinlendirmesinin sonucu olarak, rastlantı eseri ulaşabileceği yabancı bir zekanın çözmesi için tasarlanmış bir mesaj taşıyor. Mesaj, kendisini yaratan türün bir levha üzerine kazınmış resmiyle, çıplak bir kadın ve erkek görüntüsüyle düzenlenmiştir.
Bu bizi 360 derecelik bir dönüşle, başlangıçtaki ata mitlerine ulaştırıyor gibi görünebilir. Ama bu çift Adem’le Havva değildir ve zarif bedenlerinin altına kazınmış mesaj da yaşam patlamamızın, Tekvin’deki herhangi bir şeyden çok daha değerli bir tanığıdır. Levha evrensel olarak anlaşılabilecek şekilde tasarlanmış ikonların diliyle, galaksideki koordinatları tam doğrulukla kaydedilmiş bir yıldızın üçüncü gezegenindeki kendi tekvinini (kökenini) kaydediyor. Temel kimya ve matematik ilkelerinin ikon simgeleriyle, uygarlığımızın kanıtları sunuluyor. Zeki varlıklar bu kapsülü bulurlarsa, bunu yaratan uygarlığın ilkel kabilesel batıl inançlardan daha fazlasına sahip olduğunu anlayacaklardır. Uzay boşluğunun bir yerinde uzun zaman önce, hakkında konuşmaya değer bir uygarlık yaratan bir başka yaşam patlamasının var olduğunu bileceklerdir.
Ne yazık ki bu kapsülün başka bir kopyalanma bombasının yakınlarından geçme şansı üzücü derecede düşük. Kimi yorumcular, kapsüle daha çok ana yurdundaki nüfusu esinlendirmesi açısından değer veriyorlar. Elleri bir barış hareketiyle yukarı kaldırılmış, yıldızlar arasında sonsuz bir yolculuğa gönderilmiş bir çıplak kadın ve erkek heykeli, yaşam patlamamızla ilgili bilginin dışarıya ihraç edilen ilk meyvesi üzerinde düşünülmesi, normalde sınırlı küçük bilinçlerimiz üzerinde birtakım yararlı etkiler yaratabilir; bu, Newton’ın Cambridge’de, Trinity College’daki heykelinin, William Wordsworth’ün dev bilinci üzerinde yarattığı şiirsel etkinin bir yankısı olabilir:
Ve yastığımdan, ayın ve parlak yıldızların
Işığında, ileriye baktığımda,
Kilise girişinde prizması ve
sessiz yüzüyle duran Newton’un heykelini,
Garip düşünce denizlerinde sonsuza dek tek başına
Dolaşan bir zihnin mermer göstergesini, görebiliyordum.