Oya Baydar’dan Bir Öykü: Duraklar, Çantan Neden Ağır Postacı

Ölümün, akşam işten eve geldiğimde, gecikmiş gazetelerin arasından çıktı. Tepeye toplanmış eski moda örgülü saçların; kasvetli, lacivert renkte rahibeler okulu üniformamız; siyah, kalın okul çoraplarınla sınıfımızın ilk ölüsü… Posta katarlarında, havaalanlarının kargolarında, postacının çantasının bir köşesinde günlerdir sürünüp duran; masanın üzerine attığım gazete, mektup, reklam kağıdı tomarının arasına sıkışıp kalmış; bir gazetenin beşinci sayfasında -çiçeklerle değil, sekiz punto incecik çizgilerle sınırlı- yirmi santimetrekare mezarcığında yatan ölün. Hayat nasıl geç kalıyorsa Türkiye gazeteleri geciktiğinde, öyle geç kalmış bir ölü.
Paris kahvelerinde bir gençlik tutkusu; Boğaziçinde bir yalıda denize inen  bir beyaz mermer merdiven; bir karakedi, Pizza Pino, karayağız bir adam, bir ince sarışın delikanlı; Fatih’te cami karşısı bir evde okunan mevlit;  Florya’da denize karşı bir viski bardağı ve hep birşeylere yönelmek, hiç  erişemeden… Bir rahibeler okulundaki çocukluğumuz, ilk gençliğimiz, çılgın  Paris günlerimiz; -Bizim kuşakta herkesin kendi Paris’i vardır- üniversitede  felsefe koridorunun taş merdivenlerinde kalan ilk aşklarımız, ilk  kıskançlıklarımız; -İkimiz de sevmiş miydik, yoksa hiçbirimiz sevmemiş miydik o yakışıklı oğlanı? Her şey bitmeyen bir oyunun bir bölümü müydü yoksa?-
Ayrılıp ayrılıp buluşan yollarımız; on beş yaşımız, yirmi yaşımız, yolun  yarısı olduguna inandığımız otuz beş yaşımız, kırk yaşımız. Ve kırk beş yaşımızın gazeteler arasına sıkışıp kalmış ölüsü.

Her gün bir Alman disipliniyle gelir postacı. O Alman disiplini, her şeyin yolunda gitmesinin bir başka adıdır aslında. İşler biraz karıştığında -ansızın  kar bastırdığında örneğin- disiplinden eser kalmaz. Ne trafik ışıklarını  dinleyen, ne geçiş üstünlüğü hakkını koruyan olur. Her şey bol olup işler tıkır tıkır yürüdüğünde iznde, düzenli, saygılı, disiplinlidir Alman halkı.

Her gün bir Alman disipliniyle gelir postacı, dakika sektirmeden. Yaz kış  sırtında aynı incecik, lacivert naylon ceketle; Alman posta idaresi armalı  tekerlekli sarı çantasıyla; yüzünde aynı ciddi gülümsemeyle… Otuz beşinde  var şimdi. Altı yıl önce, biz ne kadar gençsek o da o kadar gençti. Genç  ve geleceksiz. Altı yıl önceki gelecegini bugün yaşıyor işte. Aynı yerde, aynı noktada, altı yılı hiç yaşamamışçasına.

Altı yıldır, çantasını dolduran gazetelerin tarihleri, mektupların damgaları, takvimlerin günleri ilerliyor durmadan. İlerlemeyen bir postacının kaderi, bir ben -ya da biz-. Postacı her gün 9.35’te bizim kapıda olur ve ben 9.30’da başlayarak, pencerede postacıyı gözlerim. Kendimi göstermemeye, beklediğimi kendime bile belli etmemeye çalışarak… Böyle beklemekten, postacıyı beklemenin en gerçek yaşam biçimine dönüşmüş olmasından utandığım için, o sokağın köşesinde göründüğünde, nasılsa kapıdaymışım gibi yaparak… Kimi zaman çöp torbasını atmaya çıkmış olurum, kimi zaman kapının yanındaki çiçekleri sulamaya. Sıradan bir “Guten Morgen” çekeriz birbirimize. Tek tek açar posta kutularını. Meraklı görünmemek için kaçamak izlerim onu. Banka kağıtları, telefon faturaları, reklamlar, birkaç resmi görünümlü zarf… Bütün cesaretimi toplayıp, önceden içimden defalarca tekrarladığım, düzgün bir Almancayla olmasına özen gösterdiğim cümleyifısıldarım: -Oysa kendime güvenle, yüksek sesle söyleyeceğimi sanmıştım-
“Gazeteler yine yok mu?”

Gazeteler! Kimbilir hangi yük vagonunun köşesine, hangi uçak deposuna, hangi ülkenin hangi postanesinin yerlerine atılmış ya  da hangi posta kutusunda, hangi postacının çantasında dolaşan bir Türkiye. Gazeteler: acılarımız, anılarımız, dostlarımız, sevgilerimiz, hasretimiz…

Nasıl yaşlanacağını, yüzüne nasıl yaşlı bir görünüm geleceğini merak ederdim hep. Hiç yaşlanmayacakmışsın gibi gelirdi bana. Bir sabah, postacının çantasından, bir derginin sayfaları arasından çıkıverdi yaşlılığın. Hafifçe öne egilmiş ciddi bir yüzle birşeyler soruyordun birine. Hayır, saçlarının beyazlaşmış olması, gözlerinin altının cepleşmesi falan değil, gözlerinin  içindeydi yaşlılık. Beyninin, yüreğinin içinden fışkırıyordu. On yıldır  yaşadıklarının, yaşadıklarımızın içinde oluşmuş; gözlerine, bakışına, içine,  bir daha sökülmemecesine yerleşmişti. Ve yaşlılık, senin yaşlılığın, hepimizin  yaşlılığı, yıllar değildi sadece. Yılların yüzümüze çaktığı buruşukluk ve  burukluklardan, saçlarımızdaki aklardan çok daha derin, çok daha inatçı, çok  daha çaresiz bir çılgınlıktı. Yirmi yıl önce, bir zamanlar bunca inandığın  kişilerin yanlış yapmış olduklarını anladığın günkü acının; on yıl önce  kendinle hesaplaşırkenki hoşnutsuzluğunun; altı yıl önceki korkularımızın ve  sonra yıldan yıla, günden güne artan -taa bugünlere kadarki- aydın mutsuzluğunun  bıçak yaralarıydı. Yapabileceklerini, yapabileceklerimizi yapamamış olmanın, çaresiz yenilgilerin kırık döküklüğüydü.

Postacı, bugün yirmi yılı getirdi çantasında. Kapı kalabalıktı. Hayır, Frankfurt’taki evin kapısı değil, Fatih kongresinin yapıldığı salonun kapısı.
Kapıdan içeri sokmak istemiyorlardı seni. Kızıl pazubentli ve merkez destekli  genç koruyucuların gözünde haindin o zamanlar. Saygın konukların değişmez yeri olan ön sıra koltuklardan izliyordun olup bitenleri. Delikanlılığını hiç yitirmeyeceğini sandığım yüzün kararsız ve solgundu. Doğru nedir? Yanlış  nerede? Tam bilmiyordun. Dünkü dostlar, yoldaşlar neden bugün düşmandır? Tam bilmiyordun. Direnmek mi, dönmek mi gerek? Tam bilmiyordun. Orada, o bodrum  katındaki kongre salonunda doğru neydi, yanlış neydi? İnanç neydi, ihanet neydi? Tam bilmiyordun.

Postacı, yirmi yıl önceki hayallerimizi, inançlarımızı, yenilgilerimizi ve  hiç sönmeyeceğini sandığımız umutlarımızı taşıdığını bilmiyordu çantasında  Türkiye gazetelerinin, dergilerinin zamanı, mekanı aşan sihirli gücünün farkında bile değildi.

“Size ne çok gazete geliyor böyle Frau!”

Gazete mi? Hayır, on yıl önce bir gece, küçük salaş bir yaz evinin  verandasına vuran ayışığıydı çantasından çevreye yayılan. Kendi kendini mahkûm  ettiğin sürgünden yeni dönmüştün. Yeniden başlamak… Ama nereden? Dağınıklık sürüyordu.

Siyasal açıdan bize yaklaştığını söylüyordun. Biz kimdik peki? Şimdi  neredeyiz biz? Bir temmuz mehtabı vardı tam arkanda. O gece, neşeyle, umutla  tartışırken gözlerinde yakaladığım gölgeyi anlamadım. O gölgenin senin  ihtiyarlığın, bizim sürgünlüğümüz olduğunu, on yıl sonra bir Avrupa kentinde postacının çantasından çıkıp karşıma dikildiği an’a kadar anlamadım.
Midyelerin kumlarını anımsıyorum dişlerimin arasında. Denizin yosun kokusunu,  birden esmeye başlayan gece yelini ve on yıl öncesinin kahramanlarını ve hainlerini.

Bir Eski Tüfek’ten söz ettiğimizi. “Biz de mi Eski Tüfek olduk artık?”  dediğini senin. Ne garip şu insan belleği. Masada başka kimler vardı anımsamıyorum  da, senin tam arkanda, ayışığında parlayan bir sarı gül goncasını ve Feliks Kedi’nin birden masanın ortasına atlayışını anımsıyorum.

Gazeteleri bir tomar halinde uzatıyor postacı. Lapa lapa kar yağıyor. “Bu  yıl kış yine sert geçti,” diyor. “Yaz belki de güzel olur. Yaz tatili için  yer ayırttınız mı? Ben bu yıl İtalya’ya gidecegim.” İşte postacımın tüm  evreni, İtalya’da bitiveren tüm ufku!.. On bir aylık hayallerin, turizm  broşürlerinin, on bir ayın tüm tasarrufunun bir ayda öğütüleceği  tatil değirmeni. Bizim de artık alışmaya başladığımız tatil yapma zorunluluğu, tatil görevi!

Postacıyı, alışkanlığın, eli mahkûm olmanın doğurduğu o çaresiz, kısır, acı  sevgiyle sevmeye başladığımı düşünüyorum. Pek aceleci görünmemeye çalışarak -hep  o kendini kollama, açık vermeme içgüdüsüyle- uzanıyorum gazetelere, dergilere; mektuplara.

Postacı karşı kaldırıma geçiyor. Karşıda, iki kavruk kavağın yanındaki  demir kapıda şimdi. Elimdeki gazetelerin tarihlerine bakıyorum. Yine  gecikmiş hepsi. Acılar, sevinçler, eski dostların fotoğraflarda yaşlanan  yeni yüzleri; bir zamanlar bizim olan kentlerin bildik sokaklarının gün  günden tanınmaz oluşu; grevler, işkenceler, savaşlar, zindanlar, satırların  arasından cımbızla çekip yarattığımız geri dönüş umutları; koskoca bir  İstanbul, koskoca bir Türkiye; yani geçmişimiz ve geleceğimiz, yani tüm yaşamımız, hepsi gecikmiş.

Ağır ağır uzaklaşıyor postacı. Elimde bir kağıt tomarı. Elimde sınıfımızın  ilk ölüsünün cesedi, elimde senin inanılmaz yaşlılığın, elimde bütün  bir sürgün. Postacının omuzları düşük. Kar yağıyor karşı kavaklara. Elimdeki  kağıt tomarına, çam ağacının yeşil dallarına, Frankfurt’a, sınıfımızın  ilk ölüsünün üzerine, senin şakaklarına, daha kaç yıl bekleyeceğimizi bilmediğimiz bir istasyona kar yağıyor.

Postacının itip götürdüğü tekerlekli çantası ağır, çok ağırmış gibi geliyor  şimdi bana. Arkasından koşuyorum karların içinde düşe kalka. “Dur postacı, dur ucundan tutayım. Dur! Çantan ağır. Çantanda yıllar, çantanda ülkeler var.
Çantanda tüm gençliğimiz, tüm umutlarımız, tüm savaşlarımız ve yenilgilerimiz  var. Dur! Belki bir gazete daha kalmıştır çantanın bir köşesinde. Bir ölü  daha vardır belki şu elime bıraktığından başka. Dur! Orada dostlarım, orada  umutlarım, orada ölülerim ve belki de -kimbilir- orada, çantanın bir köşesinde adı Umut olan bir çocuğun doğum ilanı var.

Oya Baydar

ELVEDA ALYOŞA

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz